Sabri Gürses: “Estetik Politika Kadar Tehlikeli Az Şey Var.”

Sabri Gürses: “Estetik Politika Kadar Tehlikeli Az Şey Var.”

Share Button
Röportaj: Kürşat Saygılı

İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz? Nerede ve kaç yaşındayken bu filmi seyretmiştiniz?

İlk izlediğim filmi hatırladığımdan emin değilim. Komşuya gidip onların televizyonunda Bonanza, Küçük Ev ve yerli filmler izlediğimi hatırlıyorum, Küçük Ev’de ağladığımı da hatırlıyorum sanırım. Ama çok net hatırladığım başka bir film var, daha sonraki bir zamanda seyrettiğim bir film. Adını hatırlamıyorum, afişi hatırlıyorum, adamın tek kolu silindir biçiminde bir silah oluyordu. Bir de süpersonik adamı hatırlıyorum, onun filmini belli belirsiz hatırlıyorum.

Çocukluğunuzun sinemaları nasıldı? Sıklıkla sinemaya gider miydiniz?

Sinemalar ikiye, hatta dörde ayrılırdı benim dönemimde. Önce yazlık ve normal sinemalar vardı, Bahçelievler-İncirli’de otururduk, Aksaray, Laleli sahilindeki yazlık sinemalara giderdik; sonra Fındıkzade’deki sinemaya giderdik, Bakırköy’e giden yolda bir sinema vardı, ona giderdik, Yayla’da vardı bir sinema… Çocukluğumdan hatırladığım bunlar daha çok… Sonra ortaokul, lisede Beşiktaş sinemaları vardı.  Bir de televizyon-sinemalar vardı, herhalde video filmler izlerdik Aksaray sahilindeki çay bahçelerinde, çekirdek çitler, film seyrederdik. Ve son olarak evdeki televizyonlar sinema sayılırdı, 80’lerin ortalarına kadar televizyon girmedi bizim eve, o yüzden hep komşuya giderdim, o da bir sinemaydı. Böyle sayınca, sinemadan hiç çıkmamışım herhalde.

Sinema deyince aklınıza gelen ilk şeyi (anı, görüntü, kişi, sözcük, vb.) bizimle paylaşır mısınız?

Annemle birlikte, Bakırköy’e giden o yolda seyrettiğimiz bir bilimkurgu filminde bir adam vardı, kolunu kaybediyor, yerine hızar gibi bir şey takıyordu. O afişi hatırlıyorum genellikle. Ama bunu deyince, yine orada seyrettiğimiz bir süpersonik adam filmi ve bir de Metropolis geliyor gözümün önüne. Metropolis müzikli, yeni versiyonuyla birlikte. Annem bayılırdı müziklerine.

Ne sıklıkla film seyredersiniz?

Artık hemen her akşam bir film izliyor gibiyim -şöyle bir alışkanlığım da var, düzeltme yaparken bir film açık olursa daha rahat çalışıyorum, özellikle gece geç vakitlere kaldıysam.

Defalarca seyrettiğiniz bir film var mı?

Birçok vardır, ama Leon diyeceğim. Ah, bir de Cyrano de Bergerac ile Selvi Boylum Al Yazmalım.

Sinemada mı film seyrediyorsunuz, evde mi? Festivalleri takip eder misiniz?

Sinemaya uzun zamandır düzenli olarak gitmiyorum. Tuhaf şey, ama 20’li yaşlarda zar zor para toparlar, festivalde ya da normal sezonda filmlere giderdim, hem de video vb. farklı seçenekler olduğu halde; sonra iyice pahalandı sinemalar, yaşam tarzı değişti, eve, bilgisayara, internete çekildik.

Bir film seçerken neye dikkat edersiniz? Popüler olmasına mı, yönetmenine mi, hikâyesine mi?

Film seçmeyi asla isme göre yapmadım, yapamadım. Ama yine de bazı yönetmenleri takip ettim; Juan Solanas, Lars von Trier, Bernardo Bertolucci, Federico Fellini, Andrei Tarkovsky… Fakat karakterimden gelen bir şey var, daha çok fikirlerle, tarzlarla ilgileniyorum, isimler uçup gidiyor- oyuncu isimleri de pek kalmıyor aklımda.

En sevdiğiniz yönetmen kimdir?

Lars von Trier ile Ertem Eğilmez.

En sevdiğiniz film hangisi? Neden bu filmi çok seviyorsunuz?

2001: A Space Odyssey. Çünkü ufuk açıcı bir film (hâlâ öyle sayılır mı gençler için, bilemiyorum). Oradaki o geçişler, o taş bloğu, final sahnesi. romandan ne kadar uzak olsa da ona bambaşka bir boyut katan bir film. Buna Solaris’i de katabiliriz.

En son hangi filmi seyrettiniz ve nasıl buldunuz?

En son Hostel 1 ve 2‘yi seyrettim; yani başka filmler de seyrettim ama bunu değişik buldum. Avrupa’nın, bir Avrupa kentinin böyle sunulması ve içindeki “sanat galerisi” metaforu değişik geldi bana. Tam da bizde de yaptıkları gibi, eski bir fabrika-depoyu sanat mekanına dönüştürmek, ama buradaki sanatın insan yok etme olması belki ucuz bir metafordur, ama Slovakya olması da enteresandı. Slavoj Zizek de orada doğmuştu değil mi? Hatta 90 sonlarında okuduğumuz, onun bahsettiği müzik grupları, sonra orada gelişen sanat grupları… Filmde en ufak bir gönderme yok buna dair, ama bir çılgınlık yapıp Zizek’in film okumasını bu noktadan ona (Zizek/film) uygulamak mümkün. Filmin bir yerinde bir müşteri biraz sonra kurban olacak olan çocuğa “içerde bütün paranı kaybedebilirsin” diyor, yüzünde neşe, haz, jouissance (intifa) falan da yok; sahiden bir sanat eseri alan zenginin, koleksiyonerin durumunu düşünmek mümkün. Sonra, filmin sonlarında, Japon kızı kurtarıyor kahraman, kızın yüzünün yarısı yakılmış, kurtarırken yüzden sarkan bir parçayı kesiyor, sonra tren istasyonuna kaçıyorlar, tam bir trene binip kurtulacaklarken kız bir reklam tabelasında (ince bir ayrıntı bence) yansımasını görüyor ve – ki bu kadarı bile epey artistik, bu kadarı bile yeterli olabilir, ama olmuyor – yürüyüp Anna Karenina gibi trenin altına atıyor kendini, böylece hem yeni imajını reddediyor, hem de bu imaj reddiyle dikkatleri üzerine toplayarak kahramanın daha kolay kurtulmasını sağlıyor. (Karenina romanının kaza sahnesiyle açılmasının tersi bir etki) Hostel 2 daha hafif bir film, ama filmin sonunda kadın kahramanın “hepinizi satın alırım” dedikten sonra evi ipotekli-kadın düşmanı katil adayının penisini kesip atarak bir “sanat eseri” imzalaması, bir sanat eseri olarak cinayeti tamamlaması da yine aynı bağlamda aklıma yerleşti. Filmi epey sevmişim sanırım – üçüncüyü de seyrederim yakında.

Vizyona girmesini beklediğiniz bir film var mı?

En son seyrettiğim filmlerden biri Lego Movie’nin ilki oldu, o yüzden merakla ikincisini bekliyorum. Awesome!

Kendi hayatınızla ilgili bir film senaryosu yazsanız nasıl bir hikâye anlatırdınız?

Yıllar önce yazdığım bir öykü vardı, hatta ilk yayınlanan öyküm ve telif aldığım öyküm olmuştu sanırım –Dost Körpe’nin gönderdiği bir banka dergisiydi sanırım- illüstrasyon bile yapmışlardı. Neyse, o öykü kitaplık benzeri bir eve kapatılan ve onları okuyarak ömür süren bir çocuğu anlatıyordu, sanırım yavaş yavaş pencereler kapanıyordu vb. “Sanırım” diyorum çünkü öykü ne elimde ne hafızamda şimdi, ama çocuk bendim, hâlâ da öyle devam ediyor. Böyle bir çocuğun orada yaşadığı bir macerayı anlatırdım muhtemelen, ama Johnny Depp‘in ya da Umberto Eco‘nun kütüphaneleri gibi bir şey olmazdı, Michel Ende‘ninki gibi de olmazdı, orta bir yerde buluşurduk.

Sizi en derinden etkileyen film sahnesi hangisidir? Sahneyi tarif eder misiniz? Bu sahne size ne hissettiriyor?

Cyrano de Bergerac‘ın “Ya ne yapmalı?” şiirini okuduğu sahne. Hayatımı değiştirdi, kararlılığımı artırdı; filmi ne zaman seyretsem iyi geliyor tamamı.

Unutamadığınız bir film karakteri var mı? Bu karakter sizin üzerinizde nasıl bir iz bıraktı?

New York’tan Kaçış‘taki Süprüntü. Onun filmin sonundaki jesti, yeryüzünü bir düğmeye basarak elektriksiz bıraktıktan sonra bir sigara yakması, hayatım boyunca yapmaya çalışacağım şey olsa gerek.

İnsanlık tarihine geçecek türden bir değişim yaşıyoruz. Sinemada bu değişimin izlerini görüyor musunuz?

Hangi değişim? Değişimden kasıt teknolojideki, sanal gerçek teknolojisindeki sıçrama, robotların istilası, doğal kaynakların şirketlerin eline geçmesiyse… 90’ların başında Boşvermişler roman üçlemesinde özet olarak geçmiştim bunu. İnsanlık tarihi bedenden kurtulma çabasının tarihi (ruhçuluk-maddecilik çatışması tarihi dedikleri de bir bakıma bu), günden güne bedeni gereksizleştirip onun yerine vekil-bedenler, beden parçaları geçirmeye çalışıyor insan; bütün bir çalışma ve ekonomi hayatında kendi bedensel emeğinin ve çabasının yerine bir vekil-bedeninkini koymaya çalışıyor insan; kendi yapacağı işi başka bir vekil-taşeron bedene daha ucuza, daha kolay yollarla mal ettirmeye çalışıyor; aynı şekilde sanatın temel işlevlerinden biri de bu, ateş başı oyunlarından antik çağ tiyatrosuna, Homeros-Dede Korkut şiirinden Calvino-Pamuk romanına dek her sanatsal eylem insanın kendi eylemlerini başka vekil-bedenler üzerinde temsili olarak görmesini içeriyor, bu vekil-bedenler aracılığıyla bedeninden, bedenin yükünden geçici sürelerle kurtuluyor insan. Yaşadığımız çağda bu iyice şiddetlenmiş durumda, daha da şiddetlenecek – ama bir ilerleme var mı seyrüsüluk’tan, vecd halinden, şaman, baksı, kam deneyiminden? Onu söylemek zor. Sonuçta bir hayat yaşadığımız, doğmak, sevmek, çalışmak, ölmek ve bir de bunun hikayelerini anlatmak. Diyelim ki sinema salonunda ya da evde ya da bir amfiteatrda büyük illüzyonlarla canlandırılmış, içine daldığımız ve sonsuz yüce imgelerle yüklü, yaratıcısının eşsizliğini ortaya koyan bir filmle karşı karşıya kalıyoruz – bu kaybettiklerimizden, bir ateşin başında korkunç masallar dinlerken esen rüzgardan, yakın bahçedeki lezzetli meyvelerden, az uzakta şırıldayan dereden, düşman ya da tehditlere karşı bulunduğumuz toplulukla birleşmiş olma duygusundan daha mı yücedir? Bizi şimdi sanat dediğimiz, yüksek teknoloji ürünü şeyde başkalarıyla bağlayan şey hiper-soyut bir ekonomiden, satın alma gücünden başka bir şey değil. 90’larda internet yeni başlarken sanal gerçekliği konuşuyorduk, şimdi, yirmi yıl sonra o sanal gerçeklikten hemen hiç çıkmıyoruz.. Belki Leonardo DiCaprio’nun Oscar konuşmasından yapılan o alıntıyı düşünmek lazım, “film için kar bulamadık” diyordu, ama ısrar edip “film için kar” bulmuşlar ve dünya için kar kalmadığını anlatmışlar; bunu Homeros’un destanıyla kıyaslarsak –savaşın dehşetini anlatmak vb.- ne kadar uzağa gitmiş sayılırız? Ama bu kadar lakırtıya rağmen, sağ olsunlar üç boyutlu filmler için; şu gözlüklü filmleri denemeyi merakla bekliyorum.

Sinemanın politik bir misyonu olduğunu düşünüyor musunuz?

Her şeyin politik bir misyonu olduğunu düşünüyorum. Her şey politik, ama politika için sanat yapmak mecburiyeti yok kanımca. Estetik politika kadar tehlikeli az şey var.

Bir çevirmen olarak bir kültürel ürünün (filmin) başka bir ülkede/kültürde çeviri ile insanlara ulaşıyor olmasının dezavantajları olduğunu düşünüyor musunuz?

Böyle düşünmem imkansız çünkü yeryüzünde ne varsa çeviriyle oluşmuş, portakal kalkmış gelmiş Washington portakalı olmuş, hurufat Çin’den kalkmış gelmiş şu ekrana yerleşmiş. Aynı meyve bir ülkede başka tatta, başka bir ülkede başka tatta. Kim diyebilir domates yemeyelim, çay içmeyelim diye! Bütün hüner ürünün tohumunu bozmadan, yeni ortamda kendiliğinden yetişmesine izin vermek, genetiğiyle deneysel ölçülerde oynamamak. Genel olarak çevirinin doğrudan yapılması taraftarıyım, kitaplarda kaynak dilden çeviriyi savunuyorum, ama bir Uruguay, Nepal filminin İngilizceden çevrilmesine ne kadar karşı çıkabilirim bilmiyorum- Solanas’ı İngilizceden çevirdikleri için üzülebilir miyim, sadece çevirdikleri için sevinirim. Ama zaten internette sonsuz sayıda film çevirmeninin olduğu bir dönemde bunu ayrı bir bağlamda değerlendirebiliriz, bu yaygın, kaotik çeviriler yararlı oldukları kadar zararlı mıdır, dezavantajlı mıdır diye sorabiliriz ama nasıl engel olunabilir ki? Engel olunamıyorsa, demek ki bir sarmaşık gibi hayata gereklidir.

sabrigurses_fotoSabri Gürses Kimdir?
Sabri Gürses (1972, İstanbul.) 1999 yılında İstanbul Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi Çeviribilim Bölümü’nde “Çevirmeni Çevirmek: Nabokov’un Eugene Onegin Çevirisi ve Türkçe Onegin Çevirileri” (2005) adlı teziyle tamamladı. Fyodor Dostoyevski (İnsancıklar, Beyaz Geceler, İkiz, Yufka Yürek, Ölüler Evinden Notlar, Yeraltından Notlar, Suç ve Ceza), Mihail Bahtin (François Rabelais ve Ortaçağ-Rönesans Halk Kültürü), Yuri Lotman (Düşünen Dünyaların İçinde), Yuri Oleşa (Kıskançlık), İvan Turgenyev (Asilzade Yuvası, Bozkırda Bir Kral Lear), Aleksandr Puşkin (Dubrovski, Yüzbaşının Kızı), İvan Gonçarov (Oblomov), Lev Tolstoy (İnsan Ne İle Yaşar?), Andrey Belıy (Petersburg, Glossolalia), Mihail Bulgakov (Üstat ile Margarita, Teatral Bir Roman), Solomon Volkov (Büyülü Koro), Boris Pasternak (İnsanlar ve Haller, YKY), Vasili Grossman (Savaşta Bir Yazar), İlya Boyaşov (Muri’nin Yolu), Vladimir Nabokov (Yetenek), Andrey Bitov (Puşkin Evi), Aleksey Kruçenih (Güneşin Zaptı), Saşa Sokolov (Budalalar Okulu), Alisa Ganieva (Bayram Dağı) çevirileri bulunmaktadır. Andrey Belıy’den yaptığı Glossolalia adlı çevirisiyle, 2009 yılında Uluslararası Rus Edebiyatı Çevirmenleri Merkezi tarafından onur diplomasıyla ödüllendirildi. Oblomov çevirisi 2010 yılında Dünya Kitap tarafından yılın çevirisi seçildi. 2011 yılında Çeviri Derneği’nin Genç Soluk Ödülü’nü aldı.
Kitapları: Gereksinimler, Elde Edemeyişler ve İlerlemeler (1990), Unutulmuş Ay Altında (1992), Duraksamadan Eline Alıyorsun Bu Kitabı (1993), Boşvermişler: Bir Bilimkurgu Üçlemesi (1995), Maceraperest Turan Sözlüğü (2013), Sevişme (2014).
, , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir