- La Hora de Los Hornos hala güncelliğini koruyan ve Batı-dışı topraklarda politik tavır takınmanın sorumluluğunu tüm detayları ile anlatan, sinema ve devrim deyince aklına V for Vendetta’dan başka film gelmeyen liberallerin mutlaka izlemesi gereken bir film.
La Hora de Los Hornos; dört buçuk saatlik bu uzun film, tüm bölümleri ayrı ayrı ele alınması gereken, sinema tarihinin en politik filmidir. Bu yazıda sadece Fernando E. Solanas’ın Batı’nın hegemonyasını meşru kılan araçlardan biri olan organik aydının toplumdaki işlevi üzerine odaklandım.
Intellacktualansicht; Hegel felsefesinin önemli kavramlarından biridir. Zihinsel tavır yahut zihinsel düşünme olarak Türkçeleştirebileceğimiz bu kavram, Hegel’den sonra batı düşünce tarihinde de önemli bir rol oynamıştır. Entelektüel başlı başına bir sorunken, bu tanım Batı dışı topraklarda daha çetrefil bir hal almaktadır.
La Hora de Los Hornos filmi özelinden entelektüellerin -üçüncü dünyadaki entelektüellerin- sömürge topraklarındaki işlevlerini çözümlemek hem ulusal sanatı mümkün kılmak hem de halkı sömürüye karşı direnişe çağırmak için çok önemlidir.
Batı-dışı topraklarda Batı formasyonu ile yetişmiş aydın-sanatçılar politika ve estetiği birbirinden ayırarak gerçekte politik olan estetiklerini apolitik kimliklerinin arkasına gizleyerek halka tüketime teşne bir sanat sunmuşlardır. Batı biliminin son iki yüz yıldır yegâne hakikat sayılması ve bu bilimin tüm dünyada bir şekilde eğitimin temeli haline gelmesi Batı’yı evrensel yapmıştır. Evrensel olan Batı’nın kendisidir; sömürgeleştirici Batı eğitim düzeni; “üçüncü dünya ülkelerine” gelişebilmenin, modernleşebilmenin, ileriye gidebilmenin dolayısı ile “evrensel” olabilmenin tek yolunun Batılı olmaktan geçtiğini öğretmiştir. Avrupa sanatını kopyalayan sömürge aydını kendi yaratıcı dinamiklerini kullanamayacaktır. Kendi dinamiklerini kullanmaya başladığı anda “çift dilli bir kültür” ortaya çıkar. Heidegger; “Dil düşüncenin evidir.” der. Yani senin dilin düşünceni de belirleyecek, dilin kadar düşünebileceksindir. Halkın kültürü (ulusal kültür) ile sömürge kültürü (evrensel kültür(!)) arasında sıkışıp kalmış ve açıkça, evrensel olabilmek adına, yabancılaştırıcı sömürge kültüründen yana tavır almış olan aydın-sanatçı “yeni-sömürge yayılmacılığının ileticisi” olmaktan öteye gidememiştir.
Uygar ve barbar olanın ne olduğunu tanımlayan Batı medeniyeti kendisinin dışındaki medeniyetleri yok sayarak Avrupa-merkezci bir bakış açısı ile yetiştirdiği bu aydınlarla emperyalizmin genişlemesine ve emperyalizme direnen halkların direnişlerini bertaraf etmeye çalışmıştır. Toplumun en belirsiz sınıfı olan ve alta da üste de mensup olmayan orta sınıfların hızla büyümesi ile sanat eseri orta sınıflara hitap eder olmuş ve onlara uygarlık vaat etmiştir. Böylece bağımlılık hem meşru hem de idealize olmuştur. Sömürgeciler polis copu ile yapamadıklarını aydınların kalemi ile yapabilmiş, eğitimin sömürgeleştirilmesi ulusal bilinci ortadan kaldırmıştır.
Bütün aydınlar sömürü düzeninin doğrudan taşıyıcısı değildir şüphesiz. Sanatın işlevini değişik biçimde yorumlayan anti-konformist, memnuniyetsiz ve sistemle problemi olan bazı aydınlar da “entelektüel mastürbasyon” yapmayı bir kaçış yolu olarak görmüşler ve sömürü düzeninin dolaylı taşıyıcısı olmuşlardır. Fildişi kulelerinde entelektüel ıstıraplar çeken bu sözde-isyankâr aydınların ürettikleri metinler halkı tahrik ve politize etmeyen, mücadeleye teşvik etmeyen metinlerdir ve aydınların kayıtsızlıkları -ürettikleri kişisel ıstırap metinleri- kapitalist pazarın birer tüketim malı haline gelmiştir. Halk; sürekli barış ve demokrasi nasihatleri vermek ile reformist birtakım yenilikleri teklif etmenin dışında bir işe yaramayan, ulusal bilinçten yoksun aydınlara güvenmemiştir. Aydınlar evrensel olanın sözünü sıkça kullanırken yerel problemlerin üstüne gitmemişler ve verili gerçekliği asla eleştirmemişlerdir.
Hemen hemen Batı ile temasa geçmiş bütün öteki uluslarda aynı sorunlar baş göstermiştir. 1970’lerde Attila İlhan şöyle demiştir; “Ağır sanayileşmesiz tam bağımsızlık, tam bağımsızlıksız demokratikleşme olmaz. Türk sosyalistleri her ikisini birden istiyorlar. Bu da emperyalizme teslimiyetçiliği içeren tutumlarla gerçekleşmez, müdafa-i hukuk ruhu, Kuvva-i Milliye tutumu ile olur, yani emperyalizme karşı direnerek.” (Sosyalizm Asıl Şimdi). Attila İlhan’ın açıkça ifade ettiği gibi emperyalizme teslim olmamanın tek yolu bize ait olan enstrümanları kullanmaktan geçiyor. Bu da Batı formasyonu ile aklı bulanmış aydınlar ile değil tam bağımsız aydınlar ile mümkün olabilir.
Tam bağımsız aydının mümkün olabilmesi için ciddi bir yurt bilinci ve tarihsellik gerekmektedir. Aydının kültürel özgünlüğü ve politik tavrı onun emperyalizme karşı tavrını da netleştirecektir. Fakat bu bilinç asla Avrupa’dan aldığı eğitim ile faşizmi lanetlerken kendi ülkesindeki emperyalist sömürüye ve yerel oligarşiye sessiz kalmakla oluşmaz.
Fernando Solanas’ın filmi, entelektüellerin toplumdaki işlevini son derece yakıcı bir şekilde dile getirir. Aydınların bu işlevselliklerini Gramsci’nin “organik aydın” kavramı ile de izah etmek mümkündür. “Bağımsız aydın”, “bilgi ve bilim yayıcı aydın” mitosunu yıkan Gramsci aydınları burjuva toplumunun altyapısını üstyapısına bağlayan ögeler olarak görür. Gramsci’ye göre aydınlar “egemenlerin memurları”dır ve egemen sınıfa organik bağlarla bağlıdır. Aydınlar bağımsız değildir; her zaman bir sınıfa bağlıdır ve tek kaygıları kurulu düzenin devamı ve sürekli reformdur. Film; Arjantin’de organik aydının Batı hegemonyasını nasıl meşrulaştırdığını apaçık bir şekilde ortaya koyar.
La Hora de Los Hornos hala güncelliğini koruyan ve Batı-dışı topraklarda politik tavır takınmanın sorumluluğunu tüm detayları ile anlatan, sinema ve devrim deyince aklına V for Vendetta’dan başka film gelmeyen liberallerin mutlaka izlemesi gereken bir film.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.