Charles Chaplin kısa filmlerinde olgunlaştığı Şarlo karakterini uzun metraj filmlerine dâhil ederken akıllıca bir kararla ciddi bir stil değişikliğine gitti. “Gag”lardan oluşan ve kendi içinde bir bütünlüğü olan kısa filmlerdeki durum komedisi anlayışını koruyarak, üzerine eklediği toplumsal eşitsizliğin sonuçlarıyla desteklenen bir dramatik çatıyı, uzun metraj filmlerinin ana hatları olarak belirledi. Böylece hem kendisine ün getiren sirk cambazı ve mim ustalığını belirginleştiren kısa filmlerine ihanet etmemiş hem de karakterini derinleştirip, ölümsüzleştirmeyi başarmış oldu. Sıra dışı bir doğallık ve izlediğimizin film olduğunu bildiğimiz halde izleyiciyi mutlaka bir yerinden yakalayıp etkilemeyi başaran Charles Chaplin, Şarlo sayesinde palyaçoluğu bir sanat dalı haline getirmeyi başardı.
Asıl gücünü komediden alsa da, filmlerinin tüm dramatik yapısını melodram üzerine kuran bu abartılı sinema anlayışını günümüze kadar başaran başka bir kimse çıkmaması da, Charles Chaplin’in görsel komedi anlayışının sinema tarihi için önemini yaklaşık bir yüzyıl sonra izleyiciye tekrar hatırlattı.
Melodramın En Saf Hali
Charles Chaplin’in sinemasında güldürü en önemli öge olsa da melodram, tüm filmlerinde bulunan diğer lokomotif unsurdur. Zaten Charles Chaplin sinemasında özellikle Şarlo karakteri melodrama çok uygundur. Şarlo saf, temiz ve iyi kalpli bir karakterdir. Hayatı abartılı bir şekilde tesadüflerle örülmektedir ancak başına gelen her kötülüğe rağmen masumiyetini kaybetmez. Hayattan beklentileri küçüktür ama yaşamayı sever. Genel melodram anlayışında iyiler hep iyi, kötüler ise daima kötüdür. Charles Chaplin sineması mevzu bahis olduğunda ise bu özellik biraz değişmiştir. Tüm Charles Chaplin filmlerini düşündüğümüzde aklımıza gerçek anlamda bir kötü karakterin gelmesi çok zordur. Kötülük daha çok hırsı simgelemektedir ve tabana yayılmıştır. Kötülüğün sebebi sosyal çıkışsızlıktır. Charles Chaplin filmlerinde melodram saf ve iyi kalpli Şarlo’nun mutluluğa giden yolundaki tesadüflerin altını çizmek için kullanılmaktadır. Günümüz sinemasında oldukça irite duracak bu yapı, şaşırtıcı şekilde Chaplin sinemasının özüdür. Meşhur filmi City Lights (1933) bunu en çok destekleyen film olarak göze çarpar. City Lights’ta Charles Chaplin, kör bir kıza âşık olup onun masraflarını karşılamak için çalışmasını ve başına gelen komik olayları anlatır. Dışarıdan bakıldığında Şarlo burada tamamen bitmiş durumdadır. İşsiz, parasız ve âşıktır; ancak film yine de mutlu sonla biter. Şarlo’nun bakış açısı filmin en başında sarhoş karakterine söylediği gibi “cesur olup hayatla yüzleşmektir”. Aynı şekilde bir dramatik yapı kuran The Kid’de (1921) ise Şarlo sokağa terk edilmiş bir çocuğu büyütmektedir. Birlikte çalışıp birlikte yaşarlar; ancak Şarlo’nun sevgisi dışında çocuğa verecek bir şeyi yoktur. Elinden geleni yapar, hastalandığında ona bakar ama çözüm üretemez. Filmin kendisinden de meşhur afiş çalışmasında olduğu gibi, hüzünlü gözlerle izleyiciye bakar. Sinema tarihinin bu en hüzünlü pozu aslında Charles Chaplin’in çocukluğuna bir bakışıdır.
The Kid birçok açıdan Charles Chaplin sinemasının temel tüm ögelerini barındırır. Mendil ıslatan bir melodram üzerine kurulmuş bu dramatik yapı, “gag”larla komediye dönüştürülmüş bir filmdir. Charles Chaplin’in sıkıntılı geçen çocukluğundan izleri de filme yansıyınca kişisel ilk filmini elde etmiştir. Dikkatli izlenildiğinde The Kid, sosyal açıdan dibe vurmuş bir halka ayna tutmaktadır. Şarlo’nun evi harabe durumdadır, polisten kaçarken kaldıkları geçici han, pislik ve sefalet içerisindedir. En belirgin insani ihtiyaçları beslenme, barınma ve sağlık; parası olana ait bir hak olarak görünmektedir ya da bu kişilerin merhametine kalmıştır. Küçük bir çocuğu para için ispiyonlayan han sahibi örneğinde görüldüğü gibi, para yaşamdaki en önemli olgudur. İçerdiği hüzün, filmin sonu dışında büyük bir çıkışsızlık hissiyle desteklenir. Bu durumda mutlu biten film bir anlamda kendi içinde çelişse de, şu unutulmamalıdır ki; Şarlo, hüzünden beslenen bir komedi karakteridir. City Lights ile The Kid’in ortak noktası iki filmde duygusal olarak izleyicinin üzerine oynayan filmlerdir; ancak bir yanıyla da ikisi de ölümüne komiktir. The Kid’de Şarlo’nun insani yönleri daha iyi anlatılırken; City Lights’ta ise komedi ve dram eşsiz şekilde birleştirilmiş bir başyapıttır.
City Lights’ta geceleri ile gündüzleri birbirini tutmayan zengin sarhoş karakteri başarılı bir kombinasyon ile Şarlo’nun komedi malzemesi olarak filmde yer alır. Birlikte yemek yedikleri ve puro yaktıkları balo sahnesi baştan sona komedidir. The Kid’deki sokak kavgasının boks maçına dönüşmesi “gag”ını Charles Chaplin City Lights’ta ilerletmiş ve oldukça komik bir boks maçı sahnesine dönüştürmüştür. Ancak Chaplin’in saf komedi yeteneğini görmek için bakılması gereken filmler The Circus (1928) ve sıra dışı kısa filmi The Pilgrim’dir (1923). Charles Chaplin’in hassas bir ayarla çektiği The Pilgrim, din ile dalga geçmeden dinin sistematik bir eleştirisini yapar. Şarlo’nun papazlığının kimse tarafından sorgulanmadığını düşünürsek, Charles Chaplin dini değil ama din adamlarının güvenirliliğini eleştirmiştir. Papaz Şarlo taklit yeteneğinin de yardımıyla elinden geleni yapar, hatta kendi usulünce vaaz bile verir. Vaazı gösteriye dönüştürüp alkışları kabul edip selam vermesi, bağış verenlere karşı gülücükler dağıtması ya da kaşlarını çatması gibi verdiği tüm tepkiler ayini bir oyuna çevirme girişimidir. Bu oyun masumdur ancak papaz kimliğine taşranın verdiği abartılı saygı akla korkuyu getirir. Şarlo kitleler tarafından saygıdan korkuya dönüşmüş, kutsallığı ya da gerçekliği tartışılamayacak papaz kavramını eleştirir. The Circus ise baştan sona “gag”larla ilerleyen bir filmdir. Komedi denilince akla gelen ilk isim Charles Chaplin’in, bir sirkte iş bulup başarısız olması baştan bir ironidir. Filmin en meşhur anı Şarlo’nun aynalarla dolu odaya girip kendisiyle yüzleştiği sahne olması da ironiyi biraz daha arttırır. Daha da ilginç olanı ise Charles Chaplin’in en hüzünlü filmi olarak bilinmesidir. Belki de bunun sebebi Şarlo’nun ilk defa sevdiği kişiyi, filmin sonunda kazanamayıp ardından baktığını gösteren hüzünlü sonudur. Ancak ne sonu ne de film içinde gördüğümüz adaletsiz çalışma koşulları The Circus’un en komik Charles Chaplin filmlerinden biri olmasını engelleyemez. Bu kez alttan gelen melodram da göze batmamaktır. Berber numarası ve aslanın kafesine kendini kilitlediği sahneler muhteşem “gag”lar içerir. Charles Chaplin kısa filmlerindeki dokuyu The Circus’ta tekrar yakalamış, o rahat duramayan haşarı Şarlo ortaya çıkmıştır. Olaydan kaçmak yerine geçici çözümlerle olayı öteler, nesnelere farklı anlamlar yükleyerek onları, insanların kafasındaki algılardan farklı şekillere sokar. Yolda yürürken takılıp düşse, bir türlü geçemediği bir engele dönüşse ya da başına bela olsa da Şarlo için asıl tehlike nesneler değil insanlardır. Şarlo için tüm nesneler bir savunma aracıdır, tehlike anında sınırsız bir düş gücü vardır ve onlarla yapamayacağı şey yok gibidir.
The Circus için Charles Chaplin’in kendi özünü Şarlo’ya uyarladığı film demek mümkündür. Öncesinde çektiği Gold Rush (1925) ise Chaplin’in kendi tanımıyla “her zaman hatırlanmak istediği” filmdir. Chaplin, Gold Rush’ta 1896-98 yıllarında Klondyke de yaşayan altın arayıcıların içinde bulundukları sefalet ile 1846 yılında Sirera Nevada da kar mahsurunda kalan göçmen kafilesinin ölü arkadaşlarının cesetlerini yemesiyle son bulan “Donner Kafilesi Felaketi”nden muhteşem bir komedi filmi çıkarmıştır. Trajedi ile komediyi sosyal eşitsizliği açıkça vurgulayarak harmanlamış, kendine özgü dokunuşlarla özgünleştirmiştir. Aslında altın arayıcısı olma fikri Şarlo’ya pek uygun değildir. Charles Chaplin, Şarlo’yu şekillendirirken para mefhumuna önem vermez, para hayatı devam ettirmek için bir araçtır; Şarlo için amaç olamaz. Zaten filmin duygusal yönü hikâyeye dâhil olduğunda, paranın önemi Şarlo için biter. Gold Rush’ta dikkat çekilen yoksulluk, beslenme sorunu ve güvensizliktir. Filmde tüm bunları özetleyen bir yemek sahnesi mevcuttur. Kendinden oldukça kuvvetli bir maden arayıcısıyla birlikte mahsur kaldıkları kulübede Şarlo yemek için botlarını hazırlar. Botu tabağa koyup sofra adabına uygun olarak zarifçe üst kısmını kaldırarak ayıklar. Çivilerle dolu tabanı temizler, bağcıklarını da spagetti olarak servis eder. Kendisini bir tavuk gibi gören diğer arayıcının korkusundan botlarını pişirmiştir. Şarlo burada hem can güvenliği hem de açlıkla başa çıkmaya çalışmaktadır. Buradan kurtulsa bile dışarıda sefalet onu beklemektedir. Şarlo’nun smokin benzeri ceketi, baston ve şapkasıyla her ne kadar eski de olsa şık bir görünümü vardır; ancak perişandır. Kıyafet ya da yiyecekler zenginliğin göstergesi değildir. Zenginlik parayla elde edilen bir şeydir, geçici de olabilir. Gold Rush’ta en dikkat çekici olan zengin ile fakiri kıyaslama gibi bir hataya düşmemesidir. Charles Chaplin olayı genel olarak bir sosyal eşitsizlik olarak ele alır. Ayrıca bu filmin bir diğer özelliği de Charles Chaplin’in en özenli işi olmasıdır. Günümüz teknolojisi olmadan maketlerle yaptıkları inanılmazdır. Maket ve gerçek çekimler arasındaki geçişler eskimiş olmasına rağmen günümüz teknolojisine alışmış izleyici için bile sırıtmaz. Uçurumun kenarındaki ev sahnesi bir komedi klasiği olması dışında teknik olarak da etkileyicidir. Tüm Charles Chaplin filmografisi içerisinde sinematografik olarak en göze çarpan filmidir.
Duyarlı ve Komik Adam
Bunca gürültüye ve neşeye rağmen Gold Rush’ta ve The Circus’ta göze batan bir şey daha vardır: Güç çalışma koşulları. Kaba kuvvete varacak kadar baskı gören işçiler, sokaktaki parasızlık filmin arka planında göze çarpar. Charles Chaplin’in, The Circus’ta Şarlo’nun gözünden işçilerin durumunu anlatırken Şarlo’yu bizzat sistemin çarkı haline getirip eleştirinin dozunu arttırdığı filmi ise Modern Times’dır (1936). Birinci dünya savaşı ve dünyada yaşanan büyük buhrandan sonra Charles Chaplin gibi Şarlo da hem olgunlaşıp hem de sosyal duyarlılığını arttırmıştır. Ekonomik eşitsizliğin artması, yoksulluk ve en önemlisi işsizlik artık birinci sorundur. Kapitalist sistemin çarklarına burnunu sokan Şarlo, çalıştığı fabrikadaki koşulları, modern çağın mekanikleri altında ezilip değersizleşen insanları ve maddi statünün önemini anlatmaya başlar. Hikâyeler melodram kalıplarından çıkıp sokağa akmaktadır. Belki Şarlo baştan beri sokaklarda gezen bir serseridir ancak daha önce ilgilenmediği konularla da ilgilenmektedir. Modern Times bu ilgiyi başlatan filmdir. Ancak bu ilgiyi Charles Chaplin’in politik sinema yapmaya başladığı gibi algılamak doğru olmaz. Şarlo apolitik bir karakterdir, sınıf bilinci yoktur, taraf tutmaz. Charles Chaplin kapitalist sistemi eleştirmiştir ancak işçileri korumak ya da kapitalist sistemi yıkmak gibi bir derdi yoktur. Modern Times; sanayi toplumunda yaşamaya başlayan Şarlo’nun bireyselliğini destekleyen maceralardır. Charles Chaplin sokaktaki halkın yaşam koşullarının düzelmesini ister; ancak kendisinin birilerini peşinden sürüklemek ya da kahraman olmak gibi dertleri olmamıştır. Modern Times Şarlo’nun en son göründüğü filmdir. Küçük serseri kendine yeni kimlikler bulacak hatta kendini öldürecek ama özü hep sinema tarihinde yaşamaya devam edecektir.
İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.