Konuk Yazar: Enes Akdağ
I. Tarihsel Süreç İçerisinde Melankoli ve Sanat Etkileşimi
Antik dönem filozoflarından günümüzün auteur sinemacılarına dek; melankoli kavramı ve sanat formları ile olan ilişkisine dair çok çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Tıbbın babası olarak bilinen Hipokrat, quattor humores/dört salgı öğretisi kapsamında melankolik olarak nitelendirilebilecek insanların vücutlarında kara safra salgısının dengesiz olduğunu ve bunun neticisinde de sıkıntılı, cansız, motivasyonu zayıf karakterde olduklarını ifade etmiştir.
Aristoteles ise Problemata Physica adlı eserinde felsefe, politika, edebiyat ve sanatlarda tanınmış olağanüstü isimlerin hepsinin melankolik tipolojinin bir parçası olduğunu belirtmiştir. Orta Çağda “Acedia” ismini alan melankoli, Katolik Kilisesi tarafından ağır ve en büyük yedi günahtan biri olarak kabul edilmişken; Rönesans dönemi ile birlikte melankolinin sanat formları ile etkileşimi hız kazanmaya başlamıştır. Alman ressam Albrecht Dürer’e ait olan Melencoloia I isimli gravürde; derin ve acı veren bir keyifsizlik içerisinde, dış dünya ile olan ilgisini koparmış, kendi olma duygusunu yitirmiş “efkarlı” bir kadın tasvir edilir. Gravürlerinde yoğun metaforlar kullanmayı çok seven Dürer’in eserinde; insan-nesne ilişkisi bağlamında melankoli yorumu da yapılabilir. Romantik dönemde ise; mal du siecle/yüzyılın hastalığı olarakisimlendirilen melankoli, teorik düzlemde İngiliz filozof, siyaset bilimci Edmund Burke’in A Philosophical Enquiry into the Origin of Our Ideas of the Sublime and Beautiful isimli eserinde işlenirken Edgar Degas ve Caspar David Friedrich başını çektiği resim ekolünce yalnızlığa mahkum eden bir hastalık olarak ele alınmıştır.
II. Ana Akım Sinemanın Dışında Kalan Bir Komedi Ekolü; Melankolik Komedi
Doksanlı yılların sonlarına doğru; oldukça düşük bütçelerine rağmen bünyesinde film yıldızlarını da barındıran, Wes Anderson, Paul Thomas Anderson, Sofia Coppola ve Charlie Kaufman gibi auteur yönetmenlere ait filmlerin başı çektiği, ana akım sinemanın dışında gelişmekte olan bir kuşak yavaş yavaş kendini göstermeye başlar. Film eleştirmeni James Mac Dowell, bu girişimi Amerikan Sineması’nda bir Yeni Dalga olarak tanımlarken Chabert ise bir ecole du rire triste/Hüzünlü Tebessüm Ekolü olarak adlandırmayı tercih eder. Bu isimlendirmelerin arkasında yatan temel neden; büyük oranda bu filmlerin tematik ve aynı zamanda biçem bakımından bir janr ayrımı yapabilmek için uygun olamamasıdır. Zira, ana akım komedi janrı ile uyumlu olarak karakter eksenli bir sinema ekolü inşa ediliyor olsa da; Melankolik komedi , geleneksel biçimde örülmüş bir eylem kurgusu sunmaz izleyicisine. Melankolik Komedi için belirleyici olan yapıtın merkezinde olanın tersi, belli bir ruh halinin ifade edilmesi ve izleyici üzerinde bir etki uyandırmaktır. Çoğu zaman; ben merkezci, otorite ile daima başı dertte olan, yeteneklerini eleştirel bir biçimde tartmaktan çekinen, aidiyet problemleri yaşayan ana karakterin içsel bir çatışmasından beslenerek eylemde bulunduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Diğer bir değişle; filmin ana eksenindeki çatışma, ana karakterin dış dünya ile karşılaşması neticesinde ortaya çıkmaz.
Acı ve komik arasındaki gitgelli bir duygu durumuna sahip ana karakterler, yaşadıkları bir problemi iki farklı şekilde ele alma eğilimde olurlar. Birincisi; kendi başarısızlıklarının kaynağına gitmek. İkincisi ise kişilerin bununla nasıl baş ettiğini izlemek. Öte yandan filmi boyunca kalabalıkların içindeki yalnız olarak yansıtılan karakterlerin çoğu kendi ideallerinin uzağına düşmeleri neticesinde, bilinçli bir tercih doğrultusunda yalnızdırlar. Yani, başarısızlık duygusunun kaynağı nesnel değil aksine özneldir. Son olarak; detaylı bir şekilde analizini yapacağımız Rushmore (1998) filminde de olduğu gibi; metinlerarasılık olmazsa olmaz unsurlardandır. Özellikle; edebiyat eserleri ve kült olmuş filmlere bol miktarda referans sahneler bulundurular.
III. Melankolik Komedi’nin Manifesto Filmi: Rushmore
Texas doğumlu auteur sinemacı Wes Anderson, üniversitenin ilk yıllarında tanıştığı arkadaşı ve sonrasında vazgeçilmez iş ortağı olacak Owen Wilson ile birlikte 1993 yılında yazdıkları ve yönetmenliğini üstlendiği kısa filmi The Battle Rocket ile birlikte sinema sahasına adımını atar. Aradan geçen üç yılın ardından aynı isimle ilk uzun metraj sinema filmine imza atan Anderson, sonraları Anderson Gang olarak adlandırılacak bünyesinde Bill Murray, Owen Wilson, Luke Wilson, Anjelica Houston ve Jason Schwartzman’ı barındıran kemik oyuncu ekibi ile çalışmaya başlar. Özellikle; lakonik, hüzünlü bakışlara sahip, çiçek bozuğu suratı ile Bill Murray, melankolik komedi filmleri için biçilmez bir kaftandır adeta.
1998 yılında Owen Wilson ile birlikte senaryosunu yazdığı Rushmore; Anderson’un ifadesiyle filmografisinde kendi hayatından izleri en fazla taşıyan filmidir. Kendi memleketi Houston/Texas’da çektiği filmi Rushmore’da; çoğunlukla kendi okul deneyimlerini bire bir yansıtma fırsatı bulmuştur. Tıpkı Rushmore Akademisi gibi Anderson’un eğitim gördüğü Saint John Episkopal Okulu da Ivy League olarak adlandırılan güçlü akademik eğitime önem veren bir yerdir. Zorlu bir müfredata sahip olan Rushmore Akademisi’nde akademik olarak vasat bir öğrenci olan Max Fischer (Jason Schwartzman); ders dışı birçok faaliyette bulunarak kredisini tüketir ve okuldan atılır. Keza; senarist Owen Wilson da onuncu sınıftayken akademik başarısızlık dolayısıyla Saint Mark Hazırlık Okulu’ndan atılır. Yine; eğitim hayatının bitmesine son bir sene kala Rushmore’dan kovulan Max Fischer, Grover Cleveland isimli bir devlet okulunda eğitim görmeye başlar. Wes Anderson da 1987 yılında benzer bir şekilde Saint John Episkopal Okulu’na eğitim hayatının son senesinde katılmıştır. Tüm bu paralelliklere ilaveten; Anderson, Max Fischer’in giydiği okul üniforması, ceket ve haki renk pantalonları barındıran kostüm çeşitliliğini de Saint John yıllarına borçlu.
Watergate Skandalı ile ilgili yazmış olduğu bir oyun neticesinde akademi müdürü Dr. Guggenheim tarafından burs verilen Max Fischer’ın Rushmore Akademisi’ndeki eğitim hayatı başlar. Akademin gizli finansörlerinden demir-çelik işletmecisi Herman Blume’in (Bill Murray) yeni bir eğitim-öğretim yılı başlangıcındaki şapel konuşması, iki melankolik karakterin yollarını kesiştirir. Max Fischer, şapel partneri Dirk Colloway (Mason Gamble) ile birlikte Herman Blume’ün konuşmasından satır başlarını not eder; şapel çıkışında konuşmasını çok takdir ettiğini belirterek kartvizitini uzatır. Max Fischer ile Herman Blume arasında kurulan ilişki; her ikisinin de birinci sınıf öğretmeni Rosemary Cross’a ilgi duyması ile karmaşık bir hal alır.
Herman Blume’ın şapel konuşması sırasında dile getirdiği üzere; Blume’ın zengin bir aile içerisinde yetişen şanslı öğrencilerden birisi olmadığını, her şeyini zenginlerle kavga ederek kazandığını öğreniriz. Özel okulda burslu eğitim görmekte olan Max Fischer da babasının mesleğini berber olarak değil beyin cerrahı olarak takdim eder ve babasını başta Herman Blume olmak üzere çevresindeki insanlar ile tanıştırmaktan çekinir. İşte tam bu noktada; Wes Anderson filmografisinin alameti farikası olacak babalık müessesesi ile bir türlü yıldızı barışmayan karakterlere dair ilk kıvılcımını görürüz. Criterion Collection’daki sansasyonel yazısında; David Kehr, Rushmore’u Amerikan Edebiyatı’nın usta kalemi Mark Twain’in Tom Sawyer’ın Maceraları (1876) ve Huckleberry Finn’in Maceraları (1885) çizgisinde bir bildungsroman olarak tanımlar. Twain’in karakterlerinden miras kalan baba figürünün eksikliği, sosyal normlara aykırı hareket etmek ve öykünün sonunda bir kahramana dönüşen genç delikanlıların mücadele ile geçen bir olgunlaşma öyküsüdür, aslında.
Kolaylıkla söyleyebiliriz ki; Rushmore filmindeki karakter tasarımı bir noktada bunun da ötesine geçer. Zira; yaşına göre daha olgun bir tavır takınması beklenen Herman Blume, yeri gelir birinci sınıf öğrencilerinin topunu çalar yeri gelir telefonla konuşurken çitin üzerinden atlamaya çalışır. Öte yandan Max Fischer ise genç yaşına rağmen yaşamının her saniyesini planlayan bir profesyoneldir. Max Fischer, sadece bir öğrenci değil aynı zamanda hayata dair tutkusunu yitirmiş yetişkinler için bir mentördür de adeta. Max ile Blume arasında geçen bir diyalogda;“Sır nedir, Max? Bunu çözmüş gibi görünüyorsun” demesi üzerine Max; sevdiğin bir şeyi ömrünün sonuna kadar yapmak olduğunu, kendisi için bunun Rushmore’da kalmak olduğunu ifade eder. Blume ile ilgili Max’a cazip gelen aslında kronik bir melankolik karakter olan Blume’ın kaybetmiş gibi göründüğü ve belki de asla sahip olamadağı bir özelliği barındırmasıydı. Bu, işler ters gittiğinde bile durdurulması imkansız bir canlılıktı ve aynı zamanda sarsılmaz bir idealizm, ayrıca büyük bir eylem yapmak için harekete geçecek cesarete sahip olmaktı. Rushmore filminde aslında çocuklaşan bir yetişkin Max Fischer ve hiç olgunlaşamamış bir yetişkin Herman Blume’ın öyküsüne tanık olduk.
Anderson filmografisindeki kritik unsurlardan biri de ana karakterlerin sanatsal uğraşlar içerisinde bulunmasıdır. -Tıpkı, Aristo’nun melankoli ve sanat arasındaki ilişkiyi anımsatırcasına- Max Fischer, Watergate Skandalı hakkında yazmış olduğu bir tiyatro oyunu sayesinde burs kazanarak Rushmore Akademi’de eğitim görmeye başlamıştır. Max’in sahnelediği tiyatro oyunları, film esnasında Max’in içerisinde bulunduğu duygudurumuna hakim olabilmek için anahtar niteliğindedir. Sidney Lumet’nin 1973 tarihli filmi Serpico’yu sahnelediği dönemde; katı-kuralcı, yozlaşmış okul yönetimine isyan bayrağı açmış durumdadır, tıpkı Al Pacino’nun polis teşkilatı içerisinde yaptığı gibi. Filmin finalinde sergilediği Heaven and Hell adlı tiyatro oyunu ise Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now (1979) filmine ve Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket (1987) filmine sayısız referans içermektedir. Heaven and Hell adlı oyununda; tıpkı Apocalypse Now filminde Captain Benjamin Willard gibi gizli bir görevde bulunan Max’in temkinli adımlarına tanık oluruz. Anderson’ın dehasını gösterdiği nokta ise bu iki kült filmin sahnelerini kendi filmi içerisindeki farklı şekilde yorumlamasıdır. Max Fischer, yeni okulu Grover Cleveland’da görmezden geldiği Japon kökenli Margaret Yang ile Kubrick’in Full Metal Jacket filminde Vietnamlı köylü ile karşılaşan asker grubunun çatışma sahnesini bir evlilik teklifi ile şenlendirerek yıldızı barışır. Rushmore, Anderson’ın filmografisinde mutlak mutlu sona sahip diyebileceğimiz ilk ve tek filmidir, aslında.
IV. Sonuç
Film eleştirmeni David Bordwell; Wes Anderson sinemasındaki melankolik karakterlerin ve film dilinin; François Truffaut ve Federico Fellini’den miras kaldığını ifade eder. Bordwell’e göre; Truffaut’nun Les Quatre Cents Coups (1959) filmindeki daima yanlış anlaşılan, başarısız ve kendinden ümidini yitiren Antoine Doinel, Max Fischer’in prototipi niteliğindedir. Anderson’ın film dilinin vazgeçilmez unsurları olan; planimetrik/kuşbakışı kompozisyonlar, Wes Anderson yakın planı olarak da adlandırılan kadrajın tam ortasında doğrudan lensin içerisine bakan karakterler, statik ve geniş planlar, pastel renk paleti, 1960’lı yıllara saç ve kostüm tasarımı, British Invasion müzik kullanımı ile melankoli hissinin oluşturulmasına katkı sunmuştur.
Melankolik komedinin özütünü oluşturan içsel çatışmasının dışsal çatışmalarını tetiklediği, kendi ideallerinin arkasında kaldığını gören, kalabalıklar içinde yalnız olmayı tercih eden, kendi kimliğini tanımlamak için yeni arayışlar arayan, potansiyel suçlu kabul edilen zayıf bir baba figürüne sahip, daima bir sanat formu ile uğraşan yetişkin görünümlü çocukların kendi ile mücadelesine tanık oluyoruz Anderson’ın Rushmore’unda.
Kaynakça;
Devereaux, M. (2019). Beauty Among the Ruins: The Painful Picturesque and Sentimental Sublime in Wes Anderson’s Aesthetics. In The Stillness of Solitude: Romanticism and Contemporary American Independent Film (pp. 29-53). Edinburgh University Press.
Dilley, W. (2017). Sic Transit Gloria: Transgressing the Boundaries of Adolescence in Rushmore. In The Cinema of Wes Anderson: Bringing Nostalgia to Life (pp. 78-96). Columbia University Press.
Gooch, J. (2007). Making a Go of It: Paternity and Prohibition in the Films of Wes Anderson. Cinema Journal, 47(1), 26-48.
Hettich, K. (2018). Melankolik Komedi: Ana Akım Sinemanın Dışında Kalan Hollywood. Profil Yayıncılık.
Kreisel, D. (2005). What Maxie Knew: The Gift and Oedipus in “What Maisie Knew” and “Rushmore”. Mosaic: An Interdisciplinary Critical Journal, 38(2), 1-17.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.