Algan Sezgintüredi: “Tarantino, Dünyamıza Hâkim Olan Vahşi Bir Anlayışın Propagandacısı.”

Algan Sezgintüredi: “Tarantino, Dünyamıza Hâkim Olan Vahşi Bir Anlayışın Propagandacısı.”

Share Button
Röportaj: Gökhan Gök

İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz?

İlk İzlediğim filmi hatırlamıyorum, ancak çok küçük yaşlardan beri sinemaya gittiğimi hatırlıyorum. Filmin ne olduğunu anımsamıyorum ama annem ve babam sinemayı çok severlerdi ve özellikle yazın açık hava sinemalarına çok giderdik. 1973 yılında, 5 yaşındayken Drakula Can Pazarında diye bir film hatırlıyorum. Filmden aklımda kalan bir şey yok ancak ismi aklımda kalmış. Ya korktum ya da bir şekilde “can pazarı” lafından dolayı ilgimi çekti ismi. Onun dışında emin değilim ancak The Godfather’ı açık hava sinemasında izlediğimi anımsıyorum. 70’li yıllarda sinemaya gelen filmlerin çoğunu izlemeye giderdim.

Çocukluğunuzun sinemaları nasıldı?

Ben İstanbul’da, Şaşkınbakkal’da büyüdüm. Çocukluğumda, kendi başıma sinemaya gidecek yaşlara geldiğimde, 10 yaşlarımda, evimizin 50 metre ilerisinde Atlantik sineması vardı. Tam sokağın karşı tarafında ise Suadiye sineması vardı. 100 metre içerisinde iki tane sinemaya sahiptik. O zamanlar her cumartesi ilk seansa hem öğrenci hem de sabah indirimi yapılıyordu. Sabah matinelerine mahalleden arkadaşlarla aboneydik. Atlantik sinemasında yabancı, Suadiye de ise yerli filmler gösterilirdi. İkisine de çok sık gidiyorduk. Suadiye sinemasına anneannem ve dedemle de giderdik. Hatta şu meşhur seks filmleri furyasında da babaannem ile yanlışlıkla bir filme gittik. Biz Fatma Girik’in Toprak Ana filmi diye gittik meğer iki film birdenmiş. İzlediklerimi çok anlayacak yaşta değildim ama Toprak Ana olmadığını algılayabiliyordum. O sıralar film arasına eklemeler de koyuyorlardı, o yüzden apar topar kaçtığımızı hatırlıyorum. Atlantik sinemasının girişinde bir çizgi romancı ve müzik dükkânı vardı. Bizler için şahane bir yerdi, maalesef şimdi yok, bir alışveriş dükkânına dönüşmüş durumda. Düşündüğümde, internetin getirdiği olanaklar yokken bu sinemalar hayatımda ciddi yer tutuyorlardı. Ayrıca o zamanki sinemalar ile şimdiki sinemalar arasında da benzerlikte hemen hemen hiçbir şey kalmadı. Çok başka bir duyguydu. Mesela, 1980’lerin başında Superman filmi gelmişti. O film Kadıköy’de oynuyordu ve Kadıköy’e tek başımıza gidip gelemiyorduk. Amcam o zamanlar üniversitede, ona yalvardım. Ancak çok kuyruk varmış, amcam kuyruğa giremeyeceğini söyleyerek beni sinemaya götürmedi. Bir süre sonra film Atlantik sinemasına geldi. O zamanlar filmler bir sinemadan kalkıp diğer sinemada oynamaya başlıyordu. Gerçi filmler geç de geliyordu ülkemize. Bizim yeni sandıklarımız 2-3 yıl öncesiydi.

Bu hissi ben 80’lerin sonunda Bruce Lee’nin filmi Enter the Dragon İzmir’de vizyona girdiğinde yaşamıştım. Sadece bizim mahallede yürüme mesafesinde iki sinemamız vardı. Tabiri caiz ise yer yerinden oynamıştı. Sinema için kuyruğa girdiğimiz bir dönemdi. Birkaç kez izlediğimi anımsıyorum, hatta çocukluğumdaki en parlak anılardan biridir.

Şimdi artık olmuyor böyle şeyler. E-bilet var.

Maalesef, sinema artık projeksiyon kalitesine indirgendi. Sinemanın getirdiği etkileşim kayboldu. Peki, sinema denilince aklınıza gelen ilk şey nedir?

Sinema denilince aklıma nedense ilk sarı renk geliyor. Niye sarı bilmiyorum. Oturup düşündüğümde ise aklıma epik geliyor. Çocukluğumdan en çok hatırladığım kahramanlık hikâyeleridir. Tarkan, Karaoğlan gibi çizgi romandan uyarlanmış hikâyeler izlerdik. Sarı da destan rengidir, belki öyle bir bağıntı kurmuş olabilirim.

Ne sıklıkla film izlersiniz?

Sinemaya gitmek ile film izlemeyi birbirinden ayırırsak eğer, artık eskisi kadar çok sinemaya gitmiyorum. Sinemaya çoğunlukla oğlumla beraber, onun hoşuna gidebilecek filmleri izlemek için gidiyorum. Evde film seyretme sıklığım çok fazla. Hemen hemen her gün bir film izliyorum. Bir gün seyretmemişsem ertesi gün iki tane izliyorum. İnternet sayesinde çeşitlilik arttığı gibi sinemanın televizyona bir geçişi var. Malum bir sürü, çok kaliteli diziler yapılmakta. Sinema dilini televizyona çok iyi aktaran, oyunculukların ve prodüksiyonun yüksek kalitede olduğu diziler var. Onları seyretmeyi de seviyorum. Bu yapımları sinema ile aynı kefeye koymakta bir sakınca görmüyorum. 3-4 bölümlük, kostümlü dramalar, karanlık polisiyeler gibi İngiliz dizilerini film zevkiyle izliyorum.

Dizi konusunu biraz açmak isterim. Amerika’da çok iyi oyuncuların da televizyona geçmesiyle gerek konu gerekse anlatı açısından çok yönlü diziler daha çok ilgi çekmeye başladı. HBO ve Netflix gibi şirketlerin televizyonun geleceğini değiştirdiğini söylenmekte. Gerektiğinde oldukça cüretkâr olmalarını da düşünürsek sinemaya ciddi rakip olduklarını söyleyebilir miyiz?

Mutlaka. Ayrıca Amerika dışında tüm dünya da internet sayesinde bu yapımlara ulaşabiliyorlar. Streaming uygulamalarının önüne geçmek mümkün değil ancak bunu yasal zemine çekmeye ve cüzi ücretler ile üyelik kazandırmaya çalışıyorlar. Böylece belirli bir kaliteyi koruyorlar. Yeni TV dizileri, televizyonda izleyicinin alışkın olmadığı bir izleme deneyimi sunuyor.

Filmleri genelde nerede izlersiniz? Festivalleri takip eder misiniz?

Artık genelde evde izliyorum, sinemaya fazla gidemiyorum. Üstelik sinema da çok pahalı! Ben çocukken sinemaya gitmek pahalı değildi. Öğrenci indirimleri, halk günleri vardı. Onlardan faydalanıp bütçeyi çok da zorlamadan birçok filmi izlerdik. Şimdi ise bu tip indirimler çok cüzi. Ayrıca bilet fiyatları ve sinemada satılan ürünler oldukça pahalı. Bunların çekirdek aileyi sinemadan uzaklaştırdığını düşünüyorum. Festivalleri çok uzun süredir takip etmiyorum. Üniversite zamanında İstanbul Film Festivali’ni kaçırmazdım ancak şu an boş vaktin azalması dolayısıyla zaman ayıramıyorum. VHS’den DVD’ye oradan da internete uzanan bir izleme maratonu beni evde film izlemeye itiyor.

Aslında sinema ile ilgilenen ve film izleyen biri er geç sinemadan kopmasa bile evde film izlemeye alışıyor. Zaten sinemanın size çizdiği bir çerçeve var. Sana sunulandan değil kendi isteklerin arasında tercih yapma alternatifi doğmuş oluyor. Artık Superman’i izlemek için beklemeniz gerekmiyor mesela.

Tabii ki, artık buralara uğramayan tonlarca filme ulaşımınız var. Dediğiniz gibi kendi çerçevenizi kendiniz belirliyorsunuz. İnternet üzerinden paylaşımın artmış olması da bunu kolaylaştırıyor. Yasal ve telif hakları ile ilgili binlerce soru işaretleri olmasına rağmen insanı özgürleştirici bir yapısı olduğu da gerçek. İnternetin politika dâhil her şeyi etkileyip, kültürü baştan aşağı değiştirdiğini, kötüye kullanımının önüne geçilirse bunun iyi bir yere gittiğini düşünüyorum.

İnternetin sinemada pornografiyi ve şiddeti yaygınlaştırdığı söyleniyor. Hatta sinema dilinin dijitale kaymasının klasik sinemaya zarar verdiği söyleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Zaman değişiyor. Muhafazakârlık ile tutuculuğu iyi ayırmak gerekiyor. İyi olan bir şeyi koruyalım, ancak ilerlemesine engel olmayalım.

Defalarca seyrettiğiniz bir film var mı?

Defalarca seyrettiğim birçok film var ancak en çok seyrettiğim Grease. 1978 yapımı olmasına rağmen Türkiye’de 1981’de, ben 13-14 yaşlarındayken vizyona girmişti. Ergenlik ve anne babadan gelen rock’n roll döneminin de etkisiyle bu 50’li yıllarda geçen müzikal hikâye beni çok etkilemişti. Sinemada 3 kere falan izlemiştim. Sonra TV’da, VHS ve dijital derken 20 kereden fazla izlemişimdir. Hemen hemen her sahnesini de ezbere bilirim. Grease dışında, The Godfather, Taxi Driver, On the Waterfront’u defalarca izlemişimdir. Bilimkurgu hayranıyımdır. Star Wars’ları kim bilir kaç kez izlemişimdir. Gerçi ben daha çok Star Trek hayranıyımdır. Filmleri ve dizilerini çok izlemişimdir. Yeni uyarlamaları pek beğenmedim bu arada. J. J. Abrams’ın parmağı olan bir işten beklentim sorunlu. Bahsedilen yüksek ticari zekâya sahip olduğunu da düşünmüyorum. Uyutulmaya çok hazır, boş bir jenerasyon var arkada. Daha çok çocuklara hitap ediyor. Filmlerinin çoğunda da devamlılık, kurgu ve senaryo hataları var. Ben kendisinin Steven Spielberg’ün yerine getirilmeye çalışılan çok yanlış bir proje olduğunu düşünüyorum. Quentin Tarantino ne kadar boş ise o da o kadar boş geliyor bana.

Tarantino boş mu sizce?

O da bir proje. Tarantino’nun, bugün dünyamızda hâkim olan, çok yırtıcı, çok vahşi bir anlayışın, -kimisi postmodernizm diyor- propagandacısı ve ürünü olduğunu düşünüyorum. Tarantino’nun filmlerini seyretmek oldukça zevkli, çok eğlenerek seyrediyorum ama diğer taraftan kesilen kafalardan fışkıran kanlar, insanların birbirini doğraması çok acı işler. İnsana karşı saygı sıfır. Çatır çatır insan öldürülüyor, parçalanıyor ve bunun üzerine çok eğlenceli çok havalı laflar ediyor. Evet diyaloglar oldukça zeki, zaten zeki, iş bilen adamlar olmasalar bu işleri yapamazlar; kimse de yaptırmaz; seyirci de yutmaz zaten. Michael Bay’ın Transformers’larında, daha soft olarak Avengers filmlerinde benzer durumlar var. İnsanın temelinde kötülük olduğuna inanmıyorum, o yüzden de insanlar kötü olan şeyleri ayırırlar. Ancak bunlar öyle güzel cilalanıyor ki, ölüm kolaylaştırılıyor. Normal hayatta bırakın bunları birine yumruk atmak bile zordur. Yumruktan bahsediyorum, filmlerde ise yerde yatırıp tekmelemek, bıçak batırmak vs. sıradanlaşıyor. Üniversite de arkadaşımla şakalaşırken yanlışlıkla maket bıçağının ucunu bacağına batırmıştım. 1-1,5 cm ucunun ete batarken ki saplanma sesini duydum. Hayatımda bu kadar korkunç hissettiğimi hatırlamıyorum. Onları hissetmeden atıp tutmak çok kolay tabii. Tüm bu yapıdan Tarantino da tam olarak suçlu değil. Çocukların oynadığı şiddet dolu oyunlar da böyle. Çocuklar koşturarak takır takır adam öldürüp ilerliyor. Gerçek hayatın böyle olmadığını, ülkemizde yaşanan gerçek acılardan biliyoruz. Bu sebeple Tarantino vb.’lerinin, yani pop-corn sineması olup da çok felsefi bir şeyler söylüyormuş gibi görünen yönetmenlerin altyapıları çok boş olmasa bile, yeteneklerini yanlış işler için kullanıyorlar.

Bu biraz şiddetin içselleştirilmesi ile ilgili sanırım. Son dönem animasyon filmlerinden Kötü Kedi Şerafettin hakkında biraz da sert, eleştirel bir yazı yayınlamış ve barındırdığı şiddet, küfür ve tecavüz gibi eylemler hakkında normal mi sorusunu sormuştuk. Bize, bunun karikatür olduğunu bilmiyor musunuz, zaten içinde bunlar var gibi eleştiriler gelmişti. Yaş sınırına dikkat etmeyip küçük çocukların gittiğini de unutmayalım. Oysaki bu normal bir durum değil, normalleştirmeye çabalandığı aşikâr.

Kendi alanımdan bir anekdot anlatayım: Bundan 4-5 yıl önce, polisiye romanı yazan bir yazar röportajında, bıçakla adam öldürmenin çok hoşuna gittiğini söylemişti. Bıçağın yavaşça girişinin, onun verdiği tuhaf esrarengiz hazzı eserlerinde işlemeyi çok sevdiğini söylüyordu mesela. Şimdi o şahsa bıçağı batırsalar ne olurdu? İnsan öldürmek korkunç bir şey, o kadar kolay da değil. Belki de Tarantino’nun yaptığı şey bunlar; bunları içselleştirmeye yardımcı olmak. Çünkü insanlara cool ve estetik olarak pazarlanıyor. Avengers filminde ipini koparmış bir canavar olan Hulk, kendine gelip ne oldu sorusunu sorduğunda ona efsane yazdığını söylemeleri gibi. Banner’ın gösterdiği vicdan da pek önemsenmiyor aslında. Zaten çizgi roman uyarlamalarında kan falan gösterilmiyor. Çocuklara hitap ettiği için bir otokontrol yapılıyor. Ama genç yetişkinlere hitap eden filmlerde böyle bir mekanizma da yok, kan gövdeyi götürüyor. Ancak bu filmleri 18 yaşından küçükler de rahatça seyredebiliyor.

Biraz önce polisiyeden bahsetmişken, yeni uyarlamaları nasıl buluyorsunuz? Eskiden daha tiyatrovari uyarlamalar yapılırken artık polisiye diziler de iyice karanlıklaştı, karakter ağırlıklı bir yapı da göze çarpıyor.  Sizce sinemada ve TV’de polisiyenin seyri nasıl ilerliyor?

Sinema ve sanatın tüm alanları zamanın ruhunu yakalamak zorunda. Doğal olarak sinema ve TV’de bunun izlerini görüyoruz. Şimdi artık öyle şeyler kafalara yerleştirildi ki daha karanlık olacak, daha fazla şiddet olacak, belli yanlardan daha cilalı olacak ve sinematografisi yüksek olacak gibi çıta belirlendi ve tüketicinin talebi hiç bitmiyor. O bitmeme isteğini doyurmak amacıyla şimdilik daha yeni şeyler üretiyorlar. Psikolojik derinlikler, şiddetin ve detayın artmasını da zamanın ruhuna bağlıyorum. Dönem bunu gerektiriyor. Yine de eser ne olursa olsun, özünde iyi hikâye ihtiyacı vardır. Çok klişe ve meşhur bir söz vardır; hikâye Homeros ile başlayıp Homeros ile biter. Gerçekten incelendiği zaman Homeros’tan bu yana yazılan eserler arasında Homeros’un anlatmadığı hiçbir şey yoktur. William Shakespeare bunun üst seviyesine çıkıp tarzı, stili ortaya koymuş, dili çok ciddi bir şekilde değiştirmiştir. Milan Kundera da, roman Cervantes ile biter der. Çünkü Cervantes de en önemli fikri, değirmenlere karşı savaşmayı yani sanatçının görevini söylemiş noktayı koymuştur, sonrası yoktur der. Şimdi TV ve sinemada aynı şeyi düşünürsek anlatım içeren her şeyde, hikâyelerin temel izlek diye adlandıracağımız noktaları çok sınırlıdır. Bu sebeple öyküler bir yerde sınırlanıyor ve geriye üslup kalıyor. Yönetmenlerin ve görüntü yönetmenlerinin maharetleri ile oyuncuların yetenekleri ön plana çıkıyor. En son The Revenant filminde böyle hissetmiştim. Film oldukça kötü olmasına rağmen görüntü yönetmeninin başarısı ile farklılaşıyor. Leonardo DiCaprio’nun derin derin soluyarak panik yapmak gibi kötü oyunculuğunu örtüyor. Film görsel açıdan muazzam ama hikâye son derece basit: Biri ihanete uğruyor ve intikam alıyor. Belirttiğim gibi tüm edebiyat eserlerinde hikâyeler belirli ve sınırlı. Bir insanın kendisini sabah kalkıp böcek olarak görmesi çok orijinal, ancak bu tip devrim niteliğinde öyküler nadir. Diğerleri birbirlerinin türevleri ve ön plana çıkmak için daha iyi görünmek zorunda, Revenant’ta olduğu gibi. Film ambalajdan ibaret.

Hikâye olduğunu belirttiniz gerçi ama film seçerken en çok neye dikkat ediyorsunuz?

Hikâye çok önemli tabii ki, ama çok sevdiğim yönetmenler ve oyuncular var. Onların filmlerini izlemeyi seviyorum. Bazı filmleri hakkında yazılanlara bakarak seçtiğim de oluyor. Çok popüler ya da ödüllü filmleri takip etmek ya da etmemek gibi dertlerim yok.

En sevdiğiniz yönetmen kimdir?

Zor bir soru. Lars von Trier’i çok severim. Eskiden Ridley Scott’ı severdim. Hatta başımı belaya sokmuştu. Askerden döndüğümde bir iş görüşmesine gitmiştim. Görüşme esnasında sohbet ediyoruz, bende sinemayı seviyorum dedim. En sevdiğim yönetmene de Scott’ın adını söyledim. Reklamcı kökenli olduğundan ayrıca hoşuma gider. Bir filmini sordular ve ben ne Alien’ı ne de Blade Runner’ı hatırlayamadım, öylece kaldım. Geri de aramadılar zaten. Klasik dönemden John Huston ve Frank Capra’nın kendini iyi hisset filmlerini severim. Alfred Hitchcock’u çok severim. Vittorio De Sica ve o döneminin İtalyan yönetmenlerini çok severim. Sebepleri vardır bilemem ama Spielberg’ün olduğundan fazla değer gördüğünü düşünüyorum. Gerçi son filmi Bridge of Spice’ı beğendim. Çünkü filmde çok insani bir hikâye anlatılıyordu. Casusluk gibi insanlığı hiçe sayan bir mesleğe insancıl bir bakış atmış.

En sevdiğiniz film hangisidir?

En sevdiğim film James Ivory’nin yönettiği The Remains of the Day. Orada kurallarla sınırlanmış, katı bir yetiştirme ve içine kapanıklık, bir yandan aşkı öyle başarıyla yansıtıyor ki etkilenmemek mümkün değil. Ayrıca aynı yere dönüyorum ama II. Dünya savaşında Nazilere kanması falan çok insancıl bir hikâye anlatıyor. Benim çok sevdiğim bir yazar olan Kurt Vonnegut şöyle der: “Almanya’da doğmuş olsaydım Nazi olurdum”. Nazilere sempati beslediğinden değil, bu durum, şartlarla ilgilidir. Filmde de, adamın yaşadığı aldanmanın şartları, Christopher Reeve’in bir Amerika’lı olarak gelip olayı satın alması, müziği ve oyunculuğu vs. bence her açıdan çok komplike bir filmdir.

Howards End’in de içinde olduğu James Ivory’ın o dönem buna benzer birkaç üst düzey edebi uyarlaması daha var. Bu uyarlamaları nasıl buluyorsunuz?

Ben onun edebi anlatım dilini çok seviyorum. Küçüklüğümden beri kitap okumayı çok severim, aynı tadı aldığım filmlerden büyük mutluluk duyuyorum izlerken. Sanki bir kitap okuyormuş, edebi eser canlanıp karşıma çıkmış gibi olunca aldığım haz artıyor. Sadece edebiyat uyarlamalarından da bahsetmiyorum, filmin o tadı vermesi de çok müthiş bir şey.

En son hangi filmi izlediniz, nasıl buldunuz?

En son Trumbo’yu izledim, beğendim. Oscar adayları arasında en iyi filme aday olacak kadar iyi film. Sansür, komünist avcılığı gibi çok önemli bir dönemi, iyi bir hikâye ile anlatıyor. Müthiş yetenekli bir adamın mücadelesini izliyoruz. Karakterin yazar olmasından kaynaklanan bir bağ da kuruyorum. Filmde tanıdığımız kişiler bir karakter olarak başarıyla canlandırılmış. Oyunculukları çok beğendim. Bir yandan tarihin o dönemine tanıklık ederken, diğer taraftan iyimser bir mesajı da var. Belki biraz Amerikan propagandasına giriyor ama sonuçta iyi bir şeyin propagandasını yapıyor.

Seyretmek için sabırsızlandığınız bir film var mı?

Ben bilimkurgu, süper kahraman filmlerine farklı bakıyorum, çok da severim. Bu sene oynayacak olan bu yapımları açıkçası merak ediyorum. Gerçi ben 3D filmlerden çok rahatsız oluyorum o yüzden sinemada değil evde seyretmeyi tercih ediyorum. Hazırlık aşamasında bildiğim ilgimi çeken başka film yok şu anda.

Kendi hayatınızla ilgili bir film senaryosu yazsanız nasıl bir hikâye anlatırsınız? Ortaya nasıl bir film çıkardı?

Ben mizahı çok seviyorum, o yüzden komik bir film çıkardı. Sanırım çok konuşmalı, mizah yönü ağır basan, aksiyonu az, biraz da epik, kahraman tarafı olurdu. Şiddet dozu çok fazla olmazdı, birkaç yerde de gözleriniz dolardı.

Sizi en derinden etkileyen film sahnesi hangisidir? Sahneyi tarif eder misiniz?

On the Waterfront filminin finalini söyleyebilirim. Marlon Brando’nun efendilerinden, işverenler ve kuvvetli insanların arasından ayrılıp, nihayet, aydınlanması, kafa tutma cesareti ve yansıtılan duyguyu söyleyebilirim. Oradaki yenilirken kazanma hissini vermesi beni çok etkileyen sahnelerden biridir. Ayrıca rıhtımın yalnızlığı; insanların ona gıptayla bakması, patronun öfke ve şaşkınlığı ile Brando’nun ağzı burnu dağılmış yürümesi, benim hayatımda da önemli yer tutan kaybedenden yana olma düşüncelerimi yaratan sahnelerden biridir.

Unutamadığımız bir film karakteri var mı? Bu karakter sizin üzerinizde nasıl bir iz bıraktı?

Spencer Tracy’nin, Inherit the Wind da oynadığı avukat Henry Drummond. Tutucu güney kasabasında kuzeyli bir öğretmenin yargılanmasını anlatır. Tracy’nin solcu avukat karakterindeki bilgelik etkileyicidir. Bir fikre inanmakta ve savunmaktadır. Karşındaki fikre de çok saygı duyar, onu aşağılamak yerine fikir düzleminde yenmeyi tercih eder. Bilimsel kanıtlar ve mantıkla yapılan savaşın bir tarafıdır ve rakibini yendiği zaman da onu aşağılamaz, hakkını verir. Filmin sonunda bir elinde yasa kitabı diğer elinde İncil’i vardır ve göğsüne bastırır. Çok etkileyici bir sahnedir. Anlattığı temalar da evrenselliğini halen korumaktadır.

Algan_Sezginturedi_afisAlgan Sezgintüredi Kimdir?
Algan Sezgintüredi, 1968 Erzurum doğumlu. Saint Benoit Lisesi ve MSÜGSF Grafik bölümü mezunudur. 1995’ten beri İzmir’de yaşamakta, yazarlık ve çevirmenlik yapmaktadır. Birçok çevirisi yayınlanmıştır. Daha önce ‘Katilin Şeyi’, ‘Katilin Meselesi’ ve ‘Katilin Uşağı’ başlıklarıyla yayınladığı ‘Vedat Kurdel Polisiye’lerini ‘Katilin Şahidi’ ve ‘Maktulün Şansı’ kitapları izlemiştir.
, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir