The Artist (2011) filmiyle sinemaseverlerin listelerine giren Michel Hazanavicius’in filmi Le Redoutable (2017), Godard’ın ikinci eşi Wiazemsky’nin Un An Aprés adlı otobiyografik romanından uyarlanmış. Michel, Godard’ın tüm hayatına odaklanmak yerine bu romandan yola çıkarak kamerasını 68’ olaylarına ve Godard’ın sinemasındaki “devrimci” dönüşüme çeviriyor. Film, Godard’ın deneysel ve bir o kadar da başarısız filmlerinden ve devrimci sinemasında bir dönüm noktası olan La Chinoise (1967) filminin çekimleriyle başlıyor. Wiazemsky ile filmin çekimlerinde tanışan Godard, eşiyle Weekend (1967), Sympathy For the Devil (1968) ve Tout Va Bien (1972) filmlerinde beraber çalışıyor.
Otobiyografik anlatılarda genelde –çoğunlukla ölmüş olan insanların anısına ya da hatırasına halel gelmesin diye- anlatılan kişinin “kötü” tarafları göz ardı edilerek seyirciye izlediği kişinin “ne kadar da büyük bir insan” olduğu hatırlatılır. Fakat biz biliriz ki gerçek biyografiler anlattığı kişiyi tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer, hatta bir yerden sonra büyük sempati duyduğumuz isimlere karşı bir iğrenme duygusu bile yaratabilir. Hazanavicius, filminde yüce Godard tablosu çizmekten özellikle imtina etmiş görünüyor. Muhtemeldir ki sırf bu tabloyu çizmek için Godard’ın bir entelektüel olarak en tartışmaya açık yıllarını perdeye taşımış. Doktor bir babanın ve banka sahibesi bir annenin oğlu olan, hayatının hiçbir döneminde maddi sıkıntı çekmemiş Godard’ın işçi sınıfıyla yan yana geldiği sahnelerde ve çektiği devrimci filmlerdeki “yabancılaşmış” durumu, filmde ironik bir dille anlatılmış.
İşçi sınıfı, de Gaulle’e karşı topyekün isyan bayrağını çektiğinde ve “radikal demokrasi”nin ayak sesleri duyulduğunda, aydın sınıfı bir endişeye kapıldı. Çünkü temsil ettikleri sınıflar, kendilerini temsil etmek için sokaklara çıkmışlardı. O güne kadar burjuva sınıfının değerleriyle meşgul olan Godard ve diğer Fransız aydınları Mao’cu oldular, sosyalizme kafa yormaya başladılar ve işçi sınıfını temsil etme işini de kimseye bırakmadılar. Godard da bu aydınlar arasına katıldı, işçi sınıfıyla birlikte yürüdü, onların arkasından da olsa polise taş attı, üniversite kürsülerinde öğrencilere nutuk attı, sinemasında stil değişikliğine gitti. Ne ki kol kola yürüdüğü işçiler onu hep À bout de Souffle’ın (1960) yönetmeni olarak takdir etti. Kimse Godard’ın “yeni sineması”yla ilgilenmedi. Kimse yabancılaştırma efekti, görüntünün yapıbozuma uğratılması, Aristo’nun üç perdeli anlatısının yıkılması gibi şeylerle ilgilenmedi. Bu gibi dertler ve sorunlar aydınların uğraşı olarak kaldı ve hala “entel”lerin dertleridir. Tüm bu çelişkiler Hazanavicius’in mizahi anlatımıyla harmanlanınca ortaya humouru yüksek bir film çıkıyor.
68’ olaylarının filmin merkezinde olması bize ayrıca Fransız Yeni Dalga’sının altındaki toplumsal ve sosyolojik itkiyi de gösteriyor. Zira biliyoruz ki her sanatsal başkaldırının altında toplumsal dinamikler yatar. Yeni Dalga’nın kurucularının işçi sınıfının bu hareketlenmesinden etkilenmemesi de kaçınılmazdı. Godard’ı Godard yapan biraz da ülkesinin yaşadığı politik iklimdir. Yönetmenin Godard’ı anlatırken bu yıllara odaklanması da bu anlamda tesadüf değildir.
Hazanavicius, filmi Godard’ın biçemiyle de renklendiriyor. Dönüp kameraya konuşan oyuncular, Godard’ın kullandığı planlar ve sinematografik trükler, Godard’ın filmlerinde kullandığı renk paletleri filmde bolca yer alıyor. Yine de filmin eksik yanları yok değil. The Artist ile yakaladığı başarıyı The Search ile devam ettiremeyen Hazanavicius, Le Redoutable ile vasat bir filmle seyirci karşısına çıkıyor. Godard’ı tüm çelişkileriyle anlatmasına rağmen, derinlik bir anlatım ortaya koymayı başaramıyor. Godard’ı canlandıran Louis Garell ve Lars von Trier’in Nymphomaniac (2013) filmiyle ustalaşan Anne Wiazemsky’yi canlandıran Stacy Martin’in oyunculukları, görüntü yönetmeni Guillaume Schiffman’in başarılı görsel çalışması ve filmin neşeli atmosferi filmin temposunu ayakta tutmayı başarsa da film ne 68 olaylarını layıkıyla anlatmayı başarıyor ne de Godard’ı yakından tanımamızı sağlıyor. Sinema tarihinin en tartışmalı isimlerinden birinin Yeni Dalga’nın kurucusunun sadece politik çelişkiler içinde debelenen bir adam olduğuna ikna olamıyoruz ister istemez. Film de seyirciyi bu anlamda ikna edemiyor. Karı-koca arasındaki tumturaklı ilişkilerle 68’ yılının çalkantılı politik atmosferinin atbaşı ilerlediği hikayede Godard’ın “yeni sinema” arayışıyla yönetmen dalga geçiyor geçmesine ama ortaya da çok başarılı bir söylem çıkmıyor.
Film tüm eksiklerine ve eleştirmenlerce beğenilmemesine rağmen izlemesi keyifli bir film. Boğucu atmosferleriyle seyirciyi kasvete boğan “festival filmleri” janrlarının dışında, klasik biyografik anlatıların kalıplarını kıran Le Redoutable yüce Godard’ı ters yüz etmesiyle dikkat çeken bir yapım.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.