Into the Wild (2007): Doğa ve Kimliğin Yanlış Konumlandırılması

Into the Wild (2007): Doğa ve Kimliğin Yanlış Konumlandırılması

Share Button

İyi bir filmin iyi bir romanla eşdeğer olduğu düşüncesinin, birçoğumuzu sinemaya bağladığını düşünürüm. Beni bu düşünceye iten en kuvvetli sebep; sinema ile en çok bağ kurulan sanatın edebiyat olmasıdır. Bir filmin görsel sanata dönüşmeden önce var olan yazınsal şekli senaryonun, başlıca iki temel hareket noktası bulunur. Bunlardan biri özgün senaryolar, diğeri ise edebiyat uyarlamalarıdır. Ve bir edebiyat eserinin sinemaya uyarlanması özgün bir senaryoyu oluşturmaktan daha sancılıdır. İşte bu yüzdendir ki sinemadaki uyarlamaların birçoğu izleyicisini memnun edemez. Tıpkı Sean Penn’in yönetmenliğini yaptığı ve aynı adlı biyografik romandan uyarladığı kült filmi Into the Wild gibi.

Amerikalı yazar ve dağcı Jon Krakauer, Chris McCandless’ın yapmış olduğu Alaska yolculuğunun uzunca süre saplantılı bir şekilde izini sürmüş ve Into the Wild kitabını yazmıştır. Kitabın/filmin konusunu oluşturan yolculuğun öznesi McCandless, üniversiteden mezun olduğunda banka hesabındaki tüm birikimini açları doyurmaları için Oxfam isimli yardım kuruluşuna bağışlayarak, cebinde beş kuruş parası olmadan yollara düşer. Var olan dünya düzeninden, babasının despot tavırlarından, ailesinin ikiyüzlülüğünden, birbirlerine kötülük yapan insanlardan bıkan McCandless, kendisini toplumdan soyutlayarak gerçeğin kendisini bulmak için Alaska’ya yani doğaya yolculuğa çıkar.

Krakauer’in kitabından ve McCandless’ın yaşam dolu ruhundan ve gerçekçilik tutkusundan etkilenen Penn ise sıkı bir ikna sürecinden sonra kitabı sinemaya uyarlamıştır. Uyarlamanın içerik olarak kitaptan uzak olduğunu, hikâyenin fazla duygusallaştırıldığını ve filmde kitaptan farklı olarak ideal/aziz bir karakter oluşturulduğunu düşünüyorum. Penn’in karakteri kitaptan farklı olarak idealize etmesinin, McCandless’ın okuduğu kitapların karakterlerini kendisine yoldaş bulması ile paralellik kurarak açıklayabiliriz. Sonuçta, anlatılan her ne kadar gerçek bir hikâye olsa da, Penn için McCandless, kendisine örnek teşkil eden, yoldaş olan, sevdiği bir roman karakteridir. Gerçeğin peşinde olan bir karakterin, yönetmenin dışarıdan müdahalesi ile gerçek kişiliğinden uzaklaştırılması nedeniyle, hikâye olarak sorunlu fakat sinematografi ve yönetmenlik açısından başaralı bir film ortaya çıkıyor.

Hikâyenin sorunlu olmasının tek sebebinin karakterin yapısına yapılan keskin müdahale olduğunu söyleyemeyiz. Filmde doğa, ulaşılması gereken asıl hedef mi yoksa kaçışa yardımcı bir araç mı; yolculuğun yapılış nedeni, insanların kötülüğünden bir kaçış mı yoksa gerçeğin arayışı mı olduğu sorularının cevabı yok. Oysa McCandless’ın etkisinde kaldığı iki yazarın (Jack London ve Henry David Thoreau), vahşi hayata, yolculuğa ve gerçeğe bakışları çok nettir. London, Demiryolu Serserileri kitabında neden hobo olarak trenle ülkenin dört bir yanını gezdiğini açıklarken, bu hayatın kendi içinde var olduğunu ve kanında onu rahat bırakmayan yolculuk yapma tutkusu olduğunu dile getirir. Yollara düşmenin, düşmemekten daha kolay olduğunu, hayatı boyunca aynı vardiyada çalışacak şekilde yaratılmadığını söyler. Thoreau ise, ormana, Walden Gölü kenarına taşınmasını, kendine özgü bir şekilde yaşamayı arzuladığı, hayatın sadece asli gerçekleriyle yüzleşmek istediği ve bir gününü dahi olsa doğa kadar kendiliğinden yaşamak istediği şeklinde açıklar. Bu referanslarla yola çıkacak olursak, filmde çizilen gerçeğe/vahşi yaşama/doğaya yolculuğun, sorunlu ebeveynlerden ve hastalıklı toplumdan kaçış olarak aktarılması, yukarıda bahsettiğim soruların yanıtsız kalma sebebi. Karakteri etkileyen kişilerin özneleri yolculuk veya doğa iken, film boyunca karakterimiz için bu durum yer yer özne olarak ele alınırken yer yer özne konumundan uzaklaştırılarak nesne (kaçışa yardımcı bir araç) olarak işleniyor.

Yine London, kitabında, hoboların takma isimlerinin, kendileri tarafından üstlendiği ya da arkadaşları tarafından onlara takılan demiryolu isimleri olduğunu söyler.  Hikâyedeki bir diğer kafa karışıklığı da burada ortaya çıkıyor. Filmde McCandless’ın, Alexander Supertramp (Alexander Süperberduş) ismini alış sebebinin böyle bir nedenden mi yoksa kimliğinden bir kaçış mı olduğu ikilemi mevcut. Karakterimizin yolculuğun başlangıcında eski kimliğine dâhil tüm belgeleri keserek/yakarak yok edişi kimliğinden bir kaçış olarak algılansa da, yönetmenin filmin sonlarına doğru “her şeyi gerçek isimleri ile adlandırmak” vurgusu ile sahip olunan kimliğe geri dönüş bu ikilemin başlıca nedeni. Bu sorunun da yukarıda bahsetmiş olduğum, hikâyenin olandan daha fazla dramatilize edilişi ile ortaya çıktığını düşünüyorum. Öyle ki, yine aynı sahnelerde yönetmenin hikâyeye çok keskin bir müdahalesi olan “Mutluluk paylaşıldığında gerçektir” cümlesi ile yapılan tüm yolculuğun yapaylaştırılması, yolculuğun yapılışının bir hatadan olduğu imajının çizilmesi gibi etkileri mevcut.

Modern yaşamın bunaltıcı yaşam kurallarından, beton ve demirin karanlık, melankolik renklerinden, gerçekten uzaklaştırılmış yapay nesnelerden; nezaketen veya zorla uyulması gereken kuralların olmadığı, yeşilin hâkim sürdüğü, her şeyin olduğu gibi ilk hali ile bulunduğu doğaya yolculuk hayalini yaşamış veya bu hayali kuran birçok kişi ile karşılaşmışızdır. Kimileri için bu durum hayal olmanın ötesine varamamış, kimileri için birer tecrübe olmuştur. Büyük bir kitlenin hayallerinin bir parçası olan yabana yolculuk gibi esaslı bir hikâyeyi -elinde örnek teşkil edecek olanı mevcut olmasına rağmen- iyi bir şekilde işleyememiş oluşu yönetmenin en büyük eksikliği. Filmin bir kesim tarafından sevilmesi ve kült film statüsüne girmesinin altında ise yönetmenin teknik olarak başarılı bir iş çıkarmış olması yatıyor. Film boyunca Alex’in kameraya bakarak konuşması, karaktere odaklanmış hızlı şekilde seyir eden sekanslar, enfes doğa manzaraları ve Eddie Vedder’in film için yapmış olduğu müzikler ile hikayesi sorunlu olmasına rağmen izlenilmesi gereken bir film ortaya çıkıyor.

twitter.com/teksinbegec

, , , , , , , , , , , , ,

3 comments

  1. Rabia Keskin Küçük

    Filmde eksik olan bir şeyler var hissi beni bırakmadı. Sonuna doğru hissettirilen pişmanlığa mana veremeden filmden koptum ve ne için çıktı neler yaptı ne oldu şeklinde filmin sonunda resmen mutsuz oldum. Yere göğe sığdırılamadığı için kendimi sorguladım ama bir şeyler tam değildi. Analiziniz o o kadar net bir şekilde problemleri ortaya döküyor ki zihnimde soru işareti kalmadı. Sanki düşünüp adını koyamadığım bir örüntü vardı ve okuyunca işte evet buymuş dedim. Bildiğini bilmediğin bir şeyin birden dile gelip zihne oturması. Kaleminize sağlık. İzlenmesi gereken çok güzel bir film ama kült denecek kadar değil. Herkesin kaçış hayaline göz kırptığı ve gerçek bir öyküden alıntı olduğu için yere göğe sığmıyor ama kusursuz değil, kusurlu bir yapım. Bu yüzden beğeniyorum, meraklısına öneriyorum ama benim için kült değil, ilk onda hatta ilk yirmide değil

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir