İlk filmi Herkes Kendi Evinde’den sonra manifestosu olarak nitelendirdiği Meleğin Düşüşü ile Kaplanoğlu’nun; minimal olmak, az ekiple çalışmak, doğal ışık ve oyunculuklar kullanmak, hikaye sinemasından uzaklaşarak modern ancak bir yönüyle taşralı, etkili ama olabildiğince sade filmler çekeceğini öngörmüştük. Hayatın belirsizliğine karşı takındığı bakış açısı, varoluşçuluk ve kader temasında gezinmesi, öykündüğü/hayran olduğu Bresson, Tarkovski, Dreyer, Ozu gibi yönetmenlerden aşağı kalmayan sinema olgunluğu ile bizleri mest eden yönetmen, taşrada doğmuş bir şairin, kronolojik olarak sondan başa anlattığı hikayesi olan Yusuf üçlemesiyle (Bal-Süt-Yumurta) Türk sinema tarihinde derin bir iz bırakıyor. Benzerine kolay kolay rastlayamayacağımız bu bütünlüklü üçleme; Yusuf karakteri üzerinden bizlere masumiyet, köklere dönüş, ait olmak/olamamak, kazanmak ya da kaybetmenin ne olduğunu öğrenmek, yaşadığı çağa ait olmak ile arada kalmak temaları hakkında zihin açıcı bir okumaya sebep oluyor.
Üçleme sondan yani şair olan Yusuf’un 40’lı yaşlarının başında, annesinin ölüm haberini almasıyla Tire’ye gitmesiyle başlıyor. Sürekli kaçmış olduğu taşraya bu zorunlu dönüşte Yusuf, beklemediği bir yolculukta buluyor kendisini. Bulunduğu kenti sanki hiç görmemiş gibi davranıyor; herkese uzak herkese mesafeli. Korktuğu bir şey var sebebini bilmediği, belki de biliyor ama kendisine söylemeye cesareti yok. Yusuf hayattan beklentisini yitirmiş biri artık, hayatı rolantiye almış; ya kaybetmiş ya da en azından hayat onun isteklerini tam olarak ona vermemiş. Oysa Süt’te inşaat işçisi olan amatör şair buradan çıkış yok dediği zaman O’na inanmamıştı. Yusuf kaçmış; taşradan, yaşadığı yerden ama gönlü gerilerde kalmış, hep bir eksiklik duymuş anı yaşamakla ilgili, bir çekingenlik… Annesinin ölüm haberi onu geri çağırdığında bir beklentisi olmadan geldiği taşra onu kendine bağlıyor. Eve bağlanıyor Yusuf, Bal’da altında uyuduğu ağaçlar gibi köklerini nihayet bir yere bırakabiliyor. Oysa buna tüm hayatı boyunca direnmişti Yusuf, kaybetmek olarak nitelendirmişti taşrayı. Kasabaya geldiğinde çevresiyle ilişkisi yoktu, kümese baktığında Yumurta’da bulamadığı gibi. Ne yumurta vardı ne yeni bir doğuş. Ancak kader ağlarını örmekte sabırlı; beklemeyi, insanın özünü yakalamayı; sessizce yıllarca pusuda beklemeyi biliyordu. Böylece kader Yumurta’nın merkezine oturdu. Bu kaybetmeyi kabullenen teslimiyetçi, acı bir kader duygusu değil daha çok gerçekliğin sınırının muğlaklaştığı, eylemlerin içselleştiği bir kader, bir yolculuk teması aslında. Bu kasvetin hayaleti ise kasabanın ta kendisi. O gitmeye çalıştıkça ona engeller çıkarıyor önce, inanmadığı geleneklerle onu çevreliyor, reddettiği şeyleri bir bir yapmaya başlıyor. Taşra onu içine çelip teslim aldıkça artık direnmenin anlamı olmadığını anlamaya başlıyor. Ancak korkup son bir çaba ile tekrar kaçmaya çalışıyor. Bu kez karşısına bir köpek dikiyor kasaba. Yusuf’un tüm hayatı boyunca hissettiği kıstırılmışlığının ete kemiğe bürünmüş hali, kaderin üstün gücünün sembolü. Yusuf dünyevi sınavını vermeye başlıyor. Ağlıyor, ağladıkça değişiyor, değiştikçe kabulleniyor, kabullendikçe yerleşmeye başlıyor. Oysa ki kasaba ona banyoda diş fırçasını, yani kalıcı bir hayatın simgesini gösterdiğinde Yusuf’un gülümsemesinin bir evet olduğunu biliyordu. Sadece biraz daha zamana ihtiyaç vardı.
Yumurta tema olarak olgunlaşma, köklere dönüşü simgeliyor. Yeniden doğumun sancılarını çekiyor Yusuf; oysaki daha önce sırtını hep birilerine yasladığını görüyoruz. Bal’da babası, Süt’te ise annesi ona kol kanat geriyorlar, artık yalnız uçmanın zamanı gelince bocalıyor, gençliğinin kararsızlıkları geri dönüyor. Kaplanoğlu, kendi inançlarımız ve görüşlerimiz ile ne kadar var olabiliriz diye bizleri Yusuf aracılığıyla sorguluyor. Kader bizleri elinde sonunda dize getirecek mi yoksa her şey teslim olmakla mı alakalı? “Kararlılık nedir?” diye soruyor yönetmen, hayata anlam yüklemenin sonuçları nedir? Yusuf’un çıraklık mesleği olan kuyu yapımı, onun en büyük kabusu oluyor, içinden çıkamadığı dipsiz bir kör kuyuya evriliyor. Aynı kuyu şiirlerinde aşka dönüşüyor, son tahlilde ise kaderin kaçılmaz simgesi oluyor. Kaplanoğlu, Yusuf’u kuyunun hangi evresinde olursa olsun onu serbest bırakıyor, seçimi O’na bırakıyor. Böyle olunca bahsedilen kader Yusuf’un tercihi haline geliyor.
Yusuf’un olgunluğu olarak görebileceğimiz Yumurta’dan sonra Süt en deli çağlarına götürüyor bizleri. Süt’te, Yusuf’un gençliğinde annesi ile olan ilişkisini mercek altına yatıran Kaplanoğlu, bu kez güvensizlik, ait olamamak, kenarda kalmak ve kendini ifade edememekten bahsederken sinema dilini de iyice sadeleştiriyor. Konvansiyonel sinema anlayışına uzak olsa da duygusal bağın daha güçlü olduğu Yumurta’ya nispeten Süt, soğuk ve masafeli bir film. Hikayenin orta noktası olduğundan kaynaklanan bir durum gibi görünse de, Kaplanoğlu hikayeyi açtıkça sadeleşmeyi, abartılı sözcüklerden uzak durmaya çalışıyor. Bal’da doruğa varan bu bilinçli minimalist üslup, filmin gelecek kaygısını destekleyen karamsarlığına yansıtmakta ve hikâyeye katkısında da etkili oluyor. Süt’te hiçbir yere dahil olamayan bir Yusuf izliyoruz. Arkadaşlarının yanında bile onlardan biri olmadığını biliyor. Güvensizlik ve gelecekle, korku ve tek olmakla, bir türlü bir yere ilişkilenememekle ilgili bu sıkıntılı süreç, ergenlikle birleşince O’nu içsel bir duyarlılığa itiyor. Bu duygusal yapısını şiir yazmak için kullanan Yusuf, görüldüğü gibi bu konuda da bir ilerleme kaydedemiyor. Süt en özelde bir ana oğul hikayesi anlatıyor. Pazarda süt satarak geçiniyorlar; süpermarketlerin ekmek kapılarını zora soktuğundan dolayı her gün daha az kazanıyorlar. Giderek birbirlerinden kopuyorlar. Anne bir erkeğin özleminde bu boşluğu doldurmaya çalışırken, Yusuf, Süt’ün çetrefilli doğallığında geleneğe sığınıyor.
Kuşkusuz Süt, açılışındaki yılan çıkarma ayini gibi muğlak ve serinin en karanlık filmi olarak göze çarpıyor. Cinsellik (annenin sevgilisi) gibi bir anlamı bulunsa da yılan yaygın anlamıyla düşmanı simgeliyor. En özele inildiği zaman “anne ve oğul” arasındaki bir düşmanlık, barışamama, anlayamama ama en önemlisi bir iletişimsizlik halini simgeliyor. Ne zaman ki Yusuf annesinin gizli ilişkisini sezinlemeye başlıyor o zaman haneye yılan geliyor zaten. Annesi yılandan (oğlu ile ilişkisinden) ölesiye korktukça, Yusuf önemsemiyor haneye sızan yılanları. Bilmiyor ki içinde gizliden biriktirdiği öfke ve nefretin sebebi o yılan, haneye sinen de kendi aralarındaki husumet. Anne ve tren şefi arasındaki gördüğümüz/hissettiğimiz yasak ilişki, Yusuf ile annesinin arasını açarken diğer taraftan onları birleştiren bir nokta oluyor. Annesinin geleneğin zarından, taşranın yalancı ahlakından uzaklaştıkça oğlunu da anlamaya başlıyor. Bal’da sürekli oğluna süt içiren (filme süt gençlik, büyüme metaforuna karşılık geliyor) anne yavaş yavaş gidiyor. İletişimsizlik iletişime dönüşürken anne ve oğul arasında doğumdan sonra süt ile kurulan ilk temas, masumiyeti geri getiren iyileştirici bir panzehir olarak sunuluyor. Yumurta’da Yusuf’un ana ocağına dönmesi ve ayrılamayışı bu gücün kuvvetini gösteriyor.
Yusuf’un değişimin en büyük görüntüsü yine bir kabullenme süreciyle oluyor. Annesinin aşığını öldürmek için gittiği sazlıkta elindeki taşı bırakıp bir yayın balığı ile eve dönüyor. Yayın balığı aynı Yumurta’daki köpeği simgeliyor. Yusuf belirli bir yöne giderken karşısına dikilen hayvanlar aslında onun kararsızlıkları. Eve döndüğünde annesini sevgilisinin avladığı bir ördeği yolarken buluyor, anne tasasız hatta mutlu. Yusuf, içindeki beslediği yılanı o zaman görüyor. Evin erkeği olma fikrinden de uzaklaşıyor. Askere elverişsiz olduğu aklıdan çıkıyor Yusuf’un, artık dert etmiyor. Ne zaman ki evden kopmaya karar veriyor, gidip madenciliğin çetrefilli yollarına sapıyor işte o zaman aydınlanmasını yaşıyor. Baretinden sızan ışık tüm ekranı kaplıyor, sessizce duruyor Yusuf, aklından ne geçiyor bilmiyoruz ama bildiğimiz tek şey evden ayrılma -anneden ayrılma bir yanıyla- yani artık ağzı süt kokmuyor Yusuf’un, yılan da yanına gelmiyor.
Kaplanoğlu Yusuf üçlemesini bir hatırlamalar hali olarak tanımlıyor. Çizgisel bir ilerleme yerine çembersel bir dönüşümü seçiyor yönetmen. Zaman mekan algısını da düzden daha kozmik daha karmaşık bir hale çeviriyor. Yusuf’un hayatında gördüğümüz üç bölümü düşünürsek, aslında yaklaşık kırk yaşında bir adamın çok küçük anlarına şahit ediyor bizi yönetmen. Bu çok büyük zaman atlamalarında gösterip anlattığı dışında göstermedikleri de önem kazanıyor. Başlangıç ve gelişme şeklinde bir hikaye anlatmaktansa Yusuf’un geçmişini anması şeklinde yorumlanabilecek bu anlatıma uygun olarak, Bal’da sözcüklerin yerini hayallere bıraktığı bir dünyayla karşılaşıyoruz. Bal’ı yönetmen, küçük Yusuf’un gördüğü ama bizim göremediğiniz rüyalar şeklinde kurguluyor. Bu da hikayenin en üst düzeyde minimalist olmasını sağlıyor. Bu açıdan Kaplanoğlu Yumurta’da başladığı sadeleşmeyi Bal’da tamamlamış oluyor.
Karadeniz’in yemyeşil doğasında arıcılık yapan babasının yeni kovanları için uzaklaşıp geri gelmemesi üzerine, Bal’da Yusuf’un babadan kopuşunu gösteriyor. Babasını kaybetme korkusu sürekli küçük Yusuf’u tetikliyor, rüyalarına giriyor. Açılıştaki proloğun gerçek mi olduğu yoksa Yusuf’un düşü mü olduğu üzerine uzun süre düşünüyoruz. Babasıyla yaptığı yürüyüşlerle doğayı öğreniyor Yusuf; O, oku dediği zaman takvim yaprağını hemen okuyabiliyor. Ancak Yusuf’un duygusal yapısı ve sürekli hayatında hissettiği baskı daha küçük yaşlarda O’nu çepeçevre sarıyor. Süt’te askerlik, Yumurta’da gelenek Yusuf’a baskı yaparken Bal’da aynı durumu yakasına bir türlü takamadığı küçük kırmızı kurdele yaşatıyor. Çünkü kırmızı kurdele demek onaylanmak, kabul görmek gibi geliyor Yusuf’a. Bu sebeple arkadaşlarının arasına karışamıyor, yalnızlaşıyor, aklını baskı fikrine alıştırıyor, sessizleşiyor. Okulda adaptasyon sorunu yaşadığı bilgiyi babası öğrettiğinde alabiliyor. Babası, eğitim sisteminin bir çarkı olacak bilgiyi öğretmiyor, daha mistik daha doğulu bir bilgi onun öğrettiği, doğanın kadim bilgisi. Yusuf kendini özgür hissediyor o bilginin içinde, kendine daha yakın geliyor doğanın sevgisi. Ancak doğa babasını alınca iyice sessizleşmeye başlıyor, artık rüyalarını anlatacağı kimse kalmamış o yüzden yazma fikri gelişiyor kafasında. Sürekli kavgalı olduğu sözcüklerle barışıyor bu kez Yusuf, o yüzden yayınlanmış tek şiir kitabının içinde çocukluğunda çırak olduğu kuyu ile ilgili şiiri var. Hatta kitabın isminin BAL olması tesadüf değil. Bal’da en çok hissettiğimiz duygunun zamanın akışının içe dönük olmasının sebebi de bu aslında. Babanın ölümünden sonra altında uyuduğu ağaçta, önce kendi özüne döner, o sırada doğa O’nu korur, sonra ise cenin pozisyonuna geçerek annesinin sularına yelken açar Yusuf, böylece babasının ölümünü kabullenir.
Bal’da babadan, Süt’te anneden kopan Yusuf, Yumurta’da da eve geri dönüş yapıyor. Neden sonuç ilişkileriyle takip edeceğiniz bir olay örgüsü yoktur ortada. Anlatılmayanlar anlatılanlardan fazla. Kaplanoğlu zamanın doğrusallığını kırıp, onu bambaşka şekillere sokarken bir bireyin var olma çabasını bizlere aktarıyor. Her şeyi bir anımsama, hafızanın geçmişi anması hatta bir düş gibi gösteriyor. Rüyalarını kimseye anlatma diye tembihlense de Yusuf bizlerle paylaşır tüm rüyaları. Bu paylaşım Kaplanoğlu’nun sinemasını bambaşka bir boyuta taşırken, Türk sinemasını yüz akı bir üçlemeyle taçlandırıyor.
İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.