Freud tuhaflık hissinin, kişinin uzun zaman önce bildiği ama bastırmış olduğu şeylere bağlı bu korkutucu hissin, sadece gündelik hayatta değil sanatsal yaratımlarda da ortaya çıktığını vurgular. Bu değişik çıkarımlar yapılabilecek bir önermedir. Freud’un makalesinden bağımsız düşünüldüğünde bastırılmış olanı ya da bilinçaltından yansıyan olayları tuhaflık olarak nitelemek bir noktada yüzleşmek anlamına gelebilir. Eğer bu yüzleşme sanatsal bir platformda tezahür etmişse yani “tuhaf” bir esere dönüşmüşse katman katman açılabilen bir yapıya bürünmüştür. Hayao Miyazaki’nin Japon tarihinin geleneklerini bir dizi özgün ve etkili çıkarımlar yaparak başka bir bakış açısıyla dışa vurduğu Prenses Mononoke’de, hem sistematik olarak geçmiş algısında bir yıkıma sebep olur hem de onu bir anımsamaya dönüştürerek insanların gözlerinde tekrar canlandırır. Freud’un bakış açısıyla bakıldığında film Miyazaki’nin geçmiş günlere özlemidir ya da dışa vurumdur ancak yönetmenin izleyicisine aktardığı ortaçağ tarihi ile duygusallaşmayı reddederek, geçmiş ve ona yönelik sorunsallaşmayı odağına yerleştiren bir anlatıdır. Bir nevi hesaplaşma olarak adlandırabileceğimiz bu dönemde çay seremonilerine, No tiyatrolarına ve Zen etkisinde kusursuz bahçelere yer yoktur. –Oysa ki filmin geçtiği dönem bunlarla ünlüdür- Bunların yerine cüzamlılar, fahişeler, yağmacılar, onur için değil para için savaşan samuraylar yer alır. Miyazaki, tarihinin görünmeyen insanlarını, yaratıklarını ve tanrılarını ortaya döker.
Freud’dan devam edersek “The Occurrence in Dreams of Material from Fairy Tales” makalesinde halk hikâyelerinin, masallarının çocukların zihinsel yaşantılarında önemli bir yer tuttuğunu söyler. Bazı yetişkinlerde masallardan unsurlar rüyalara da geçer. Miyazaki’nin hayal gücünden bahsediyorsak tüm bu zihinsel oyunların yukarıda bahsettiğimiz anımsama halinden geçtiğini kabul etmemiz gerekir. Öyle ki film yitik bir Japonya’ya karşı şiddet yüklü mahşer havasında bir ağıt olduğu kadar geleceğe dair alternatif bir bakış açısı da içermektedir. Bir nevi yeni Japon kimliği inşası şiddet ile örülmek zorundadır. Kazanan ya da kaybeden açısından bakmadığımız, bir varoluş mücadelesi olarak ele alacağımız bir şiddetten bahsediyorum. İnsanoğlunun her koşulda yaşamaya devam etme arzusuyla yanıp tutuştuğunu göz önüne alırsak naif olanın yitip gideceğini biliyoruz. Miyazaki’nin naif olan o halk masallarını zihinde canlandırdığını söylemek mümkün. Ancak yine de imparatorluğun dokunulmazlığının yerine geleceğin inşası konusunda bahsettiğimiz alternatif bakışın dişi merkezli ve oldukça heterojen bir yapıyı öngörmesi yeni kimlik anlayışı açısından önem kazanıyor. Filmin sonunda masalların Freud’a göre çocukluk deneyimlerinin, Miyazaki’ye göre ise bir ihtimal yaşanmış olanların yerini alması ile perde anılara çevrilir.
1907’de “Edebiyat Yaratıcısı ve Düşlem” makalesinde Freud kurmaca hikâye yaratan kişinin, kendine özgü bir dünya yaratmak üzere gerçekliği düzenleyen kişi olduğunu söyler. Miyazaki’nin Prensens Mononoke’de gerçekliği düzenlemesi ilginçtir. Bir tür çıkarım olarak bakıldığında kendi filmografisindeki birçok eserden ayrışmasının sebebi de budur. Aile kavramından ya da bir şekilde mutlu sonla bağlanan hikâyelerden farklı olarak film travmatik ve geri dönüşümsüz bir yıkım, şiddettin devamını sağlayacak endüstrinin güçlenmesi ve ilkel/gelenekçi olanın yenilgisiyle son bulur. Daha çok büyük güç ve etkiye sahip evrensel imgeler ile tarihin yorumlanması olarak adlandırabileceğimiz bu yapı, kırık ve daha önce bahsettiğimiz gibi heterojendir. Miyazaki kurgusaldan gerçekliğe ulaşırken Japon toplumunun ve sanayisinin geçirdiği evrimden beslenir. Bu noktada filmin büyük bir kısmı hayal ürünü iken bir anda izdüşümüne dönüşür. Hatta Zizek’in düşüncesine paralel bir yapıya bürünür. Slovaj Zizek Sapığın Sinema Rehberi’nde sinemanın kurgusal yapısının bir yanılsama olup gerçekliğin karşıtı olduğu düşüncesine karşı çıkar. Bu durumda kurgusal olandan arındırırsak ortada gerçeklik diye adlandırılan şeyden eser kalmaz. Mononoke’deki imgeleri kurgusal olarak düşünürsek filmden onları çıkarmak filmi boşlukta bırakacaktır. Bir gerçekliğe ulaşmak için Miyazaki’nin düşsel gücüne yani kurguya ihtiyacı vardır. Bu yapı Freud’un tekinsizlik çalışmasına da paralel gider. Freud tekinsizliği tanımlarken sanat ve yaşam arasındaki farkın altını çizer. Sanatsal yapıda bir zamanlar tanıdık olanın canlanması olarak düşlemin geçerli olması için, içeriğinin gerçeklik tarafından sınanmasından muaf olmasını gerektirir. Diğer bir değişle sanatsal formlarda ayrışma için imgesel kurguya ihtiyaç vardır.
Melville ve dişinin mücadelesi
Miyazaki’nin kurduğu çatı aslında baştan beri bahsettiğim geçmişin mit olarak algılanmasının yapı bozumundan ibarettir. Günümüz, bozulmuş bir geçmişin ardında kalan posalardan ibarettir. Freud yapıtlarından canlı varlıklar gibi bahseder, bir bilinç ve bilinç öncesine göre değişim geçirdiklerini ifade eder. Hatta şairler ve yazarların insan tabiatını sezgiyle bildiklerini düşünür. Miyazaki’nin eserlerinde durum farklı değildir. Tamamen sezgisel, iyi ve kötünün gri alanlarda dolaştığı bir evrendir. Mononoke’deki dişil ağırlığı ele alalım: Filmde üç etkin dişi karakter bulunmaktadır: Silah üreten fabrikanın sahibi Eboshi, kurt kız San ve onun annesi kurt Moro. –Doğa’yı dişil olarak düşünebiliriz- Miyazaki geleneksel dişi stereotipilerine kıyasla oldukça değişken tablo çizdiği bu karakterlerde cinsiyet açısından nötr bir tablo çizer. Eboshi bir tarafta dışlanmışlara –fahişeler, cüzamlılar- yardım ederken diğer taraftan ormanı yerle bir etmeyi planlar. Kurt Moro bilge ve cesur bir anneden daha çok acımasız bir katildir. San ise şiddetini söndüremeyen tek yönlü bir bakış açısına sahiptir. Miyazaki’nin üç kadın karakteri sert bir gerçekçilikte ele alması kuşkusuz önemlidir, ayrıca bu karakterler özünde iyidir. Ancak şartlar ve varoluş çabaları onları dönüştürmüş ya da kendilerini savunmak zorunda bırakmıştır. Bu nedenle mit dediğimiz anlatıların bir bakıma Freud anımsamalarına dönüşmüş olması manidardır.
Herman Melville’nin ünlü romanı Moby Dick, Kaptan Ahap ile dev balina arasındaki ölümcül mücadeleyi tayfa Ishmael’in gözünden anlatır. Beyaz balinayla ilk karşılaşmalarında Kaptan ile alay edercesine bacağını koparıp almış ve onu dehşet ve utanç içince bırakmıştır. Onun gözünde beyaz balina sınırsız kötülüğün timsalidir. Oysaki anlatıcının sesine kulak verdiğimizde canavarca bir güzellikten bahsedilir. Filmin eril iki dişisi arasındaki mücadele de Melville’in romanını yâd eder. Her ne kadar son anda kolunu kaybetmiş olsa da Eboshi Mora’ya saygı duyar. Onu hafife almanın bedelini Ahap gibi bir uzvunu kaybederek ödemiştir. Miyazaki’nin Eboshi’yi filmin sonunda öldürmemiş olması yapıbozumcu bir katarsis’dir. Tıpkı Melville gibi Miyazaki de Eboshi’yi utanç içinde bırakır ancak onu yargılamaz. Öte yandan izleyiciye kötüyü cezalandırma fırsatı tanımaz hatta yaptıklarını anlamlı bir düzleme oturtturur. İzlediğimiz geleceğin inşası için şart olunan dişinin bir mücadelesidir.
Eğer filmden çıkarım yapacak olursak sadece Japonya’da değil tüm dünyada yaşanmış bir dönüşümü ekrana yansıtır Prensens Mononoke. Gerçekten öyle bir yer geçmişte var olmayabilir ancak tahribat gerçektir. Sanayi dönüşümü vaat edildiği şekilde yemyeşil ormanlar, yeraltı kaynakları, sağlıklı yapılaşma, birbirine hoşgörülü insanlar ve yüksek demokrasi standartlarıyla olmamıştır. Şimdi gözlerinizi açıp etrafa bir bakın; bakın ki nerede yanlış yaptığımızı, artık ütopyaya çevrilmiş olan bu idealin, sahte düzenin acımasız çarkına nasıl sıkıştığımızı görebilelim. Rant uğrana feda edilen oylar, çıkar ilişkileri, para için terk edilmiş etik, yerine ikame edilmiş hırs. Cennet’i cehenneme çevirmekte ısrarcı insanoğlu çağlardan beri çevresine duyarsız, umursamaz ve olabildiğince bencil. Yemyeşil ormanlarının yerine beton yapılaşmayı, soğuk binanın lüksünü seçenler çoktan ötekileşmiş, kimliklerini anımsamaya çalışan doğa savaşçılarına karşı. Çare basit aslında: Yeşil için sokağa çıkmak gerekiyor, hayvanlar için ve demokrasi için. Ormanın ruhunun kopan kafasını gezdirmekten utansak, en azından onu iade etsek bile yeter. Maalesef daha fazlasını istesek de elimizden gelmez. F. Ponge’un söylediği gibi: Yirminci yüzyılda aynalar paramparça olmuştur.
Not: Yazıda kullanılan minimal afiş Cineritüel için Ahmet Can tarafından tasarlanmıştır. İzinsiz kullanılamaz.
İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.