- Bundan yıllar sonra Türkiye’de şu günlerde ne olmuştu diye merak edenlerin oturup izleyecekleri bir belge bu film ve 2000 sonrasında Çoğunluk, Abluka ve Sarmaşık sırasıyla ilerleyen gayri resmi tarih yazıcılarının da son halkası. Çoğunluk, iktidarın baskıcı yapısı üzerine tespitte bulunuyor; Abluka, bu baskı karşısında yaşanan sıkışmışlık hissinin ne derece büyük olduğunu gösteriyor; Sarmaşık, bu iktidar biçiminin artık işe yaramadığını iddia ediyordu ve Kaygı ise noktayı koyuyor: Yapılan yanlışlarla hesaplaşılmadıkça bir adım daha ileriye gitmiyoruz!
George Orwell’ın meşhur romanından Michael Radford tarafından sinemaya uyarlanan 1984 yapımı 1984 filmi kitaptan alıntıyla şu şekilde açılır: “Geçmişi kontrol eden geleceği de kontrol eder. Bugünü kontrol eden geçmişi de kontrol eder.” Yani işin sırrı bugündedir. Bugünün iktidar sahipleri, yönetimleri altındakiler için hem geçmişi hem de geleceği belirleyebildikleri sonsuz bir gücün sahipleridir aslen. Bu nedenle söz konusu iktidar olduğunda; dünü, bugünü ve yarını bir arada düşünmek karşı çıkılamaz biçimde doğru bir davranış kalıbıdır. 1984 romanının yıllardır dünya genelinde çok satan listelerinden hiç düşmeyerek kültleşmesinin ardında yatanın da yazarın iktidar kavramına bu yaklaşımı olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. İşte aynı kaynaktan beslenen Kaygı’nın başarısı da burada gizli. Kaygı, 1984 mantığıyla günümüz Türkiye’sini perdeye taşıyor ve distopya gibi görünmeyen bir distopyayı hayal gibi görünen bir gerçekle iç içe geçiriyor; bu sayede kendi sesini bulmayı başarıyor. Zaten filmin asıl gücü distopyadan ziyade gerçeğe yakın bir anlatıyla Türkiye’nin 1984’ünü anlatabilmesinden kaynaklanıyor.
Hipnotize edici bir müzik ve jenerikle açılışın ardından Ceylan Özgün Özçelik’in kamerası bir tartışmanın ortasına düşer. Kamera 360 derecelik bir hareketle dönerken sosyal medya, geleneksel medya, cesaret, korku, kabullenme, sinme, tepkisellik ve benzer konular bu tartışma ortamında masaya yatırılmış ve hararetli tartışmacıların birbirine karışan konuşmaları arasında parçalar halinde argümanlar duyulabilmektedir. Bu tartışma hepimiz için çok tanıdıktır ve bu yüzden perdeden gelen seslere bir de bizim iç sesimiz karışır. Zulme nasıl itiraz edilir? Tepki nasıl gösterilir? Sokağa mı çıkmalı? Tweet atmak korkakların yapacağı bir şey midir? Kameranın devam eden hareketi ve içinden çıkılması zor tartışmanın ortasında başımız alabildiğine dönerek filmin dünyasına giriş yapmış oluruz böylece. Ve Özçelik film boyunca bizi düşünce bombardımanına tutarak baş dönmemizin geçmesini engellemekte oldukça kararlıdır.
İlk sahnedeki tartışmanın taraflarından biri Hasret’tir (Algı Eke). Hasret, siyasi iktidarın destekçisi olan bir televizyon kanalında kurgucu olarak çalışır. Kendisi kişisel olarak iktidarı desteklemese de yaptığı işten büyük bir rahatsızlık duymaz. Onun yaptığı şey belgesel kurgulamaktır; yani, bir bakıma suya sabuna karışmadan, bataklığa teğet geçerek işini yapar. Bu sayede içini rahatlatır ve birçoğumuz gibi suçluluk hissi yaşamamak için kendini kandırır. Aslında yalan haber, brutal otorite, propagandacılık, haksızlık ve hatta bir nevi delilikle çevrelenmiş bir hayatı vardır Hasret’in. Twitter yerine Twittürk’ün olduğu bir ülkenin medya çalışanıdır o. Ama tüm bu olan bitenin aktörü olarak değil, sadece kurbanı olarak görür kendini. O yüzden evinde bile güvende hissedemez. Yine de iş yerinde küçük küçük söylenmelerin haricinde bir tepki göstermekten uzaktır. Ta ki 16 yıllık görevinden alınana kadar.
Yaptığı iş yukarıdakiler tarafından beğenilmeyince bir nevi mobbingle daha basit işlere verilir Hasret ve haber kurgusu yaparak işin asıl pis tarafına düşer. Artık tüm haberleri iktidarın çıkarına olacak şekilde kurgulamaktan başka bir görevi yoktur. Burada günümüz iktidarının sır olmayan baskıcılığını vurgulamanın ötesinde bir detay oldukça dikkat çekici. Hasret bu kanalda çalışmaya 16 yıl önce başlamıştır; yani, filmin yapım yılını hikayenin geçtiği yıl kabul edersek mevcut iktidarın henüz iktidara gelmediği 2001 yılında. Pek de politik olmayan bu kurgucu kadına 16 yıl önce iş imkanı sağlayan kurumun 16 yıl sonunda geldiği nokta Türkiye’de siyasetten medyaya kadar birçok alanda yaşanan büyük değişimin çok doğru bir teşhisi olarak göze çarpıyor.
Hedef tahtasının ortasına iktidarı yerleştiren film; eleştiri oklarından en büyüğünü medyadaki yozlaşma üzerinden fırlatırken, bunun yanına kadın olmak, erkek olmak, toplumsal şiddet, cinsiyet rolleri, kentsel dönüşüm, çevre ve şehircilik politikaları, inşaat sektörü, AVM kültürü gibi birçok küçük eleştirel ok yerleştirmeyi de ihmal etmiyor. Tüm bu olan biten her şey normalmiş gibi yaşayan insanlar arasında Hasret’in zihni ve ruhu bir noktadan sonra dayanmamaya başlar. İşte bu sırada Hasret’in anne babasının şüpheli ölümü konusunu açar bize film. Birkaç hatırlama sahnesinde elinde bağlamasıyla gördüğümüz Hasret’in babası ve annesinin trafik kazasında öldükleri söylenir ama hiçbir arşivde bu bilgi bulunmamaktadır. Hasret de bugünü kontrol eden iktidarın geçmişi de kontrol edebileceği bilinciyle bu işin peşine düşer. Bu noktada “Hasret” isminin yaptığı politik ve tematik göndermeyi de göz önünde bulundurduğumuzda – hadi göndermeyi sezemeyenler için söyleyelim; Hasret Gültekin, Sivas Katliamı’nda hayatını kaybeden ozanların en ünlülerinden biriydi – anne ve babasının 2 Temmuz 1993’te yaşanan katliamda ölmüş oldukları fikrini hemen ediniriz.
Her yıl 2 Temmuz’da #UnutMADIMAKlımda hashtag’iyle tweet attığımız, hashtag’i trend topic yaptıktan sonra da 3 Temmuz’da her şeyi unutarak devam ettiğimiz toplumsal yaşantımız aslında Hasret’in bu süreçte kişisel olarak yaşadıklarından çok da farklı değil. Onun görmeye başladığı rüyalar ve duyduğu sesler nasıl gerçekle hayal arasında bir yerde duruyorsa, 2 Temmuz 1993’te yaşananların bugün Türkiye halkının hafızasında tuttuğu yer de aynı derecede bulanık. Filmin başındaki tartışma sahnesiyle bir arada düşünürsek; belki korkularımız, belki tepkilerimizin zayıflığı, belki de yaşanan travma sebebiyle toplumsal hafızamızda baskılanan bir kabus Sivas Katliamı. Kişisel ve toplumsal özgürlüklerin daha yerleşik olduğu ülkelerde benzeri yaşansa, olan bitenle tamamen hesaplaşılmadan yeni bir sayfanın açılamayacağı kadar büyük bir olay olan Sivas Katliamı, bizim içinse – haklı veya haksız nedenlerle – 2 Temmuz’larda atılacak birer tweet’ten ibaret. İşte bu noktada Kaygı filmi, gözden kaçmaya müsait bir detayda tavrını ortaya koyuyor. Kentsel dönüşüm çerçevesinde Hasret’in evi de yıkılacaktır ama o hala evde yeni mobilyalar yapmakta, eve daha da fazla yerleşmektedir. Aslında Hasret’in istediği durmak, kök salmaktır. O, bu yoğun değişim dönemine ayak uydurmak istemez. Geçmişiyle hesaplaşmamış bir toplumun ferdi olarak Hasret, geriye dönük sorunları çözmeden ilerlemeye devam etmeyecektir.
Filmde Sivas Katliamı’ndan medya yozlaşmasına, kentsel dönüşümden kadına şiddete kadar günümüz Türkiye’sine dair birçok konuya değinilmesi, bir taraftan Mahsun Kırmızıgül tarzı bir yüzeysellik oluştursa da diğer yandan Hasret’in dramatik bir karakter olarak beslendiği yeni kanallar açması bakımından işlevsel bir araç olmuş. Belki ilk filmini yapmanın heyecanıyla, belki de yarın ne olacağı belli olmadığı için şimdi söz söyleme imkanı varken bunu sonuna kadar değerlendirmek isteğiyle Ceylan Özgün Özçelik her şeyi bir filme sıkıştırmaya çalışmış gibi; iyi de olmuş.
Kaygı yer yer propagandist bir havaya bürünse de propagandasını yaptığı şeyler bakımından sanatçı sorumluluğu üzerine düşünmemizi sağlayan bir film. Bu sorumluluğu yerine getirirken de kurduğu sinemasal dünya, senaryosu veya tekniğiyle değilse bile – ki tekniği, özellikle de ses kurgusu çok başarılı – politik bir metin olarak Türkiye sineması tarihinde hak ettiği yeri bir gün mutlaka alacak. Bazı filmler yapıldıkları dönemin tarih yazıcılarıdır. Kaygı da medyanın yalan haberleri ve baskıcı yönetimle insanların gerçekte yaşananlardan bihaber olması, bilenlerinse bu delilik ortamında zamanla unutması üzerine kurulan film evreni üzerinden bugünün tarihini gayri resmi olarak kaydediyor. Bundan yıllar sonra Türkiye’de şu günlerde ne olmuştu diye merak edenlerin oturup izleyecekleri bir belge bu film ve 2000 sonrasında Çoğunluk, Abluka ve Sarmaşık sırasıyla ilerleyen gayri resmi tarih yazıcılarının da son halkası. Çoğunluk, iktidarın baskıcı yapısı üzerine tespitte bulunuyor; Abluka, bu baskı karşısında yaşanan sıkışmışlık hissinin ne derece büyük olduğunu gösteriyor; Sarmaşık, bu iktidar biçiminin artık işe yaramadığını iddia ediyordu ve Kaygı ise noktayı koyuyor: Yapılan yanlışlarla hesaplaşılmadıkça bir adım daha ileriye gitmiyoruz!
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.