“Şimdi sizden bu kalemi bana satmanızı istiyorum”. İşte her şey bu sözün içini doldurmak ve doğru hamlelerle doğru stratejiyi yakalamakta yatıyor. Martin Scorsese’de bunu yapıyor ve karakterinin akıl almaz bir ucubeyi nasıl değerli bir varlığa dönüştürerek satmasını izletiyor. Ve o satışın ardından karakterinin nasıl bir imparatora dönüştüğünü anlatıyor.
Napolyon’un sözünden de yola çıkarsak “Para, para, para” Scorsese yönetimindeki filmimizin ana temasını oluşturmakta. Para her şey midir? Evet, Jordan Belfort için her şeydir. Belfort için para yaşamdır, nefes almaktır, uyuşturucudur, sekstir… Belfort’a göre para insanlara sadece daha iyi bir yaşam, daha iyi yiyecekler, daha iyi bir araba almayı ya da daha iyi seksi sağlamaz. Aynı zamanda insanları daha iyi bir insan yapar. İyi insan olmak ise, her hangi bir partiye ya da bağış derneklerine bol sıfırlı çekler yazıp cömertçe bağışlarda bulunmaktan geçer.
Yine bir Scorsese ve Leonardo Di Caprio ortaklığı ve yine içi dolu ama bir o kadar da gereksiz uzatmalara maruz kalan bir film. Film derdini gayet güzel anlatıp içi dolu bizlere veda edecekken adeta Türk dizilerinden alışık olduğumuz uzatmalar misali sündürdükçe sündürülmüş. Her ne kadar filmin dinamizmi toparlamasını hedeflese de filmde tansiyonun düştüğü anlarda yaşanmakta.
Scorsese, Belfort ile öyle bir karakter yaratmış ki ondan ne nefret edebiliyorsunuz ne de onu sevebiliyorsunuz fakat ona bolca kızıyorsunuz, genelde de ondan tiksiniyorsunuz. Belfort’un hırsından tiksiniyorsunuz, seks düşkünlüğünden tiksiniyorsunuz, insanları kullanmasından tiksiniyorsunuz, onları kandırmasından zaten tiksinmişsiniz. Ama öyle bir an geliyor ki ona acıyorsunuz. Zekâsını seviyorsunuz, olaylardan sıyrılabilen kıvrak zekâya belki de âşık oluyorsunuz. Scorsese, aslında Belfort hakkında ne düşünmemiz gerektiğini çok net sunmuş. Net bir karakter var karşımızda. Ne bir eksiği ne de bir fazlası.
Aslında Belfort yarım kalmış bir hikâyenin tamamlayıcısıdır. Belfort, ne kadar zirveye çıkarsa çıksın, ne kadar uyuşturucunun dibine kadar dalarsa dalsın, ne kadar kadınla beraber olursa olsun aslında o “Mark Hanna”nın izinden gitmektedir ve aslında Mark Hanna’yı içselleştirerek onun bıraktığı yerden hayatına devam etmektedir. Belfort’un taktikleri, motivasyon konuşmaları, ikna etme konusundaki birikimi, uyuşturucuya olan düşkünlüğü hepsi Hanna’dan aldığı miraslardır ve o yer yer kısacık bir dilimde edindiği bilgileri filmde de tekrarlayarak izleyenlere Hanna’yı hatırlatmadan geçmez.
“Kezban” sözlerinden görülmesine rağmen bu filmde de görüyoruz ki erkekler parayı bulunca önce arabayı sonra hayatındaki kadını değiştirirmiş. Belfort’ta şaşılmayacak şekilde bunu uygular. Sefillik dönemini atlatmanın ardından başka bir aşka yelken açar fakat her gece başka kadınlarla gözlerini kapayarak.
Scorsese, filmde tamamen tüketim ve kapitalizm üzerine örülü bir hayatı sunarken Wall Street dünyasının ne kadar sahtekârlıklarla dolu olduğunu çekinmeden anlatmayı tercih eder. İnsanların nasıl kandırıldıklarını, onların paralarıyla kimlerin zenginliklerine zenginlik kattığını, sahte mutlulukları, İsviçre Bankaları büyüsünü… Kısacası her şeyi anlatmıştır. Filmde sürekli bir tüketim kültürü çılgınlığının empoze edilişi söz konusudur. Daha çok kazanalım, daha çok harcayalım daha daha daha… Doyumsuzluk ve doyum arasındaki ince çizgilerle adımlar atılmış.
Bana sorarsanız bu senenin “En İyi Erkek Oyuncu” ödülüne en yakın isim The Wolf of Wall Street’teki Jordan Belfort karakteriyle Leonardo Di Caprio, fakat üzücüdür ki bu filmdeki bu rol ile en iyi oyuncu adayıdır. Di Caprio’nun daha iyi performanslarını izlesek de yine de The Wolf of Wall Street’teki oyunculuğu da takdire şayan. Kaderin bir cilvesi midir bilinmez ama yılların Oscar mağduru Scorcece’de onca iyi filmine rağmen 2006 yapımı The Departed ile bu mağdurluğuna son vermiştir. Yani onca başyapıtın ardından “nihayet”leri de benzeyecek gibi görünüyor. Scorcece ve Di Caprio ortaklığı birbirleri üzerinde ne kadar tesirli oldu onu 86. Oscar ödül gecesinde öğreneceğiz.
Lise eğitimine başladığından beri Gazetecilik ve Radyo-Televizyon ve Sinema okumaktadır. Doktora eğitimini de bu alanda yapmaya devam etmeyi planlıyor. Çalışma hayatına gazetecilikle başlayıp sinemayı da beraberinde devam ettirmiştir. 8 yıl Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde ve sinema filmlerinde reji asistanı olarak çalıştı. Çektiği kısa metraj filmler pek çok festivalin yarışma bölümünde yer alıp gösterimleri gerçekleştirildi. Bu festivallerden ödülleri de bulunmaktadır. Kendi blogunda yazdığı yazıların ardından kurulduğundan beri Cineritüel’de sinema üzerine yazmaya devam etmektedir. Uzmanlık alanı Türkiye Sineması olup, absürtlük ve komedi favori dallarıdır.