Zengin Mutfağı (1988): Türk Sinemasında Bir Anlatı Ögesi Olarak Mutfak ve Sofra Kültürü

Zengin Mutfağı (1988): Türk Sinemasında Bir Anlatı Ögesi Olarak Mutfak ve Sofra Kültürü

Yazar Puanı5
  • Türk mutfağının, Türk sinemasının anlatı yapısına etkisi özellikle Yeşilçam sinemasında farklı türlere ait lezzetlerin bir arada bulundurulması geleneğini yerleştirmesidir. Klasik bir Yeşilçam filmi olarak değerlendirmek mümkün olmasa da, Başar Sabuncu’nun Zengin Mutfağı filmi de bu lezzet çeşitliliğini aynen Türk mutfağında olduğu gibi içermektedir. Türkiye yakın tarihinin en trajik dönemlerinden birini konu edinen film, dram ve komedi ögelerini harmanlayarak seyirciye sunmaktadır. Bu yönüyle geleneksel Türk mutfağıyla benzerlik gösteren film, aynı zamanda Türk sofra kültürünün önemli bir parçası olan yemek ve otorite arasındaki sembolik ilişkinin de izlerini taşıması bakımından dikkat çekicidir.
Share Button

Giriş

Orta Asya’nın göçebe yaşantısının ardından yerleşik düzene geçilmesi, bolluk ve bereketin simgesi ve bilinen en eski tanrıça olan Kibele’nin doğduğu Anadolu’ya göç edilmesi ve burada farklı medeniyetlerle karışılması, yıkılan her devletin ardından kurulan yenilerinin mevcut kültürü sahiplenerek geliştirmeye devam etmesi ve günümüze yaklaştıkça küreselleşmenin de etkisiyle, Türk mutfağı bugün oldukça zengin ve incelenmeye değer bir kültür olma özelliğindedir. Bu bakımdan Türk mutfağının temellerini, tarihsel birikim ve çeşitlilik, coğrafyanın ve mevsimlerin zenginliği ve değişikliği, denizlerin ve göllerin çeşitliliği ve buna bağlı ürünlerin oluşturduğu söylenebilir. (Araz, 1999: 18)

Türk mutfağının dayandığı bu çeşitlilik ile ilgili olarak Selçuk Erez’in İstanbul Nerededir, Orada Kimler Yaşar adlı kitabından Deniz Gürsoy şöyle aktarıyor: “Asyalı ecdadınız, burada buldukları insanlarla evlendiler ve Rumuyla, Arabıyla, Ermenisiyle, Yahudisiyle, Çerkeziyle, Haçlı seferleriyle gelenlerle karışa karışa siz oluştunuz! Hoş, ecdadınızın burada bulup karıştıkları da saf kan Kürt, saf kan Çerkez, Rum vs. değillerdi. Onlar da binlerce kavmin karışımının güzel ürünleriydiler… Asurlular, Babilliler, Fenikeliler, Galatlar, daha kimler yoktu ki bu karışımda.” (Gürsoy, 2004: 92; Gürsoy, 2004: 93).

Görüldüğü üzere, Türk mutfak kültürünün en temel özelliği çeşitliliğe dayalı olmasıdır ve Türk sinemasının anlatı yapısına etkisi de bu yönde gelişmiştir.

Türk Mutfağı ve Türk Sineması İlişkisi

Bir yandan Nezihe Araz’dan aktardığımız üzere Türk mutfak kültürü genel anlamda tarihsel, coğrafi ve iklimsel olarak ve ürünler bazında çeşitliliğe dayalıyken, diğer yandan tek tek yemekler ele alındığında da benzer bir çeşitliliğe sahiptir. Osmanlı döneminde, şeker hayatın hoş ve güzel yönünü sembolize etmesi bakımından et ve balık da dâhil olmak üzere neredeyse tüm yemeklere karıştırılırdı (Reindl-Kiel, 2003: 82). Haliyle meyve, sos veya baharatlarla tatlandırılırmış yemekler yaygın olarak tüketilmekteydi. Örneğin, et pişirildikten sonra servis aşamasında iken henüz hiçbir tatlandırıcı malzeme kullanılmamış ise, üzerine biraz tarçın dökülerek sunulurdu. Bu bakımdan, saray mutfağında en çok tüketilen baharatlardan birinin tarçın olduğu bilinmektedir (Samancı, 2006: 191-192). Kısacası, aynı yemeğin içinde tatlı, tuzlu, acı, ekşi gibi farklı lezzetlerin bir arada bulunması Türk mutfak kültürünün önemli bir parçasıydı.

Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı

Türk sinemasına geldiğimizde ise, genel anlamda mutfak kültüründe mevcut olan çeşitliliğe rastlamak pek mümkün değil. Türk sineması tarihi boyunca yaygın olan iki film türü, komedi ve dramdan ibarettir. Bu iki türün dışında korku, gerilim, müzikal, bilimkurgu türlerindeki filmler sadece istisnai olarak mevcuttur. Bu bakımdan Türk sinemasının genel yapısının çeşitliliğe dayandığı söylenemez; fakat filmleri tek tek ele alacak olursak, aynı yemeğin içinde farklı lezzetlerin bulunmasına benzer biçimde, tek bir filmin içinde de farklı lezzetlerin bir arada bulunduğunu görebiliriz.

Özellikle Yeşilçam döneminde yaygın olan bu anlayış, aynı filmde hem komedi hem de dram unsurlarını bir arada barındırmaya dayanmaktadır. Bunun en açık örneği olarak Ertem Eğilmez sinemasını gösterebiliriz. Münir Özkul’lu, Adile Naşit’li  dönemin aile filmleri bir yandan komedi anlatısına sahipken, diğer yandan mutlaka dram ögeleri de barındırırlar. Aynı biçimde, Türk sinemasının klasik komedi filmleri olan Hababam Sınıfı serisinin de tüm filmlerinde iki farklı lezzeti bir arada buluruz. Filmlerin komedi anlatıları herkesin malumu iken, Mahmut Hoca’nın ölüm tehlikesi atlatması, tüm sınıfın disiplin cezasıyla okuldan atılacak olması, okulun satılması kararının alınması veya bir öğrencinin parasını ödeyemediği gerekçesiyle okulu bırakma aşamasına gelmesi gibi dram etkisi katan ögeler de serinin tüm filmlerinde her zaman mevcuttur. Bunun tersi olarak, komedi ögelerinden beslenen dram ağırlıklı filmlere de Türk sinemasında sıklıkla rastlamaktayız.

Başar Sabuncu’nun yönettiği 1988 yapımı Zengin Mutfağı filmi bu bakımdan, dram ve komedi lezzetlerini bir arada içeren anlatı yapısı ve yemeğin sembolik anlamlarına dair barındırdığı göstergeler ile Türk sineması ve Türk mutfağı arasında güçlü bir bağ kurmaktadır.

Zengin Mutfağı Filminin Anlatı Yapısındaki Türk Mutfak Kültürü İzleri

Aslen bir tiyatro oyunundan sinemaya uyarlanan Zengin Mutfağı, 1970 yılının toplumsal ve siyasi kaos ortamını arka plana almakta ve bu kaosu tek mekanda -bir zengin mutfağında- görselleştirmektedir. Filmin ana karakteri olan Pehlivan Lütfü (Şener Şen), 20 yıldan fazla süredir fabrikatör Kerim Bey’in evinde aşçılık yapmaktadır. Pehlivan Lütfü, mutfağından ve Kerim Bey’e hizmet etmekten başka bir şeyle pek ilgilenmeyen, mutfağın dışındaki sağ-sol kavgasında taraf tutmayan bir karakterdir. Mutfakta Pehlivan Lütfü’ye bir genç kız yardımcı olmaktadır. Genç kız da, Lütfü gibi bu sosyal kaos ortamında steril bir hayat sürdürmektedir. Bu iki karakter haricinde Kerim Bey’in özel şoförü Seyfi, Seyfi’nin fabrika işçisi olan ağabeyi Ahmet ve genç kızın nişanlısı Selim de mutfakta sık sık rastladığımız karakterlerdir.

Türkiye yakın tarihinde Zengin Mutfağı filminin hikâye edindiği zaman diliminin ilk gününde, İstanbul’da büyük bir grev yapılmış, bütün işçiler işleri bırakmış, fabrikalar durmuş, fabrika sahipleri can korkusuyla kaçmış ve şehirde büyük bir kaos yaşanmıştır; fakat bütün gün mutfaktan çıkmayan Lütfü ve genç kızın bu olanlardan haberi yoktur. Gün boyu kimsenin mutfağa gelip gitmeyişi her ikisini de endişelendirse de, genç kız asıl Selim’den haber alamadığı için kaygılanmaktadır, çünkü o akşam Selim’le nişanları olacaktır.

Mesai saati dolduğunda, Pehlivan Lütfü önlüğünü çıkarır, rakısını alır ve her akşam oturup keyif yaptığı mutfağın köşesine çekilir. Lütfü’nün rakı içtiği bu sahne filmin anlatısında önemli bir yer tutmaktadır. Filmin tamamı bir mutfağın içinde geçmesine ve sürekli yemekler yapılmasına rağmen, film boyunca bir şeylerin yenilip içildiğine şahit olduğumuz anlar -bir istisna haricinde- sadece Lütfü’nün rakı içtiği sahnelerden ibarettir. Orhun Kitabeleri’nde yazdığı üzere, hükümdarın asli görevi halkına yemek sunmaktır ve ancak bu durumda halkından itaat bekleyebilir. Bu bakımdan, iktidarın birey tarafından otoritesinin tanınması ve bireyi yönetebilmesi için onun rızasını alması ve bunları yapabilmesi için de öncelikle asgari düzeyde yemek ve suyu sağlayabilmesi gerekir (Ünsal, 2008: 181). Haliyle, yemeğe sahip olmak ile otoriteye sahip olmak arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu durumda, Lütfü’nün rakı içmesi de bir otorite göstergesidir. Mesai saatleri içerisinde hiçbir şey yiyip içtiğine şahit olmadığımız Pehlivan Lütfü, ancak mesai saati dolduğunda kendini güçlü hissedebilir ve rakı içer. Hatta mesai saati dolduktan sonra kendini öylesine güçlü hisseder ki, merdivenlerden yukarıya doğru bakarak filmde ilk defa Kerim Bey’e itiraz bile eder.

Bu sırada zil çalar ve Ahmet gelir. Ahmet şehirde olan biteni Lütfü’ye anlattığında, Lütfü inanmaz, yıllardır hizmetinde çalıştığı Kerim Bey’in korkup Avrupa’ya kaçtığına ihtimal vermez. Kapı açılıp da mutfağa şoför Seyfi girdiğinde, Lütfü birden telaşlanır; hiç kimsenin bir şey söylememesine rağmen Kerim Bey’in eve döndüğünü düşünerek aceleyle yemek hazırlamaya başlar. Böylelikle, otorite sahibine yemek sunulması zorunluluğu film metnine dâhil edilmiş olur. Fakat hemen anlaşılır ki Kerim Bey eve gelmemiş, ilk uçakla Avrupa’ya kaçmıştır. Pehlivan Lütfü’nün sağ-sol çatışmasında ilk kez kendini bir tarafa yakın hissettiğine de bunun akabinde şahit oluruz. Lütfü’ye göre, patronunu korkutup kaçıran komünistler mutlaka kötü insanlar olmalı ve onlara karşı önlem alınmalıdır. Ahmet ve Seyfi gittikten ve Lütfü genç kızla mutfakta yalnız kaldıktan sonra, komünistlerin eve baskın yapabileceğinden korkarak kıyafetini değiştirir ve “Kerim Bey’in hizmetini gören çanak yalayıcı” olduğunu belli eden önlüğünü çıkararak, komünistlerin zarar vermeyeceği bir insan görünümüne bürünmeye çalışır. Türkiye tarihinin en trajik dönemlerinden birini konu edinen Zengin Mutfağı filminde, zaten Şener Şen’in varlığı dolayısıyla filmin başından beri hissedilen komedi etkisi, bu sahnede iyice belirginleşir ve dram ile komedi açıkça iç içe girer.

Dram ve komedinin iç içe geçtiğini açıkça gördüğümüz bir diğer sahne ise Selim ve genç kızın nişan sahnesidir. Lütfü, iki genci nişanlamak üzereyken radyodan bir haber duyulur; “Meydana gelen müessif olaylar üzerine, olağanüstü bir toplantı yapan Bakanlar Kurulu, İstanbul ili ile Kocaeli ilinin merkez ve Gebze ilçelerinde saat 21.00’den itibaren yürürlüğe girmek üzere, bir ay süreyle sıkıyönetim ilanını kararlaştırmıştır.” Bu trajik haberin hemen ardından, iki gencin parmaklarına Lütfü yüzükleri takar, fakat kurdeleyi kesmek için makas bulamaz ve gençlerin ellerini kesme tahtasının üzerine koyup kurdeleyi satırla keserek nişanı yapar.

Aradan birkaç gün geçtiğinde, Kerim Bey eve geri döner ve mutfakta her şey eskisi gibi yaşanmaya devam eder; yalnız tek bir fark vardır. Kerim Bey bahçeye bir köpek almıştır ve Pehlivan Lütfü artık köpeğin de yemeğinden sorumludur. Evin artığı yerine, kendisi için hususi pişirilen yemekleri yiyen bu köpek, aynı zamanda yoldan geçen herkese saldırıp insanları yaralayarak kapitalizmin vahşi yüzünü açıkça sembolize etmektedir.

Zengin Mutfağı’nda açıkça yemek yenilen tek sahne ise, otorite ve yemek arasındaki ilişkinin bir başka boyutunu daha göstermektedir. Ekonomik açıdan büyük bir sıkıntı yaşayan Selim, arkadaşı Ali Kara’nın polis tarafından arandığını ve yerini ihbar edene ödül verileceğini duyduğu zaman, hemen karakola gider. Polis Ali Kara’nın evine baskın düzenlediğinde, yanlarında Selim de vardır ve baskından kurtulmayı başaran bir komünistin kendisini gördüğünü ve onu takip edip öldüreceğini düşünür. Bu korkuyla Kerim Bey’in mutfağına gelir ve oraya sığınmak ister. Pehlivan Lütfü, Selim için izin almak amacıyla Kerim Bey’le konuştuğunda, Kerim Bey çok mutlu olur ve Selim’i el üstünde tutar, hemen Selim için sofra kurulması emri verir. İşte bunun akabinde Pehlivan Lütfü mutfakta Selim için bir sofra kurar ve Selim kameranın karşısında uzun uzun yemeğini yer.

Türk mutfağında sofra kültürünün önemli bir parçasını oluşturan ziyafetler tamamıyla yemeğin ötesinde önemli bir sembolik anlama sahiptir. Orta Asya’nın Türk ziyafetlerinde kağanın sunduğu yemekleri yiyen insanlar, bir bakıma “Senin yemeğini yiyorum ve sana itaat ediyorum.” demekte ve hükümdarın otoritesini meşrulaştırmaktaydılar (Ünsal, 2008: 182). Yemeğin böylesi sembolik anlamları, Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ettiklerinde de devam etmiş ve Anadolu Selçuklu Devleti’ne ve Osmanlı İmparatorluğu’na miras kalmıştır. Özellikle Osmanlı’da yaygın olan ziyafetler, sultanı “bağışlayıcı”, halkı ise “alan” konumuna yerleştirerek hükümdarın otoritesini meşrulaştırmanın yanı sıra, devlet yönetimindeki hiyerarşinin bir temsil mekanizması olarak da bu otoriteyi yeniden üretmekteydi. Bu bakımdan, “kazan kaldırma” olarak bilinen yeniçeri isyanları sırasında, çorba kazanlarının devrilerek yemeğin yeniçeriler tarafından reddedilmesi “Senin yemeğini yemiyorum ve sana itaat etmiyorum.” anlamı taşımaktaydı (Ünsal, 2008: 193). İkram edilen yemeğin bu sembolik anlamları göz önünde bulundurulduğunda, Kerim Bey’in sunduğu yemeği Selim’in yemesi artık onun otoritesini kabul ettiği anlamını taşımaktadır ve filmin devamında Selim bu yönde davranacaktır.

Kerim Bey, Selim’i kampa gönderir ve kamp dönüşünde artık Selim bambaşka biridir. Dış görünümündeki değişimin yanı sıra, Selim önceki haline göre çok daha sert, kaba ve otoriterdir. Bu yeni Selim, Kerim Bey’in sağ kolu olmuştur ve hayatını komünist düşmanlığına adayarak vatana hizmet ettiği inancını taşımaktadır. Selim, mutfakta kurduğu otoriteyi ve Kerim Bey’e itaat ettiğini sık sık bir şeyler yiyerek gösterir.

Dışarıdaki sağ-sol çatışmasının mutfağın içine sızarak mutfaktaki düzeni değiştirmesi ve bahçedeki köpeğin her geçen gün biraz daha saldırganlaşması, en sonunda Pehlivan Lütfü’yü isyan ettirir. Lütfü, tüm bu olanlardan intikamını köpeği zehirleyerek almaya karar verir ve zehirleme provası yaptığı sahnelerde bir kez daha dram ve komedi ögeleri belirgin biçimde harmanlanır. Bu uzun provaların ardından, herkesten gizli biçimde Lütfü köpeği zehirlemeyi başarır ve köpek ölür. Köpeğin katilini bulmayı kendine amaç edinen Selim, bunu yapanın mutlaka mutfağın içinden biri olduğunu düşünür.

Filmin hikâye edindiği zaman diliminin son gününde, Selim solcuların toplandığı bir yere baskın yapacaktır ve o solcuların arasında nişanlısının ağabeyi de vardır. Aynı zamanda Selim, köpeği öldürenin genç kız olduğundan emindir. Baskından döndükten sonra da genç kızı öldürmeyi planlamaktadır. Selim, köpeği kimin öldürdüğünü bildiğini genç kıza ima ettiğinde, genç kız bunu yanlış anlar ve Selim’in Seyfi’den şüphelendiğini düşünür. Akabinde, Selim aynı şekilde katili Pehlivan Lütfü’ye ima ettiğinde ise Lütfü, Selim’in kendisinden şüphelendiğini sanır. Haliyle, Selim’in hem nişanlısını, hem de nişanlısının ağabeyini peş peşe öldürmeyi planladığı bu trajik günde, yanlış anlaşılmalara dayalı komedi ögeleriyle bezeli bir çözüm sahnesi seyrederiz. Sahnenin sonuna doğru Pehlivan Lütfü’nün Selim’i sırtına alıp çevirmesi ve ona birkaç pehlivanlık numarası göstermesiyle komedi ögesi en üst seviyeye çıkmış olur. Selim’in baskın için evden çıkmasının ardından, genç kız bir daha dönmemek üzere mutfağı terk eder, ölen köpeğin yerine iki yeni köpek gelmiştir, Pehlivan Lütfü’nün seyirciye doğrudan aktardığı üzere sonradan Seyfi de mutfağı terk eder ve yerlerine “Selim soyundan iki hergele” gelir. Haliyle, mutfakta yaşam Pehlivan Lütfü için çok daha zor bir hal alır ve Lütfü mutfağı terk etme kararının eşiğindeyken kameraya bakarak bizlere sorar:

“Ayrılmak mı zor, bu mutfakta hizmet etmek mi?”

Sonuç

Geleneksel Türk mutfağı, yüzlerce yıl boyunca devredilerek süregelen mirasların birikimiyle ortaya çıkan toplumsal kültürün önemli bir parçasıdır. Bu kültürün izlerini mutfağın mimari yapısında, yemeklerin çeşitliliğinde ve sofra ritüellerinde bulmak mümkündür. Temelde tarihsel birikim, coğrafi çeşitlilik, iklimsel zenginlik ve bunlara bağlı ürünlerin bolluğuna dayanan Türk mutfağı, aynı zamanda tek tek yemekler ele alındığında da çeşitlilik içermektedir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda yaygın olan anlayışla, bir yemeğin içinde tatlı, tuzlu, acı, ekşi gibi farklı lezzetlerin bir arada bulundurulmasına özen gösterilmekteydi.

Türk mutfağının, Türk sinemasının anlatı yapısına etkisi de bu yönde olmuştur ve özellikle Yeşilçam sinemasında farklı türlere ait lezzetlerin bir arada bulundurulması geleneği yerleşmiştir. Klasik bir Yeşilçam filmi olarak değerlendirmek mümkün olmasa da, Başar Sabuncu’nun Zengin Mutfağı filmi de bu lezzet çeşitliliğini aynen Türk mutfağında olduğu gibi içermektedir. Türkiye yakın tarihinin en trajik dönemlerinden birini konu edinen film, dram ve komedi ögelerini harmanlayarak seyirciye sunmaktadır. Bu yönüyle geleneksel Türk mutfağıyla benzerlik gösteren film, aynı zamanda Türk sofra kültürünün önemli bir parçası olan yemek ve otorite arasındaki sembolik ilişkinin de izlerini taşıması bakımından dikkat çekicidir.

Zengin Mutfağı filmi, isminden başlayarak, Türk mutfak ve sofra kültürünün farklı boyutlarına yaptığı çeşitli göndermeler ve anlatı yapısındaki Türk mutfağı etkisiyle seyirciye oldukça zengin bir metin sunmaktadır.

Kaynakça

1) Araz, Nezihe (1999), “Tatlı Tatlı Yiyelim, Tatlı Tatlı Konuşalım”, Eskimeyen Tatlar: Türk Mutfak Kültürü, haz. Semahat Arsel, ed. Ersu Pekin ve Ayşe Sümer, İstanbul: Vehbi Koç Vakfı.
2) Gürsoy, Deniz (2004), Tarihin Süzgecinde Mutfak Kültürümüz, İstanbul: Oğlak Yayınları.
3) Reindl-Kiel, Hedda (2003), “The Chicken of Paradise: Official Meals in the Mid-Seventeenth Century Ottoman Palace”, The Illuminated Table, The Prosperous House: Food and Shelter in Ottoman Material Culture, ed. Suraiya Faroqhi ve Christoph K. Neumann, Würzburg: Ergon in Kommission.
4) Samancı, Özge (2006), “19. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Elitinin Yeme-İçme Alışkanlıkları”, Soframız Nur, Hanemiz Mamur: Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, ed. Suraiya Faroqhi ve Christoph K. Neumann, çev. Zeynep Yelçe, İstanbul: Kitap Yayınevi.
5) Ünsal, Artun (2008), “Siyasi Güç, Statü, Meşruiyet, İtaat ve Otorite Mücadelesinin Göstergesi Olarak Yemeğin Sembolizmi”, Türk Mutfağı, ed. Arif Bilgin ve Özge Samancı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı.

, , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir