Konuk Yazar: Demokan Atasoy
“Her ne kadar yanlış yollara girmiş olsalar da, dahilerin emekleri nihayetinde insanlığa
elle tutulur bir fayda sağlamak yönünde nadiren başarısız olur.”
M. Waldman
Bu hafta birden fazla başlığı tek yazıya sığdırıp sana keyifli ve bilgi dolu bir okuma sunmayı planlıyorum. Konuya çok özel bir kadından girip lafı edebiyat uyarlamalarına getireceğim. Oradan ise canavarlara atlayacağım; peşinden, çok özel bir başka kadına ve son olarak da konuyla ilişkili uyarlama filmlere geçeceğim.Sıkı tutun kalkıyoruz.
Ursula Le Guin, Kasım 2014’te Amerikan edebiyatına katkılarından dolayı National Book Foundation tarafından verilen madalyasını alırken altı dakikalık, az ve öz, çok keyifli bir konuşma yapmıştı. (Ayrıca bu konuşma korku, fantazya ve bilimkurgu yazarları için bulunmaz değerde, cesaret verici ve etkileyici bir konuşmadır. YouTube’dan açıp izlemekte fayda var). Yaptığı bu konuşmanın içinde edebiyatı “kelimeler sanatı” olarak tanımladı Le Guin. Edebiyat ve sinema birbiriyle her ne kadar iç içe geçmiş olsa da üretim süreçleri ve insanlar tarafından algılanmaları da dahil olmak üzere, birçok açıdan aralarında büyük farklar barındırırlar. Özellikle üretim sürecinde, edebiyat tek kişilik bir çabanın sonucu olmasına rağmen sinema genellikle bir ekip işidir. İkisinin de birbirinden farklılık gösteren birer dili vardır. Bugün geldiğimiz noktada sinemanın dili ilk akla geldiği gibi yalnızca görüntü değildir. Le Guin’in yolundan gidip basitçe anlatmam gerekirse; sinema, görüntü ve sesin uyumlu birlikteliğidir. Görüntü ve ses, en yoğun kullanılan duyulara hitap ettiğinden insana çok doğal gelir ve bu doğallığın bir devamı olarak sinemayı -en azından duyusal olarak- algılamak çok kolaydır. Oysa kolay algılanan bu etkiyi yaratmak hiç de basit değil. “Şimdi tüm bunların uyarlamalarla ne ilişkisi var?” dersen, tam da oraya geliyorum.
Edebiyatı sinemaya uyarlamak, “Kelimeler Sanatı”ndan “Görüntü ve Sesin Uyumlu Birlikteliği Sanatı”na tercümanlık yapmaktır ve başlı başına bir iştir. Hakkının verilebilmesi için us talık gerekir. Sinemacılar filmlerinde istedikleri etkiyi yaratmak için üretim sürecinde en iyi görüntü yönetmeniyle, en iyi set ekibi, ışıkçı, sesçi, müzisyen, montajcıyla, en iyi aktör/aktrislerle vs. çalışmak isterler. Fakat iş senaryoya geldiğinde, ne hikmetse, bazı yapımcı ve yönetmenler konu hakkında hiçbir deneyimleri olmaksızın senaryoyu kendilerinin yazabileceğini ve hiç yazar eli değmemiş olsa da kulağa orijinal gelen bir senaryo fikrinden -bir senariste danışmadan da- iyi bir film çıkabileceğini düşünürler. Bu noktada mikrofonu, Ağustos 2016’da kaybettiğimiz değerli senarist, yönetmen ve aktör Gene Wilder’a uzatmak istiyorum. Wilder der ki; “Bir yönetmenin yazmayı bilmesine gerek yoktur. Ama okumayı bilmesinde fayda var tabii.”
Diğer bir değerli sinemacı Woody Allen da bir röportajında, “Script is a blueprint,” der, yani yapılan bir film değil de bir inşaat olsa, senaryo bu inşaatın planıdır demek istiyor Allen. O sebeple, bir film çekerken profesyonel yazarlarla çalışmak ve/veya yayımlanmış edebi eserleri sinemaya uyarlamak oldukça mantıklıdır. Zaten şöyle bir bakarsan, romanlardan yapılan film uyarlamalarının yoğunluğunu hemen görür sün. (Sinemaya romandan uyarlanan korku, fantazya, bilimkurgu örneklerini sonraki bir yazımda ayrıca uzun uzun konuşalım bence.) Tabii ki bu bir kural değil ve uyarlama olmayan pek çok senaryo ve güzel film de mevcut, ama bunca lakırdıyla benim lafı getirmeye çalıştığım bir yer var. O yüzden izninle devam edeyim. Sonuçta, senaryonun bir profesyonelin elinden çıkmasında her zaman fayda vardır. Sinemamızın da edebiyat ile olan ilişkisini yeniden gözden geçirmeye başlaması iyi sonuçlar doğurabilir bence. Özellikle ülkemizde edebiyatın korku ve fantazya alanlarında ufaktan bir hareketlenme başlamışken bu dalgayı kaçırmamakta fayda var. Mesela sinema tarihine bakarsak, geçen yazımda anlatmaya giriştiğim ilk korku filmi örnekleri de korku edebiyatıyla uyum içinde ilerlemiştir. Pek çok film romanlardan uyarlanmış ya da bu ilk filmlerde sözlü ve yazılı edebiyatın canavarları kullanılmıştır.
Canavarlar denince benim aklım hemen çocukluğa ve çocukluk korkularına gider; masallarda anlatılanlara ve geceleri karanlıktan fırlamasını hayal ettiğim şekilsiz varlıklara. Zaten ‘Google Baba’ya Monsters veya Canavarlar yazıp sorarsan, karşına ya bir marka, bir film adı ya da dönemin yükseleni Harry Potter’ın ‘Fantastik Canavarlar’ı ile Pixar’ın 2001 yapımı animasyon filmi Sevimli Canavarlar (Monsters Inc.) çıkacaktır. Ama ben bu satırlarda canavarlar dediğimde onlar dan bahsetmiyorum genelde. O yüzden yavaştan jargonu da oturtmaya başlayalım.
Mesela geçen ayki yazımda Hollyweedii… Pardon, Hollywood’un ilk korku filmlerinden bahsederken ‘Gotik Canavarlar’ terimini kullanmıştım. Fakat gotik kelimesi dilbilimden mimariye, kurgudan modaya, altkültürden müziğe kadar öylesine geniş bir alanı kaplıyor ki hem hak ettiği değeri vermek açısından hem de başlığı dağıtmaması için bence dikkatli kullanılmasında fayda var. Benim burada konu etmek istediğim canavarları, İngilizcede “Classic Monsters” adıyla aratarak bulman çok kolay olacaktır. Benim, dilimiz deki favori başlığım ise “Korku nun Canavarları”dır. (Bu arada Google’da aratırsan karşına çıkacak aynı isimli kitabı da kaçırma. Sevgili Fatih Danacı’nın bu keyifli incelemesinin arka kapak yazısı da ustamız Giovanni Scognamillo’dan).
Bu girişin ardından sana sormak istediğim soruya geldim; korkunun canavarları deyince aklına ilk ne geliyor?
Bir tahmin yürütmem gerekse 21.yüzyılda müthiş bir yükseliş yakalayan ve bugünlerde popülaritesinin son demlerini yaşayan zombiler geliyor derim. Eğer benim gibi bir 70’ler 80’ler çocuğuysan, vampirlere duyduğun hayranlık sürüyor olabilir. Kurt adamlar bir süredir unutulmaya yüz tutsa da aslen seveni çoktur. Mumya ise bu sene Tom Cruise’lu yepyeni filmiyle canlandırılmaya çabalandı. Ya da 2000’ler gençliğine dahilsen üç harflileri düşünüyor bile olabilirsin. Peki, hanginizin aklına özel isimler geliyor? Çünkü korkunun canavarları denince ben özellikle iki özel ismi hatırlarım: Dracula ve Frankenstein. Hangi özel kadından bahsedeceğimi anlamaya başladın mı?
Bu iki özel isim sadece edebiyat ve sinemada değil, tüm korku sanatları tarihinde yanına yaklaşılması güç bir popülariteye sahiptir. Durum böyle olunca, bu korku canavarlarının yaratıcılarının da en az onlar kadar popüler olmasını beklersin. Fakat kazın ayağı öyle değil. Bir tarafta Dracula ile Bram Stoker, diğer tarafta da Frankenstein ve isimsiz canavarı ile Mary Shelley var. Geçen ayki yazımda Frankenstein romanının 1931 yılındaki sinema uyarlamasından bahsederken filmin jeneriğinde orijinal eser sahibi olarak adının, Mrs. Percy B. Shelley diye yazıldığını söylemiştim. Ah, şu kadınların erkeklerden çektikleri! O yıllarda ünlü soyadına ve muhteşem yaratımına rağmen gerçek ismine değer verilmeyen bu benzersiz kadına daha detaylı bir bakış atmanın vaktidir öyleyse.
Öncelikle dünyaya en popüler korku canavarlarından birini kazandırmış bu ilginç kadının hangi isimle doğduğundan başlayalım. Mary Shelley, 1797 yılının rutubetli bir Ağustos sabahında Somers Town, Londra’da, Mary Wollstonecraft Godwin olarak dünyaya gelir. Küçük Mary’nin ilk soyadı annesinden, diğeriyse babasından gelir ve ikisi de bahsedilmeye değer isimlerdir. Mary’i ve şaheseri Frankenstein’ı anlamak için öncelikle ailesine kısaca bir bakmakta fayda var. Babası William Godwin döneminin önde gelen siyaset bilimcilerinden ve aynı zamanda bir yazar ve gazetecidir. Hem yararcılık (utilitarianism) akımının ilk destekçilerinden hem de modern anarşist düşünceyi ilk ifade eden isimlerden biridir. 1700’lerin ikinci yarısında İngiltere’deki pek çok yazar, filozof ve ekonomist ile yakın dostluğu olduğu bilinir.
Annesi Mary Wollstonecraft da yazar, filozof ve aynı zamanda İngiltere’de feminist düşüncenin en ateşli savunucularından biridir. (İşe bak, hikaye içinde hikaye. Al sana bir özel kadın daha!) O dönemin pek çok kadını gibi Wollstonecraft’ın hayatı da zorba ve alkolik bir babanın hükmünde anne ve kardeşlerini koruyarak geçmiş. Fakat bu sırada sürekli okuyup kendini geliştiren Wollstonecraft, genç yaşta hayata atılmış ve eve para getirmeye başlamış. Sonrasında da bilgilerini kullanıp kardeşleri ve en yakın arkadaşıyla beraber bir okul bile açmıştır. Okulda iyi bir öğrenci olmasa da Fransızca ve Almanca öğrenmeyi başaran Wollstonecraft, çeviriler yaparak hayatını idame ettirmiştir. Fransız Devrimi’nin hemen ardından, 1790 yılında Fransa’ya gitmiş ve onu bir gecede meşhur eden Vindication of Rights of Men (Erkeklerin Hakları İçin Savunma) adlı kitapçığı yazmıştır. Bu metnin popülerliğinin ardından da bugün en önemli eseri olarak gösterilen A Vindication of the Rights of Women’ı (Kadın Hakları İçin Bir Savunma) kaleme almıştır. Bu kitapta en çok üzerinde durduğu konu, kadınların da erkeklerle aynı koşullarda eğitim görebilme hakkı olmuştur.
İşte Frankenstein romanı ve isimsiz canavarın yaratıcısı Mary Wollstonecraft Godwin, bu çalışkan ve zeki ikilinin kızı olarak doğdu. Fakat doğumun ardından çıkan komplikasyonlar dolayısıyla annesi ölünce, onunla tanışma şansı bulamadı. Mary dört yaşındayken babası yeniden evlendi ve Mary hayatını üvey annesi ve iki kardeşiyle sürdürmek zorunda kaldı. Babasının sık sık ağırladığı misafirler, adı dilden dile dolaşan Mary Wollstonecraft’ın kızıyla tanışmak için can attığından, üvey annesinin küçük Mary’i kıskandığı da pek çok kaynak ta belirtiliyor. İşte bunun bir sonucu olarak diğer kardeşler okula gönderilirken, Mary okula gönderilmemişti. Öz annesinin tüm eşit eğitim taleplerine zıt bu yaklaşıma rağmen evdeki geniş imkanlar ve büyük kütüphane sayesinde küçük Mary annesinin yolundan gitmiş ve çok genç yaşın dan itibaren kendi kendini eğitmeyi bilmişti. Evde pek huzur olmadığı için 1416 yaşları arasında gönderildiği İskoçya’da ise evin dışındaki hayatı gözlemleme şansı bulmuştu. Bu seyahatin etkilerini hem sonraki hayatında hem de Frankenstein romanında görmek mümkündür. On altı yaşında eve döndüğünde, tüm hayatını değiştirecek bir sürpriz beklemekteydi onu.
Babasının takipçisi ve öğrencisi Percy Bysshe Shelley, Godwin’e çalışmalarında asistanlık yapmakta ve sürekli evlerine ziyarete gelmekteydi. Mary, çok yakışıklı ve karizmatik bir adam olan Shelley’den fazlasıyla etkilenmişti. Percy Shelley de 22 yaşında, evli ve çocuklu olmasına rağmen Mary ile birlikte olmayı seçer ve beraberce evden kaçarlar. Ailelerinin bu birlikteliğe karşı çıkması dolayısıyla zorlu birkaç yıl geçirirler. Bu sırada Mary hamile kalır, fakat çocuğu doğumda kaybeder. Bunun onu ne denli sarstığını kardeşine yazdığı mektuplarından öğreniriz. Bu sıkıntılı dönemin ardından, 18 yaşına gelen Mary ve 24 yaşındaki Percy, mali durumlarını düzeltip bir tatili hak ettiklerine karar verirler. İşte bu tatil bizleri Frankenstein romanının fikrinin ilk kez ortaya çıktığı Villa Diodati’ye götürür. Cenevre Gölü kıyısındaki bu villada kötü hava koşulları dolayısıyla mahsur kalan Mary, belki de tüm hayatına yön verecek bir dönüm noktasında olduğundan haberdar değildir. Tabii, bir evde tıkılıp kalmak için çok ilginç bir grup olduklarını da itiraf etmem gerek. Bir tarafta, öncelikle özgür yaşam tarzıyla, ardından da popüler yazın stiliyle dönemin en çok tartışma yaratan şairi Lord Byron, diğer tarafta romantizm akımının en etkili isimlerinden Percy Shelley. Onlara Mary’nin üvey kardeşi Claire ve Byron’ın özel doktoru John William Polidori de eşlik etmektedir. (Orada geçen çılgın tatil hakkında bir film izlemek istersen Ken Russell’ın Gothic [1986] filmi ilginç bir seyirlik olabilir.) Tüm dedikoduları bir kenara bırakırsam, o villada korku sanatları için önem arz eden iki önemli yaratım olduğunu söyleyebilirim. İlki, William Polidori’nin kaleminden çıkan The Vampyr -ki modern ve romantik vampir anlatısının öncüllerinden sayılan bir hikayedir- diğeri ise 18 yaşındaki Mary’nin ana fikrini kurguladığı Frankenstein ya da Modern Prometheus romanıdır. Tatilin ardın dan Shelley’nin romanı 1818’de ve Polidori’nin eseri de 1819’da yayımlanır.
Frankenstein ya da Modern Prometheus romanı, günümüzde sadece korku sanatlarının en etkileyici canavarlarından birini yaratmasıyla değil, yazılmış ilk bilimkurgu romanı olarak kabul edilmesiyle de sarsılmaz bir öneme sahiptir. Ayrıca Percy Shelley’nin ölümünün ardından, Mary Shelley yazarak hayatını idame ettirmiş bir kadın olarak saygıyla anılmayı da hak eder. Sanırım Türkçeye çevrilmiş bir biyografisi maalesef yok, fakat İngilizce biliyorsan Lucy Madox Brown Rosetti’nin 1890 yılın da yayımladığı Mrs. Shelley kitabını öneririm.
Frankenstein Sinema Uyalarlamaları:
Gelelim meselenin uyarlama ve sinema tarafına. Roman, yüz yılı aşkın süredir onlarca kez sinemaya uyar lansa da benim gördüğüm kadarıyla orijinal eserin kalitesine yaklaşabilen bir iş çıkmadı. Roman uyarlamalarının dışında, Frankenstein’ın canavarı da pek çok farklı filmde rol aldı. Tabii tüm filmleri saymaya burada yerim yetmez, fakat en azından ilginç bulduklarımdan şöyle bir bahsedeyim. Frankenstein romanının sinemaya ilk uyarlanışı 1910 yılında Thomas Edison’un çektiği bir kısa filmle olur. 13 dakikalık bu filmde özgün hikayenin Mary Shelley’e ait olduğu belirtilse de konu bayağı bir değiştirilmişti. İkinci adaptasyon olan Life Without Soul ise bugün maalesef kayıp. 1915 yılında yapılan bu film, Joseph W. Smiley tarafından yönetilen 70 dakikalık bir sessiz filmdi. 1920 yılında çekilmiş Il Mostro di Frankenstein isimli İtalyan uyarlamasını da unutmayalım. 1931 yılında ise Frankenstein’ın meşhur Hollywood prodüksiyonu seyirci karşısına çıktı. Filmin başlangıç jeneriğinde bu kez bir de oyun yapılmış ve canavarı canlandıran aktörün adı yerine bir soru işareti konulmuştu. Efsanevi makyajı ile canavarın görüntüsü olarak akıllara kazınan Boris Karloff’un adı ancak filmin sonunda görülebiliyordu. Bu versiyonda da hikaye neredeyse tümüyle değiştirilmiş ve göreceli bir mutlu sonla bitirilmişti. Ardından, türün yakaladığı başarı üzerine seri filmler peş peşe gelmeye başladı. 1935’te Frankenstein’ın Gelini (The Bride of Frankenstein), 1939’da Frankenstein’ın Oğlu (The Son of Frankenstein), 1942’de Frankenstein’ın Hayaleti (The Ghost of Frankenstein), 1943’te Frankenstein ve Kurtadam (Frankenstein Meets the Wolfman) ve 1944’te Frankenstein’ın Evi (House of Frankenstein) ile seri devam eder. Tabii, 1948’de Abbott ile Costello ve Frankenstein (Abbott and Costello Meet Frankenstein) filmiyle parodiler de hız kazanmaya başlar. Bizde de Nuri Akıncı’nın yönettiği 1967 yapımı Killing Frankenstein’a Karşı’yı unutmamak gerek.
1950’lerden 1970’lere kadar korku denince akla ilk gelen yapım firmalarından biri Hammer Films’ti ve bu kadar etkileyici bir canavar olur da onlar bu işe girmeden durabilirler miydi? 1957 yılında Hammer Films Frankenstein’ın Laneti (The Curse of Frankenstein) ile kendi serisini başlatır. Bu filmde Victor Frankenstein’ı Peter Cushing ve canavarı da Christopher Lee oynar. Seri tam altı film boyunca 1974’e kadar sürer. 1960’lara gelindiğinde, ABD piyasasında Frankenstein ile karşılaşmayan kimse kalmamıştı! Uzaylılarla mı, yoksa Jesse James ile mi bir film istersin? Frankenstein Meets the Space Monster (1965); Jesse James Meets Frankenstein’s Daughter (1966)… Bu sırada bizde de Nuri Akıncı’nın yönettiği 1967 yapımı Killing Frankenstein’a Karşı’yı unutmamak gerek.
70’ler, 80’ler ve 90’lar boyunca Frankenstein furyası dünya çapında sürer. İngiliz, Fransız, İspanyol, İtalyan ve Meksika filmleri hız kesmeden çekilir. Benim o yıllardan adını anmadan geçemeyeceğim film ise Mel Brooks’un 1974 yapımı, başrolün de Gene Wilder’ın oynadığı Genç Frankenstein’dır (Young Frankenstein). Bu müthiş parodi, dünya çapın da öyle ses getirir ki 1975 yılında Nejat Saydam Türkiye’de bu filmin bir benzerini Sevimli Frankeştayn adıyla çeker. 1990 yılında Roger Corman Frankenstein Unbound’da hikayeyi zaman yolculuğuyla birleştirir. 1992’ye geldiğimizde ise dev bütçeli, dönemin en popüler oyuncularıyla çekilmiş Kenneth Branagh filmi Mary Shelley’s Frankenstein karşımıza çıkar; fakat Robert de Niro’lu, Helena Bonham Carter’lı bu yapım 45 milyon dolarlık bütçesinin altında kalır ve bu rakamın yarısını bile gişe de karşılayamaz. Kenneth Branagh sinemasını genelde sevdiğimden mi nedir, benim seyirlik bulduğum filmlerden biridir bu. Ayrıca diğer yapımlarla karşılaştırınca, filmin, romanın konusuna olabildiğince sadık kalma çabası da bence artı puan. Lafı çok uzatmadan günümüze yaklaşırsak 2015 yılında iki yapım daha var. Bir tanesi, yine dönemin yıldız oyuncuları ve büyük bütçesi ile dikkat çeken Victor Frankenstein. Açıkçası filmin senaryosu o kadar fenaydı ki ne Daniel Radcliffe ve James McAvoy’un oyunculukları ne de görüntülerin güzelliği filmi kurtarabildi. Son olarak bahsetmek istediğim film ise aynı yıl çekilen Bernard Rose yönetimindeki Frankenstein. Yönetmeni, 1992 yapı mı Şeker Adam (Candyman) ve 1994 yapımı Ölümsüz Aşk (Immortal Beloved) gibi ses getirmiş filmlerinden hatırlayabilirsin. Ben 2015 yapımı Frankenstein’ı tüm riskine rağmen izlemeni öneririm. Duyguyu doğru verebilen, canavarın gözünden ve yine canavarın romandaki orijinal cümleleri üzerinden ilerleyen tedirgin edici bir film bu. Başrol oyunculuklarını da başarılı bulduğum yapım, bu kadar ucuza kaçılmasaymış çok ses getirecek bir iş olabilirmiş.
Gördüğün gibi gelecek yıl itibariyle 200 yaşına basacak olan bu müthiş roman ve isimsiz canavarı, korku sanatlarını şekillendirmeyi sürdürüyor. Yaratıcısı Mary Shelley, yıllar boyunca pek çok roman yazsa da 19 yaşında böyle efsanevi bir iş çıkarması dolayısıyla hala ilk romanıyla anılıyor. Üzerine yapılmış yüzlerce film, oyun, roman ve hatta çizgi roman ve bilgisayar oyunları bile olan Frankenstein’ın canavarı, görünüşe bakılırsa daha uzun yıllar popülaritesini koruyacak. Her zaman olduğu gibi iyi yapımların arasına pek çok kötü yapımın da karıştığı Frankenstein külliyatını baştan açıp bir kontrol et mende fayda var. Eğer bugüne dek ilgilenmediysen ve hatta canavarlar ilgini çekmiyorsa bile bu çarpıcı hikayenin ardındaki göz alıcı kadını merak et ve Mary Wollstonecraft Godwin Shelley’nin maceralı hayatını mutlaka öğren.
Gelecek yazıda görüşmek üzere…
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.