Korsan filmleri Hollywood sistemi içinde aynı hikâyenin farklı versiyonlarla anlatıldığı bir yapıda karşımıza çıkar. Bu filmlerde hikaye, gizemli yerlere saklanmış hazinelerin bulunması üzerine kurulur. Hazine arayışına bir de aşk hikayesi sıkıştırılınca film tamamlanmış olur. Çocukluğumuzdan beri izlediğimiz Korsan temalı filmleri aklımıza getirdiğimizde bu şablon – Peter Pan’ın “zalim” korsanları alt ettiği Kanca (Hook, 1991) filmini bir kenara koyarsak- çoğumuza tanıdık gelecektir.
Korsan filmleri maliyeti yüksek, risk skalası geniş, yapımcıların çok da girmeye cesaret edemedikleri bir türdür. Nitekim Roman Polanski’nin Korsanlar (Pirates, 1986) filminin 40 milyon dolarlık bütçesine karşılık 1.5 milyon dolarlık hasılatı riskin çapını göstermede etkili olabilir. Yine büyük para kazanma umutlarıyla çekilip sonra iflas eden Korsan (Cutthroat Island, 1995) filmi de 98 milyon dolarlık bütçesine karşılık 11 milyon dolarlık hasılat elde ederek yapımcılarını batırmıştır. Bu örneklerden anlaşılacağı üzere korsan filmi çekmek biraz da mayınlı araziye girmek anlamına gelir.
Tabii mayınlı bölge herkes için geçerli değildir. İşin içine Hollywood kalıplarını çok iyi bilen hatta bu kalıpların bir kısmını üreten Disney stüdyoları girince mayınlı bölge bir çeşit rakipsiz para kazanma havzasına dönüşür. Disney stüdyolarının piyasaya 1937’de Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler (Snow White and the Seven Dwarfs) filmiyle girdiğini aklımızın bir kenarında tutarsak, Karayip Korsanları (Pirates of the Caribbean) serisinin kazandığı başarının tesadüf olmadığını fark ederiz. Çünkü karşımızda para kazanmak için her türlü görsel hileye başvurabilecek, ahlaktan yoksun tüm temsil ilişkilerini kullanabilecek bir “sanat” canavarı var.
Disney’in Başarısı ve Karayip Korsanları
Disney’in Karayip Korsanları ile başarıya ulaşmasının altında, her film için harcanan 100 milyon doların üzerinde paradan başka, film anlatısı ekseninde sıralayabileceğimiz üç temel yaklaşım yatar. Birincisi, klasik korsan hikayelerinin sadece macerayı öne çıkaran hazine arama üzerine kurulu konusu, yerini korsanlar arası çekişmelere ve mitsel söylencelere bırakır. İkincisi, bir anti kahraman olarak oluşturulan ve davranış kalıplarını Bugs Bunny’den devralan Jack Sparrow (Johnny Depp) karakterinin yeni bir korsan imgesi yaratmadaki başarısıdır. Üçüncüsü, geleneksel temsil kodlarını içeren söylemlerdir. Üçüncü başlığı açmak için Karayip Korssanları: Ölü Adamın Sandığı (Pirates of the Caribbean: Dead Man’s Chest, 2006) filminin başlangıç sahneleri örnek olarak verilebilir. Bu sahneler, Jack Sparrow’un düştüğü adada yamyamlarla baş başa kalmasını içerir. Robinso Crusoe’nun düştüğü adaya benzeyen ve bu mitin yeniden canlandırılmış hali olarak karşımıza çıkan bu sahnelerde uygar insan “yamyamları” dizginleyerek bir şekilde adadan kurtulmayı başarır. Jack Sparrow bu adadan “ilkel” canlıları hizaya getirerek kurtulur. Hafızalarımızda bu kod, uygar olanın öteki üzerindeki üstünlüğüne gönderme yaptığından seyirci tarafından üst düzey bir kabullenmeyle karşılanır.
Bu üç yaklaşım, korsan klişelerini geliştirerek film anlatısına her badireyi şans eseri atlatan ve ayık gezmeyen bir korsan figürünü ekler. Jack Sparrow, esas oğlanın âşık olacağı kıza âşık değildir. Örneğin serinin ilk filmi Siyah İnci’nin Laneti’nde (The Curse of the Black Pearl, 2003) klişe aşk, Sparrow’la Elizabeth Swann (Keira Knightley) arasında kurulmaz. Böyle bir durum, Hollywood sistemi içinde az rastlanır bir durumdur. Sparrow üzerinden yapılan yatırım, azimli başkahramana yönelik değildir. Bu nedenle Sparrow’u ele almak için Bugs Bunny’ye başvurmak daha etkili olacaktır. Çocukluktan beri tehlikeleri kıl payı atlatırken izlediğimiz vurdumduymaz tavşan Bugs Bunny, Hollywood’un arzuladığı tepkisiz insan modelini temsil eden en önemli karakterlerden biridir. Jack Sparrow aracılığıyla bu tepkisizlik alanına yatırım yapılır. Bir parça şans bir parça zeka; engelleri aşmak için daha fazlasına ihtiyaç yoktur.
Serinin üçüncü filmi Dünyanın Sonu (At World’s End, 2007), ikinci filmdeki vahşi ada söylemini bu kez Singapur üzerinden kurar. Singapurlu korsanların temsiline bakılırsa (cırtlak sesli, tıknaz ve aceleci) Batı’nın egzotik Doğu klişesinin en etkili versiyonu tüm film boyunca kendisini gösterir. Serinin en zayıf filmi de en klişe kodları kullanan bu üçüncü filmdir.
Dördüncü film olan Gizemli Denizlerde (On Stranger Tides, 2011) bir inanç tazeleme işlevi görür. Tılsım, büyü, lanet gibi fantastik öğeler sonsuz yaşama uzanma yolculuğunda etkin rol oynasa da prüten Hıristiyan ahlakının temsilcisi misyoner papaz, hikayeyi orta yaş üstü seyircinin de hazmedebilmesi için Amerikan ahlakçılığın bekçisi olma rolünü üstlenir.
Serinin beşinci filmi Salazar’ın İntikamı’nın (Dead Men Tell No Tales, 2017) hikayesinde bu kez üç çatallı yabasını yere vurduğunda depremler oluşturan Poseidon konu edilir. Sparrow bu kez Poseidon’un yabasını bulmak için bir maceraya çıkar.
Özetlemek gerekirse ilk dört filmin toplam hasılatı yaklaşık 4 milyar dolardır. Bu rakam Türkiye’nin 2016 yılı Kültür Bakanlığı bütçesinin (yaklaşık 1 milyar dolar) dört katı. Disney, bir sanat canavarı olarak bu seriden daha çok para kazanacak gibi duruyor. Efsanesine, mitine, lanetine ve seyrederek kendimizi daha değerli hissettiğimiz “vahşi” yaratıklarına kapıldığımız bu Disney şovunu izlerken en azından hislerimizin ayartılmasına izin vermemek son kertede yine bizim elimizde. Çünkü karşımızda her türlü toplumsal kodu kendi hasılatı için kullanmaktan, bu kodlarla seyircinin hislerini manipüle etmekten kaçınmayacak bir canavar var.
Not: Bu yazı ilk kez Rabarba Şenlik dergisinin 4. sayısında yayınlanmıştır.
Matematik öğretmenliği mezunu. Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı yaptı. Aynı üniversitede doktora eğitimine devam etmekte. Aylık sinema dergisi Rabarba Şenlik’in editörlüğünü yaptı. Sinema Kafası’nda başladığı sinema yazarlığını Cineritüel’de sürdürüyor. Mail: fatih_degirmen@hotmail.com