Konuk Yazar: Mahmut Yavuz
Sinema türleri içinde belki de en zoru biyografik filmlerdir. Çünkü zihinsel kurgunun size tanıdığı sınırsız alandan faydalanma imkanınız neredeyse yoktur. Önünüzde gerçek bir hayat hikayesi vardır ve onu illüzyonist oyunlarla izleyiciye kabul ettiremezsiniz. Bu zorluklara rağmen Andrei Rublev (1966), Gandi (1982), The Doors (1991), Malcolm X (1992), Ray (2004), La Môme (2007), Lincoln (2012), Theory of Everyting (2015) gibi sinema tarihinde unutulmaz filmler de yapılabilmiştir. Bu filmler içinde özellikle müzikal biyografiler ayrı bir yere konulması gereken filmlerdir. Büyük kitlelere mal olmuş bir sanatçıyı jest, mimikleriyle ve özellikle de sahne performansıyla ortaya koymak muazzam bir çalışma gerektirir. Tam da bu iddiayla Türkiye’de eşine az rastlanan müzikal bir biyografik film olarak Müslüm (2018) filmi karşımıza çıkıyor.
Bataklıkta Bir Nilüfer
Film, gazinodan çıktıktan sonra Müslüm Gürses’in hayatındaki en önemli kesitlerinden biri olan araba kazası sekansıyla başlıyor ve flashbacklerle Müslüm Akbaş’ın, Müslüm Gürses’in dolayısıyla Müslüm Baba fenomeninin temelinin oluştuğu çocukluk yıllarıyla devam ediyor. Çocukluğunun geçtiği şehirler o dönemin mekan ve kostüm tasarımları uygulanarak büyük bir başarıyla yansıtılıyor. Müslüm Gürses’in çocukluk yıllarını canlandıran Şahin Kendirci’nin göz dolduran performansıyla filmin atmosferine giriyoruz. Müslüm’ün, babasından kaçarken Adana Halkevi’ne saklanması ve Limoncu Ali (Erkan Can) ile karşılaşması sonrasında müzik hayatı başlıyor; elbette Limoncu Ali’nin vurucu repliği ile birlikte: “Kaçtığın için mi kovaladığın için mi geldin?”
Evet, Müslüm kaçmak ve kovalamak arasında bir yandan babasının dehşetengiz zulmüyle cehennemde büyürken öbür yandan da halkevine gidişleriyle cenneti yaşamaya başlar. Bu süreç babasının, gözleri önünde annesini öldürdüğü andan itibaren Müslüm’ün ruhunda kapanmaz yaralar bırakır. Müslüm artık Gürses’iyle yazgısının peşinden “Yıkıla yıkıla yaşayarak, geceler boyu kahrolarak, ah edip inleyerek ve kötüysem, düşkünsem kime ne” diyerek gitmeye başlar. Müslüm’ün yaşadığı bu acıları başkası yaşasa belki de hayatın içinde kaybolup gidecekti ama Müslüm bu bataklığın içinde boy vermeyi başarabilmiş, nadir güçlü insanlardan biridir. Bilinmez ama Müslüm kendine yeni bir yol çizmek için Limoncu Ali’den izin istemeye gittiğinde Limoncu Ali izin vermeyip onu yine dervişane öğütlerle kalmaya ikna etseydi acaba Müslüm Baba ikonu ortaya çıkar mıydı?
“Herkes cennette doğar bazıları cehennemde büyür.”
Çocukluk yıllarından sonra kadraja pavyon, gazino ve benzeri yerlerde boy göstermeye başlayan yetişkin Müslüm Gürses (Timuçin Esen) tüm ihtişamıyla giriyor. 70’li ve 90’lı yıllar arasında köyden kente göçle birlikte arabeskin şahlandığı bu zamanlarda yüz binlerce insan her türlü yoksulluğun ve yoksunluğun içinde tükenirken, kimsesizliklerine bir ses ararken Müslüm Gürses’i keşfediyor. Müslüm Gürses artık gariplerin duygularının tercümanı olarak Müslüm Baba’ya dönüşüyor. Filmin bir sahnesinde Müslüm Gürses’i pavyonda dinleyen Burhan Bayar (Güven Kıraç) ve Bahtiyar (Erkan Avcı) arasındaki diyalogda Burhan Bayar’ın “Ben böyle bir ses dinlememişim valla,” demesine karşılık Bahtiyar’ın “Kimse dinlemedi abi, baksana tabanca gibi,” sözleri, Müslüm Baba’nın özeti adeta. Evet, sesi tabanca gibiydi. Özellikle de 90’lı yıllarda onun kemikleşmiş dinleyicilerinin ruhunu kan revan revan içinde bırakıyordu. Bu hayran kitlesi artık konserlerde bedenlerini de jiletleyerek Müslüm Baba’ya serenatlarını sunuyorlardı. Filmde bu kitleyi sadece 1989 Gülhane konseri sekansında görüyoruz. Yani 89-2000 yılları arasında Müslüm Gürses’i Müslüm Baba yapanları -onun öz evlatlarını- maalesef filmde başka bir yerde göremiyoruz. Filmin yönetmenlerinden Ketche, film yaş sınırına takılmasın diye kendini jiletleyenlere yer vermediğini belirtiyor. Oysa söz konusu bir biyografik filmse ,hele Müslüm Gürses’in hayatıysa onun hiçbir bahaneye, ticari kaygıya sığınmadan sadık olarak verilmesi gerekirdi.
Bir hayran kitlesi ki, Müslüm Gürses’i adeta kendilerine bir varoluş kaynağı yapmış, onu ölümünden defnedilişine kadar yalnız bırakmamış, günlerce hastane kapısında ağır bir matemle sabahlamış, morgun önündeki ambulansın peşinden çılgınlar gibi koşmuş ve cenaze töreninde yeri göğü inletircesine “Müslüm Baba” sloganları atarak belki de tarihin en sıra dışı cenaze törenlerinden birine imza atmış. Ama ne yazık ki tüm bunlar filmde yer alacak kadar kıymet bulamamış. Yeri gelmişken belirtmeden geçemeyeceğim: Müslüm Gürses’i, Müslüm Baba yapan bu insanların hikayesini öğrenmek isteyenlere 2014 yılında vizyona girmiş, Vuslat Saraçoğlu’nun Müslüm Baba’nın Evlatları belgeselini izlemelerini tavsiye ederim. Bu belgesel adeta Müslüm Baba fenomenini yaratan gerçek hayranlara bir saygı duruşu niteliğinde.
Filmin ikinci bölümünde ağırlıklı olarak Muhterem Nur (Zerrin Tekindor) ve Müslüm Gürses arasındaki muazzam ama aynı zamanda marazi aşk ele alınıyor. Müslüm Baba filminin yüreklerin bam teline dokunmasında büyük bir öneme sahip olan bu aşk hikayesinde Zerrin Tekindor, kelimelerin kifayetsiz kaldığı oyunculuğuyla insanı aşka aşık ediyor. Çok ağır travmalar yaşamış ,adeta birer Anka kuşu gibi her defasında kendini küllerinden yeniden var etmiş bu iki insanın aşkı da tüm sıkıntılarıyla ve güzellikleriyle perdeye iyi aktarılmış. Bu aşkta kuşkusuz daha fazla cefa çeken tarafın da Muhterem Nur olduğunu söylemek gizlenemeyecek kadar aşikar bir şekilde de görülüyor. Kısacası acısıyla tatlısıyla Zerrin Tekindor yürekleri kamaştıryor.
“Zamanın eli değdi bize”
Filmin sonuna geldiğimizde Müslüm Gürses, tüm ihtişamıyla 2006’daki Harbiye Açık Hava Konseri’yle ortaya çıkıyor. Müslüm Gürses’in “kulaktan alınan” ağır damar şarkıları yerini daha soft şarkılara bırakıyor. Tabii bu geçiş sürecinin filmde kısmen de olsa neden yer almadığını anlamak güç. Müslüm Gürses’in Batılı soundlarla seslendirdiği bu şarkılar arabeski, dolasıyla arabeskin babasını ve evlatlarını hor gören, aşağılayan ve fildişi kulelerinde yaşayan birçok entelin ilgi alanına giren bir hale bürünüyor. Arabesk dinleyenlerin vatan hainliğiyle suçlandığı yıllardan Müslüm Gürses’in Türkiye’nin Leonard Cohen’i ilan edildiği yıllara geliyoruz.
Gürses 1990’da Nilüfer’in İnkar Etme şarkısı sonrasında Belalım, Böyle Ayrılık Olmaz, Olmadı Yar, Paramparça, Sensiz Olmaz, Nilüfer gibi eserleri okuyarak adeta “Kötü şarkı yoktur, Müslüm’ün okumadığı şarkı vardır” sözünün hakkını vererek entel kesimin duygu dünyasına girmeyi başarmış. Artık onun üzerine tezler bile yazılmaya başlanmıştır. Sözde entelektüellerin Türkiye’deki kültürel çürümüşlüğü, geri kalmışlığı bile ihale ettikleri, arabesk müziğini ve sevenlerini anlamadıkları nokta da bu filmde Müslüm Gürses’in yaşadığı dehşetengiz acılarda lirizmin doruğunda ortaya konuyor. Müslüm Baba’nın yaşadığı acıların belki de daha beterini yaşayan garipler için Müslüm Gürses’in arabeski bir tahammül, uçurumun kenarında bir tutunma çabasıydı. Ömür çölünde vahasız kalmışların serabıydı Müslüm Baba. İşte bir vahaya ulaşma yolunda kendilerine gerçek olmasa da umutlar veren bu seraplarla ayakta kalmayı başardılar. Yakamadıkları dünyada kendilerinin de kül olmasına engel olan yegane ikondu Müslüm Baba.
Müslüm Gürses’in 2000’li yıllara gelindiğinde yaşadığı değişimler entelektüellerin dikkatini çekmenin yanında vahşi kapitalizmin de iştahını kabartmıştı. Artık abuk subuk kola ve boya reklamlarında, banka reklamlarında oynatılmaya başlanmıştı Müslüm Gürses. Şimdi aramızda olsaydı belki de Müslüm Baba’nın babalığından eser kalmazdı.
Son Söz:
Müslüm filminde kullanılan başarılı dekorlar, mizansen, özellikle de iç mekanlarda kullanılan ışık, renk seçimi, diyalog yapısı, karakterlerin incelikle ele alınışı, senaryonun gücü ve müzik kullanımı filmdeki dramatik yapının izleyicinin içine işlemesini sağlıyor. Filmde muazzam bir emek var. Timuçin Esen’in Müslüm Baba’ya fiziksel ve ruhsal açıdan dönüşme süreci için dünya çapında tanınmış insanlarla yola çıkılmış. Özellikle de fiziksel benzerlik için Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi filminde Brad Pitt’i yaşlandıran makyaj sanatçısı Greg Cannom’la çalışılmış. Filmin yönetmenlerinden Ketche, Timuçin Esen’i ilk başta yüz makyajıyla tıpatıp Müslüm Gürses’e benzetmeye çalıştıklarını, istedikleri gibi olmayınca peruk ve burunla halletmeye çalıştıklarını belirtmiş. Ama bu çalışmaların Müslüm Gürses havasını yeteri ölçüde vermediğini belirtmem gerek. Sinema tarihinde plastik makyajla “mucizeler” yaratılmış epey örnek varken bunun başarılamamış olması ilginç. Bir de filmde Müslüm Gürses’in bir oto galeride müşteri olarak gösterilmesi de beyhude, komik bir çaba olmuş. Harbiye konserinde Müslüm Gürses’in gösterilmesi yeterliydi.
Oyunculuklara baktığımızda kesinlikle sırıtan hiçbir karakter yok. Tabii Timuçin Esen’i apayrı bir yere koymak lazım. Esen, dünyanın yükünü sırtlamışçasına muazzam bir Müslüm Baba performansı ortaya koymuş. Sahnede Mutlu Ol Yeter şarkısını okurken adeta transa geçmiş, oyunculuğun Nirvana’sına ulaşmış. Kısacası Timuçin Esen, Müslüm Baba’ya zerre kadar halel getirmeyen performansıyla kendi oyunculuk tarihinde de Müslüm’den önce ve sonra diye anılacak yeni bir dönem açmıştır.
Filmin finaline gelince maalesef 2006 Harbiye konseriyle kapanışın yapılması filmin genelindeki güçlü tempoyu zirveye ulaştıramamış. Yönetmenler muhtemelen kapanışı Müslüm Baba’yı en ihtişamlı haliyle hatırlayalım diye bu şekilde yapmışlar. Ama bunun yerine Müslüm Gürses’in hastanede yattığı süreçten defnedilişine kadarki süreç, cenaze törenindeki izdiham, tabutunun düşme tehlikesi geçirdiği, definden sonra parçalandığı o anlar onun kemikleşmiş kitlesi eşliğinde verilseydi daha vurucu bir final olabilirdi. Böylesi sansasyonel bir cenaze törenin es geçilmesi Müslüm Baba filmi için büyük bir kayıp. Filmin bitiminde jenerikte Müslüm Gürses’in fotoğrafları akarken Haydar Haydar deyişi yerine Müslüm Gürses’le ve onun kitlesiyle bütünleşmiş hüzünlü, damar bir şarkısının seçilmesi -örneğin Her Şey Yalan– ortalığı darmadağın ederdi. Zaten bu tercih yanlışlığını filmin genelinde Müslüm Gürses’i Müslüm Baba yapan Topraktan Bedene, Kaderim, İsyanlardayım, Üstüme Düşme Benim, Unutamadım, Hasret Rüzgarları, Yıkıla Yıkıla, Esrarlı Gözler, Günahkar Oldum, Garipler gibi şarkılara yer verilmemesinde de görüyoruz. Bu şarkılara yer verilmemesi 90’lı yıllardan bu yana Müslümcü olanları üzmüştür kanaatimce. Hiçbir Müslümcünün Müslüm’ü Yeşil Ördek Gibi Daldım Göllere türküsüyle ya da Haydar Haydar deyişiyle hatırladığını zannetmiyorum.
Sonuç olarak Müslüm Gürses gibi hayatı adeta acılar atlası olan, psikoloji biliminin bile çözmede çaresiz kaldığı -insan, tapınma derecesinde sevdiği bir insanı niçin bıçaklar- bir hayran kitlesine sahip, kendisini bıçaklayan hayranını bile kırmamaya çalışan ve babasını tüm vahşetine rağmen affeden, şöhretin zirvesinde olmasına rağmen mütevazılığından ödün vermeyen, siyasete kıyısından köşesinden bile bulaşmamış, dil, din, ırk ayrımı yapmamış, okuduğu her şarkının hakkını veren bir sese sahip bir adamın hayatını filme çekmek her babayiğidin harcı değildir. Ama yönetmen Ketche ve Can Ulkay, Hakan Günday ve Gürhan Özçiftçi senaryosu eşliğinde Müslüm Baba’nın filmini perdeye yansıtmayı büyük ölçüde başarmış ve Müslüm filmi, Türkiye’de biyografik türde filmler için de bir kilometre taşı olma niteliği kazanmıştır.
Bir anekdot: Bir dönem, sakinleşmeleri için Van kedilerine Müslüm Baba dinletiliyormuş. O, meğerse kedilerin bile Müslüm Baba’sıymış da bizim haberimiz yokmuş.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.