Hep aynı filmleri yapar Woody Allen. Kompleks ve korkularını adeta hastalık boyutlarında yaşayan karakterlere hemen hemen her filminde yer verir. Cinsellik, yaşlılık ve ölüm takıntısını ön planda tutar ve bu sorunları en saf halleriyle seyirciye sunar. Son dönem filmleri öncekilere göre daha ciddi görünseler de mizahi dil Woody Allen sinemasının vazgeçilmezidir. Yine de her filmi o kadar zekice kotarılmıştır ki, bir Woody Allen filmi seyirciye mutlaka heyecan verici yepyeni bir sinema deneyimi vaat eder.
Midnight in Paris / Paris’te Gece Yarısı, boşuna en iyi senaryo Oscar’ı almadı. Bu film sıradan bir Paris güzellemesi değil, Woody Allen’ın ölüm korkusunun bir dışavurumu. Ana karakter Gil’in kitabında olduğu gibi, Midnight in Paris’te Woody Allen ölümden korkuyor ve evrendeki yerini sorguluyor. Sonunda ise umutsuzluğa düşmeden varlığın boşluğunun kendince panzehirini buluyor.
Filmin en büyük çatışması geçmiş ile şimdi arasında. Gil, 1920’lerin Paris’ine hayran Amerikalı bir senarist ve yazar adayı. Fakat yazmaya çalıştığı romanda işler yolunda gitmemekte. Yaratıcılığını harekete geçirecek bir şeye ihtiyaç duyar ve aradığı şeyi tam gece yarısında Paris’te bulur. Gündüzleri Paris şimdinin yozlaşmış dünyasına teslimdir ama geceleri –en azından Gil’in hayalinde– Paris nostaljinin doğallığında ve sıcaklığında Gil’e harika bir macera sunar. Bu macera Gil’in Jean Cocteau için verilen bir partide Cole Porter, Let’s Do It söylerken Scott Fitzgerald ile tanışmasıyla başlar ve daha birçok dahi sanatçıyla karşılaşmasıyla devam eder.
Midnight in Paris aynı zamanda Amerikan toplumunun da ince bir eleştirisi. Her şeyi bilen, her şeyi becerebilen Amerikan idolü tipli adamlara karşı Woody Allen filmin en başından beri Gil’i oldukça sempatik sunuyor. Yönetmenin bu çatışmada bir taraf olduğunu gösteren başka noktalar da mevcut. Mesela küresel ısınma, nükleer silahlar ve uyuşturucu kartellerini nostaljiye tercih eden, hayatlarında korkuya ve başarısızlığa yer yokmuş gibi davranan, romantizm düşmanı, güce tapan adamların bildiğini zannettiği en küçük şeylerde bile yanıldıklarını gösteriyor Allen; mesela Rodin’in Düşünen Adam heykeli sahnesinde. Ya da Monet galerisi tüm yapaylığı ve soğukluğuyla ve Monet uzmanı tüm ezber bilgileriyle Paris gündüzlerinde karşımızdayken, geceler 1920’nin gerçek sanatçıları, doğal ve sıcak atmosferi ile çok daha çekicidir ve bu nostalji dünyasına girmiş olmak Gil’e şimdinin yoz ve yapay dünyasında bariz bir güç sağlar. Picasso’nun tablosu sahnesinde bunu net olarak görüyoruz.
Geçmişe özlem bizim yaşadığımız döneme özgü bir şey değil. Yani Gil’in 1920’lere olan hayranlığında Gil’e veya o döneme özel bir durum yok. Özel olan şey nostalji kavramının kendisi. Gil nasıl Adriana’nın yaşadığı döneme hayransa, Adriana da Gauguin’in yaşadığı döneme ve Gauguin de Rönesans dönemine hayran. Bu durumun sebebini de Adriana açıklıyor: Şimdiki zaman seni tatmin etmez; çünkü zaten hayatın kendisi tatmin edici değil.
Her rüya gibi bunun da bir sonu olmasına rağmen, Adriana’nın günlüğü ve dedektifin akıbeti üzerinden gerçek ve hayal filmde iç içe geçmiş, yönetmenin birçok filminde aynen olduğu gibi. Bir Annie Hall seviyesinde değilse bile Midnight in Paris, Woody Allen’ın hayranlık verici hayal gücü, olgun üslubu ve kendine özgü mizah anlayışı ile yönetmenin filmografisinde önemli bir noktada duruyor.
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.