Ferhat Kentel: “Sinema Yaşadığımız Hayatı Anlamlandırmak İçin Bir Yardım Çağrısı.”

Ferhat Kentel: “Sinema Yaşadığımız Hayatı Anlamlandırmak İçin Bir Yardım Çağrısı.”

Share Button
Röportaj: Berna Stera DeğirmenFatih Değirmen

İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz? Nasıl bir sinemada veya kaç yaşındayken izlediniz?

İlk izlediğim filmi hatırlamıyorum. Ama ilk kez izlediğim filmleri söyleyebilirim. Ben-Hur filmini hatırlıyorum mesela. Bir de sanırım Güneş Batarken (The Last Sunset) filmi vardı ilk izlediğim filmlerden. Kovboy filmiydi. Filmdeki sahnelerden o kadar çok etkilenmiştim ki eve gelince filmdeki sahnelerden beni en çok etkileyenlerin resmini yapmıştım. İlkokuldaydım henüz. Sahne sanırım kavga eden iki adamın bu kavga sırasında ateşe düşmesinin gösterildiği bir sahneydi ve eve geldiğimde bu sahnenin resmini yaptım. Yine ilkokuldayken aşk duygusunu yeni tanıdığım bir dönemde izlediğim hüzünlü bir aşk filmi vardı. Tabii bu filmler hep yazlık sinemada izlediğim filmler.

Yazlık sinema deneyiminizden bahsetmişken çocukluğunuzun sinemaları nasıldı? Bugüne kıyasla sinemada film izleme deneyimi nasıl gerçekleşiyordu?

Yazlık sinemalar benim için asla unutamadığım bir tat. Şimdilerde çok nostaljik geliyor. Çok özlediğim bir duygu açık havada film seyretmek. Küçükken bizim mahallede Üsküdar’da Neşe sineması, Çiftlik sineması gibi sinemalar vardı. Çekirdeklerin yendiği, gazozların içildiği bazen bağırış çağırış filmlerin izlendiği çok eğlenceli mekânlardı. Federico Fellini’nin Amarcord filmindeki film izleme deneyimine benzer eğlenceli ve karnavalesk bir ortamda film izlerdik. Çocukluk döneminde okulda Karaoğlan filmleri gösterilirdi. Ayrıca sinemalarda melodramlar ve Tarzanlı filmler yaygındı. Çocukluğumuzda çoğumuz Tarzan’ın bağırışlarını taklit ederdik. Bütün bunların içinde benim için en anlamlısı yazlık sinema deneyimiydi. Ailecek çıkılır, Pazarbaşı’ndan Bağlarbaşı’na gidilirdi. O yol adeta ‘piyasa’ yeriydi. Tabii, bir Beyoğlu değildi; orta-alt sınıfların caddesiydi. Sonuçta cadde sokağa kıyasla bir üst kategori. Tek tük arabaların, dolmuş olarak kullanılan Amerikan Chevrolet’lerin, Plymouth’ların geçtiği bir yerdi. Böyle bir zamanda en önemli sosyalleşme araçlarından biri sinemaya gitmekti. Bir de o dönemde, zamanı ve mekânı dolduran görüntü ve sesler arasında mahalle aralarında dolaşan ve film reklamı yapan otomobillerdi. Biz çocuklar arabaların peşinde koşar ve ailelerimize bizi götürmeleri için ısrar ederdik. Şimdilerde yazlık sinema lüks bir şey haline geldi.

Ne sıklıkla film seyredersiniz?

Sinemaya çok seyrek gidebiliyorum. Fırsat buldukça evde izlemeye çalışıyorum. Bazen kaçırmak istemediğim filmler için, epey uğraşıp didinip, sinemaya gitme planı yapıyorum. Mesela bu aralar 1915 üzerine olan Yitik Kuşlar filmine gitmeyi istiyorum. Üstelik bu film Kültür Bakanlığı’nın desteklediği ve soykırımı konu edinen ilk filmmiş.

En son izlediğiniz film hangisiydi?

En son Yüksel Aksu’nun İftarlık Gazoz filmine gittim. Biraz Dondurmam Gaymak tadında bir filmdi. Başta çok hoş buldum; gündelik hayata dair göndermeler vardı. Ama sonrası fazla abartılı geldi ve biraz da duygu sömürüsüne kaçmış gibi geldi bana. Yine de bu tarz filmlerde şu yanı seviyorum: Gündelik hayatı açığa çıkaran ve toplumun kendi üzerine düşündüğünü gösteren filmler. Sinema da bence sosyoloji gibi toplumun kendi üzerine düşünmesi için iyi bir araç. Gündelik hayatta görmediğin, dikkat etmediğin bir şeye kamera odaklandığında, üzerine düşünmeye başlıyorsun.

Defalarca seyrettiğiniz bir film var mı?

Genelde aynı filmi tekrar izlemiyorum, onun yerine başka filmler görmeyi tercih ediyorum. Kitapla ilişkim de böyledir. İkisinde de unuttuğum bir yer varsa sadece o bölümler için dönüyorum.

Bir filmi seçerken neye dikkat ediyorsunuz? Yönetmenine mi? Hikâyesine mi?

Bu kelimeyi çok sevmiyorum ama benim için faydalı olabilecek filmlere gitmeyi tercih ediyorum. Örneğin Özcan Alper filmlerine giderken tereddüt etmiyorum. Bu memlekette ruhunu çok sevdiğim, şiir ruhlu bir insan. Hem hikâye hem görsellik olarak beni besleyeceğini biliyorum. Konu olarak ilgimi çeken ve sözüne güvendiğim kişiler tarafından iyi olduğuna dair bir şeyler duyduğum filmlere gidiyorum.

O halde yönetmenin duruşu sizin için önemli mi?

Tabii ki evet ama sadece yönetmenler için değil, yazar-çizerler için de böyle. Bir şekilde insanların kişiliklerine dair olumsuz şeyler duyunca bunları göz ardı edemiyorum. Kötü bir adamın süper makaleleri beni pek fazla cezbetmiyor. Okumayı reddediyorum. Bence iyi bir insan olmak önemli bir kıstas. Bendeki bu durum muhtemelen başka bir teorik formasyondan kaynaklanıyor. Modernist ikili ayrımlar benim için geçerli değil. Modernizmin yarattığı insanı ikiye bölen ayrımlarla uğraşmaya çalışan biriyim. Bu nedenle sanat eserini üreten kişinin duruşu benim için önemli bir hal alıyor.

Bu bağlamda başka sevdiğiniz yönetmen veya filmlerden bahsedelim isterseniz…

Hiyerarşik bir sıralama kurmuyorum ama Taviani kardeşlerin yaptığı filmleri severim. Kaos filmi tekrar izlemeyi istediğim bir film. Filmde geçen bir hikâyede anlatılan köyle benim yaşadığım köy birbirine çok benzer. Bizim köyde mesela perili bir kavak vardı. Her köyde böyle perili cinli hikâyeler vardır. Bütün bu üretilen mitler, korku hikâyeleri hayatın o kadar çok içinde ki, bir taraftan ürpertici geliyor. Tabii ‘modern insan’ için bunlar temizlenmesi gereken şeyler çünkü bizi engelliyor. Modern insan akıl diyor, diğer her şeyi hurafeleştiriyor. Bu konuda iyi bir örnektir Zygmund Bauman’ın Yasa Koyucular ve Yorumcular kitabı. Dünyanın bir büyüsü vardı. Max Weber de “büyünün bozulması” derken bunu kastediyordu. Ama büyü bizi tamamlayan bir şeydi. Şimdi büyü yok ama “İsrailliler bizi bölmek istiyor”, “Ermeniler toprak istiyor”, “Kürtler bizi bölecekler” diyen başka tür korkularımız, komplo teorilerimiz var. Kaos tam da dünyanın kaybolmakta olan büyüsüne dair bir filmdi. Mesela hikâyelerden birinde bir kurt adam vardı. Yani insanlar doğaüstü ya da metafizik bir dünya ile ilişki halindeydi. Bu filmde Sicilya’dan kendime dair hikâyelerle karşılaştım.

Bu filmde etkilendiğiniz bir sahne var mı?

Filmde yanlış hatırlamıyorsam üç hikâye vardı. Filmin son hikâyesinde, konunun kahramanı olan adam bir faytona biniyor. Faytoncuyu arkadan görüyoruz. Sonra aniden bize yani kameraya dönüyor ve bittiğini zannettiğiniz ama zaten etkisinden hala çıkamadığınız birinci hikâyedeki adamı görüyorsunuz. Tüyleriniz ürperiyor ve o zaman büyük hikâye tamamlanıyor. Aslında o adam sadece birinci hikâyenin adamı değil, yani film üç farklı hikâye anlatmıyor, aynı hikâyeyi anlatıyor. Adamın hayatın devridaimliğini taşıyan bir karakter olduğunu anlıyorsunuz. Bu beni çok etkilemişti.

Bir de Amelie filminde etkilendiğim bir sahne vardı. Amelie’nin bir duvarda bulduğu kutuda başka bir adamın hikâyesi vardı. Ben de böyle bir kutumu kaybedip sonrasında bulmuştum. Bu nostaljik bir şey ve nostalji tam da ideolojik bir kavram aslında. Geçmiş kayboldukça eskiyi hatırlatan şeyler insanı güçlü bir şekilde sarsıyor. Adam kutuyu bulduğunda sevinçten ağlıyordu. Bu o kadar güçlü bir duygu ki ben bunu sosyolojik olarak anlatamam. Bir film bunu anlatabilir. Bu nedenle görsellik sosyolojiyi tamamlaması gereken bir şey.

Kendi hikâyeniz senaryolaştırılsaydı eğer nasıl bir hikâye anlatılmasını isterdiniz?

Ben iyimser bir insanım. Benim sosyolojik anlayışım da iyimser. Toplumların dönüşümüne inanıyorum, hiçbir şey sabit değil. Çünkü insanlar mücadele ediyorlar. Ancak şu anda yaşadığımız süreç bizi kötümserliğe itiyor. Bundan dört beş yıl önce artık farklılığı ve birbirine saygıyı öğreniyoruz diye düşünmeye başlamıştım. En azından toplumun büyük bir kesimi olan muhafazakârlarda demokratikleşme çabası görülüyordu. Ama şu anda bu durumdan çok daha uzaklara bir yerlere geldik. Çok daha kimlikçi, cemaatçi, tek kişiyi idolleştiren ve kişilik kültüyle ortaya çıkan çok riskli ve tehlikeli bir yerlere geldik. Mesela bir bildiri tartışılabilir ama akademisyenlerin attığı imzalar sonucu yaşadıkları baskı totaliter sistemlerde görünen pratiklerdir. Bu çerçevede kişisel hikâyenin güzergâhının toplumsal olanla ne kadar iç içe olduğunu anlatan bir hikâye sanki iyi olurdu. Mesele bu adamı anlatmak değil, bu adam aracılığıyla toplumu anlamaya çalışmak. Benim için sinema mesaj kaygısı vermek zorunda değil ama galiba benim kafamdaki sinema yaşadığımız hayatı anlamlandırmak için bir yardım çağrısı.

Sinemanın toplumu yansıtmada güçlü bir araç olduğundan bahsettiniz. Türkiye’deki toplumsal dönüşümlerin sinemadaki yansıması nasıl oldu? Örneğin 70’lerde sinema göç, kentleşme ve muhafazakârlık olgularını nasıl yansıttı?

İki düzeyde düşünelim. Bir tanesi düz sosyolojik bir düzey, diğeri politik olan bir düzeyden gidelim. İkincisinden başlayacak olursak, gecekondu olgusuna değinebiliriz. Gecekondu en ekonomist, en Marksist yorumuyla rezerv ya da bilfiil emek ordusunun sağlandığı bir yerdir. Artık köyler kırsal alanda tutunamıyor. Şehir de insanları çağırıyor. Çünkü şehirde iş var. Diyelim ben köyden göç ediyorum; ben kapitalist sanayi toplumu için bulunmaz bir nimetim. Benim gibi ucuza birçok eleman geliyor. Gecekondu ise benim kendimi, emeğimi yeniden üretebilmem için asgari koşulları kendi kendime sağladığım bir yer demek. Patron benim kiramı düşünmek zorunda kalmıyor. İki tuğlayı bir araya getirdiğimde kendimi idame ettirebilecek bir usul yaratıyorum. Devletin arazisine yaptığım halde yani illegal bir şey yaptığım halde, devlet buna göz yumuyor. Niye? Çünkü sanayinin iş gücünü ucuz bir şekilde sağlama imkânı veriyor. Çıkarlar üzerine dayalı bir dünyada gayri hukuki olan bir usul olan gecekondu kent hayatının en önemli unsurlarından biri haline geliyor. 70’lerin erotik filmleri de belki bu bağlamda hoş görülen ya da ‘işlevsel’ görülen bir şey oldu. Mesela İstiklal Caddesi’nde bir film afişi görürdünüz ve ona gittiğinizde film bölünür, araya beş dakikalık pornografik bir parça girerdi. Bu herkes tarafından bilinen bir şeydi. Gayet “ahlaki” bir toplumda bunlar nasıl hoş görülüyordu? Muhtemelen bu kendini yeniden üretmenin, tampon mekanizması olarak görülüyordu. Bu Mübeccel Kıray’ın meşhur bir lafıdır. “Tampon Mekanizma” derken, köyden kente gelenin kente entegrasyonunda insanların yol yordam olarak ürettiği ara mekanizmaları kastediyordu. Sosyolojik bir yerden baktığımız zaman, toplumun karmaşıklığını gösteren bir şey var. 70’lerden 80’lere doğru giderken aynı anda olmakta olan üç şey var. Sinema çok işlevsel aynı zamanda arabesk var. İnsanların Orhan Gencebay’larla birlikte ağladığı bir dönem. Bütün bunların dışında siyasal şiddetin olduğu bir dönem. İnsanlar birbirlerini vuruyorlar. Bu noktada ilginç olan mizah boyutu da var. Örneğin Gırgır Dergi’si dünyanın en çok satan mizah dergisi. Bu toplumdaki rahatsızlığa tekabül eden bir şey. İnsanlar bir yandan gülüyor, bir yandan ağlıyor ve birbirini vuruyor. Dolayısıyla o dönemin kendini anlatma yollarından bir tanesi Gırgır Dergisi, biri Orhan Gencebay, biri de sinema oluyor. Filmin varlığı bize insanların kendilerini nasıl algıladıklarına dair bilgi veriyor. Siyasal şiddet de devletin toplumu yönetme yollarından biriydi.

O dönemki şiddetten bahsetmişken bir yazınızda Diyarbakır cezaevinde yaşananlarla Pasolini’nin Salo filmi arasında bir ilişki kurmuştunuz…

Filmde inanılmaz bir sembolizm kullanılıyordu. Ama bir yandan o filmde olup bitenlerin ne kadar gerçek olduğunu da gördük. Türkiye’de de yaşandı onlar; mesela Diyarbakır Cezaevi bizim zihnimizi paramparça etti. Bu tarz şeyler nasıl olur da yaşanır aklımız almadı. Ama Salo’da anlatılmıştı bu zaten. Filmi izlerken bu kadar da abartılmaz, bu kadar da metafor kullanılmaz diyorsun ama bakıyorsun ki; gerçek metaforu aşmış. Abu Ghraib cezaevinde de oldu benzer şeyler. Bu hikâyeleri duyunca Pasolini’ye şapka çıkarıyorsunuz o zaman.

Ferhat_Kentel_PosterFerhat Kentel Kimdir?
Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde yüksek lisans yaptı. Ecole des Hautes Edutes en Scienses Sociales’de sosyoloji doktorasını tamamladı. Modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, kimlikler, İslâmî haraketler, etnik cemaatler ve göçler üzerine çalışmaları bulunan Kentel, hâlen İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir