Röportaj: Kürşat Saygılı, Fırat Çakkalkurt
Deşifre: Erol Demiray
İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz?
İlk izlediğim filmi hatırlayamam açıkçası; ismiyle, cismiyle o filmi hatırlamam mümkün değil ama TRT’nin 70’li yıllarda yayınlanan filmlerini gayet iyi hatırlıyorum. Siyah-beyaz kovboy filmleri, John Ford’lar, John Wayne’in başrolde oynadığı filmler, Sterling Hayden’ın başrolde oynadığı filmler… Bir yandan da şöyle güzel bir şey vardı, şimdi dönüp bakıyorum da o zamanlar -özellikle Amerikan sinemasından- bir takım klasiklerle yetinmiyorduk. Ben çok erken yaşta, hatta ergenliğimin daha öncesinde, TRT’de Bergman’ın Yedinci Mühür’ünü seyrettiğimi hatırlıyorum. Bugün televizyon yayıncılığında pek de karşılığı olmayan bir şey bu. Bugün ben herhangi bir televizyonun Bergman yayınladığını ne duydum, ne dinledim ne de görüyorum. Onun haricinde sinemaya gelecek olursak, sinema salonunda ilk olarak ailemle birlikte Hababam Sınıfı’nı seyretmiştim. Ankara’da, Akün Sineması’ndaydı yanlış hatırlamıyorsam onun gösterimi. 14–15 yaşlarından itibaren, arkadaşlarıyla hafta sonları buluşup düzenli olarak sinemaya giden bir adam olduktan sonra seyrettiğimi hatırladığım çokça film vardır. Onlar beni çok beslemiş işlerdir.
Çocukluğunuz Ankara’da mı geçti?
Ankara.
Ankara’nın o zamanki sinema salonlarıyla, şimdikileri karşılaştıracak olsanız…
Şimdileri bilemem tabii; çünkü yaklaşık 25 yıldır İstanbul’dayım. Dolayısıyla şimdikileri bilemem ama tahmin edebilirim. Ankara’da ben çocukken bulunduğum bölgede Kızılırmak Sineması, Ses Sineması, Kavaklıdere Sineması vardı. Daha sonra Akün açıldı; “Vaaay!” falan olduk. Ondan sonra Akün’ün hemen altı, şimdi Şinasi Sahnesi olan yerde açılan sinema. Daha sonra Sanat Evi açıldı, iyice bir şaşırdık; Sanat Evi’ne gidiyoruz, Fassbinder filmleri seyrediyoruz, Werner Herzog seyrediyoruz. Sadece sinema salonları değil, sinemaların o zamanki paylaştığı filmler de, içerik de bambaşkaydı ama şu çok önemlidir: Emek meselesinde de bu sıklıkla konuşuldu; bir takım insanlar bunun sadece bir mekânsal sorun olduğunu düşündü. Sadece mekânın kendisiyle değil, mekânın uzamıyla da ilgili bir sorun. Bir kitapçının, bir serginin, bir sinemanın, bir tiyatronun kapısının insanların nefes aldığı caddeye, sokağa, şehrin içine, şehrin kalbine doğrudan açılması çok değerlidir. Tabii ki sadece Ankara’da değil, bütün Türkiye’de bu çok önemli bir şeydi. Sıklıkla gittiğimiz Ses Sineması, Kavaklıdere Sineması, -daha çok Türk filmleri oynatırdı belki ama- Talip Sineması, Karınca Sineması… Bunların hepsinin kapıları sokağa açılırdı. Bu çok önemli bir şeydir, değerli bir şeydir. Bir sinema salonuna girmek için güvenlik kontrolünden, yürüyen merdivenler zincirinden ya da başka bir alışveriş dayatmasından geçmeden -bir AVM’ye gittiğinizde, sonuçta bir alışveriş ruhundan ve o dayatmadan geçiyorsunuz- filme girebilmek çok önemlidir.
Kavramsal olarak sinema dediğimiz zaman, aklınıza ilk gelen anı, görüntü veya isim…
Fellini’nin Amarcord filmini seyrettiğim an.
Nasıl bir andı; nasıl bir etki bıraktı sizde?
Çok etkilenmiştim. Birincisi, o güne kadar bildiklerimden farklıydı. Yanlış hatırlamıyorsam 12–13 yaşındaydım. Film bana çok dokunmuştu; çünkü bir ergenlik hikâyesini ergen gözünden seyretmiştim. O zamanlar içinde bulunduğum çevrenin bana verdiği bilgilerle filmi kendimce çok cesur bulmuştum. Hatta haddim olmayarak ve yaşım olmayarak bir yandan Gorki okuyordum, Brecht okuyordum. Böyle yeni kitaplara merak duyuyordum. Anlamak/anlamamak ekseninde konuşmuyorum; o yaşlarda birazcık da ergenliğin getirdiği tuhaf ve salakça bir cesarete sahip oluyorsunuz. Kendimce çok kibirliydim, ukalaydım; biliyordum, dünyayı anlamaya çalışıyordum. O bakımdan da bana çok yakın gelmişti film. Nedense De Sica’nın Bisiklet Hırsızları da sinema deyince ilk aklıma gelen görüntülerden biridir ama “Amarcord’u seyreden ben”i çok daha iyi hatırlıyorum.
Şimdi ne sıklıkla film seyrediyorsunuz?
Çok sık seyrediyorum. Tam bir düzen veremem ama yaklaşık olarak her hafta sinemaya giderim. Festival veya benzeri dönemlerde tabii ki bu durum değişiyor. Bir festival veya benzer bir etkinlik olmadığı zamanlarla ilgili konuşuyorum; haftada en az bir kez sinemaya gitmeye çalışırım, bazen iki. Evde de seyrediyorum; kimi zaman dijital platformlardan, DVD’lerden… Bulabildiğim her imkândan.
Evde film izlemek mi, sinemada film izlemek mi?
Kesinlikle sinema! Hiç düşünmeden sinema! Sinema güzellemesi yapmak için söylemiyorum bunu ama olmuyor. Ne yaparsan yap, olmuyor. Evde aynı zevki almak mümkün değil. Tabii ki evde de film izlemenin güzel olduğu anlar var, ama eğer bir tercih hakkım varsa; sinema!
Bir filmi seçerken neye dikkat edersiniz? Yönetmenine mi, hikâyesine mi; popüler olmasına mı, aldığı ödüllere mi?
Filmine göre değişir. Bunların hepsi gündeme gelebilir, ama zaten önceden takip ediyor oluyorsunuz. Yani bir yönetmen sizin yönetmeninizse, onu takip etmeye başlamışsınızdır; “Yeni bir film yapsa da seyretsem” dersiniz. Hikâyesini bildiğiniz bir film varsa, onu takip etmeye başlamışsınızdır; “Aa! Bu film çekiliyormuş”, “Şu kitap uyarlanıyormuş” diye aklınızda yer eder. Onun haricinde hiç bilmediğim bir film olduğunda, az önce saydıklarınızdan mutlaka bir parametre vardır bana dokunan; onunla ilişki kurar ve o filmin izleyicisi haline gelirim.
Defalarca seyrettiğiniz bir film var mı?
Şimdi bu sorunun iki ayağı var. Şöyle söyleyebilirim; ben bir yandan da seslendirme yaptığım için bazı filmleri çok kez seslendirdiğim ve dolayısıyla seslendirdiğim kadar seyrettiğim oldu. Ama bu mesleki durumu bir kenara atacak olursak Yurttaş Kane’i çok seyrettim, Rashomon’u çok seyrettim; Esaretin Bedeli, The Shining… Daha doğrusu şöyle söyleyeyim; Hitchcock, Kubrick, Fassbinder gibi yönetmenlerin filmlerini çok seyrettim. Şimdi düşünüyorum da Kieślowski, Fellini, Visconti… Bunları sadece tek tek film olarak söyleyemem; bazen seri olarak sarıp sarıp, yani kafamda bunlara takılıp takılıp çokça seyrettiğim oldu.
Türkiye’den var mı?
Tabii ki, olmaz mı? Türkiye’den bir kere hepimizin otomatikman, yayıncılık geni nedeniyle de binlerce kere seyrettiği Tosun Paşa falan var. Bunun haricinde de bu filmleri her bulduğumda hala seyrediyorum. Bir de onların bazısı şimdi dijital olarak temizlendi ve çok daha iyi bir görüntü kalitesine ulaştı ya, o nedenle de seyrediyorum. Televizyonun bize tekrar tekrar izlettirdiği filmler dışında Vesikalı Yarim’i çok severek, defalarca izlemişimdir. Yol’un her versiyonunu izledim; Yılmaz Güney’in filmlerini de buldukça izlerim. Onun haricinde Kemal Sunal filmlerini de yakaladıkça izlerim; tekrar tekrar izlemekten sıkılmam. Yeni dönem yönetmenlerin filmlerinde de var defalarca seyrettiklerim.
Kemal Sunal filmlerine bir parantez açacak olursak…
Öncelikle ben bir Kemal Sunal hayranı değilim, ama o zamanın sinemasının nasıl yapıldığı, o zamanın toplumsal meselelerinin popüler bir damara nasıl aktarıldığını anlayabilmek için çok iyi bir gösterge var o filmlerde. Yani bir yandan popüler işler onlar, hatta neredeyse bazısı gişenin siparişi. Yine de Kemal Sunal’ın en “hafif” filminde bile bir yerden o güne, o günün toplumsalına, o günün ilişkilerine dokunan bir şey bulunuyor. Hmm! Bu benim ilgimi çekiyor işte, ama burada gülerken düşünmekten falan bahsetmiyorum. Asla inanmam öyle şeylere. Önemli olan gülerken gülmek ve sonunda kalan tortusunda bir hesaplaşma yaşayabilmektir.
Peki, günümüz komedi filmleriyle ilgili neler düşünüyorsunuz?
Mizah zekâ işidir; mizah bir hesaplaşma cesaretidir; mizah ters gidebilmektir. Mizah akıntının içinde kalıp, akıntıya kendini bırakıp, orada anlatılan bir-iki tane tekme-tokat, yumruk değildir. Günümüz komedilerinde hikâyenin akışında bir hesaplaşma, bir toplumsal aydınlanma, bir yaraya parmak basma ya da orayı deşmeye cesaret etme gibi bir çizgi göremiyorum. Hatta sadece sinemada değil, genel olarak da mizah yeteneğimizin çok zayıfladığını düşünüyorum.
En sevdiğiniz yönetmen kimdir diye sorsak?
Zor! Tabii bu herkesin hep zorlandığı bir şeydir. Bergman, Orson Welles, Coen Kardeşler, Kurosawa -çok severim-, Fellini -nasıl atlarım-… Daha bir sürü var da, bu kadar yetsin.
Peki, en sevdiğiniz film?
Ben çok uzun yıllar önce “en” ve “ilk” sorularının hepsini hayatımdan çıkardım. Çünkü gerçekten “en” ve “ilk” sorularını sabitlemiş bir insan olmak istemiyorum. Mesela bu soruyu sizinle iki saat sonra konuştuğumuzda başka bir ‘en’imin olmasını istiyorum. En azından öyle bir insan olmak istiyorum. Yaşadığım her dakikanın benim beğenilerimi tekrar şekillendirmesini, o yapıyı yıkıp tekrar kurmasını seviyorum. O yüzden “en sevdiğim film” diye bir şey diyemem ama şunu söyleyeyim -yine sadece ve sadece tek bir nedenle söylüyorum-; Yurttaş Kane, bir hikâye anlatma pratiğinin nasıl farklı, çeşitli, renkli, çok sesli olabileceği konusunda ilk izlediğim andan itibaren -ilk olarak çocukken ve hatta biraz korkarak izlemiştim- beni hep düşündürmüştür; ki zaten daha sonra İçimde Kim Var isimli romanımı bir Yurttaş Kane komşuluğuyla yazdım. Romanın kendi içinde bu izlek vardır; bir Yurttaş Kane izleme gecesidir aslında bu. Bana bir roman yazdırmasına duyduğum saygıyla Yurttaş Kane diyebilirim.
En son hangi filmi seyrettiniz?
Trumbo’yu.
Nasıl buldunuz?
Güzel, çok güzel.
Kendi hayatınız üzerine bir film yapacak olsanız, nasıl bir hikâye anlatırdınız?
Yapmam! Kısa metrajlı, siyah-beyaz bir film olurdu herhalde.
Sizi derinden etkileyen bir film sahnesi var mı?
Çok var. Baba’da James Caan’ın vurulma sahnesinden tut da, yine benzer bir sekans olarak Bir Zamanlar Amerika’da çocuğun vurulma sahnesi. Sevmek Zamanı’ndaki o meşhur, tablonun gezdirilme sahnesi. De Palma’nın Carrie’sinde Sissy Spacek’in başından aşağı kan dökülmesinin uzun sahnesi. Hakikaten çok devrimci olduğu için Potemkin Zırhlısı’nın “Odessa Merdivenleri” sahnesinden tut da, Modern Times’da Chaplin’in çarkların içine sıkıştığı an -hala ona şaşırıyorum, nasıl çekmişler; o zaman nasıl bir dekor kurdurmuş, ne yapmış teknolojisiyle falan diye-. Ya da yakın zamandan -filmi sevip sevmemek değil ama- The Revenant’da o atın uçurumdan yuvarlanış karesi gözümün önüne nasıl gelmesin; ama bir yandan işte 2001: A Space Odyssey’deki uzay yürüyüşü sahnesi. Yani çok var, gerçekten çok var ve buna bayılıyorum. Bir sürü sahnenin aklımda olmasına bayılıyorum.
Unutamadığınız bir film karakteri var mı, sizin kişiliğiniz üzerinde de etkisi olan?
Atticus; Bülbülü Öldürmek.
Size çok sorulmuştur muhtemelen; en severek yaptığınız seslendirme…
Hep şu cevabı verdim, değiştirmeyeceğim: Bu benim işim. Yani bir taksi şoförüne kısa mesafede dikkatli kullan, uzun mesafede dikkatsiz kullan; müşteri sakallı diye iyi davran, sakalsıza kötü davran falan diyemezsin. Sonuçta bir taksi şoförünün görevi nasıl müşterisini aldığı andan itibaren sağlıklı, sıhhatli, en güvenli şekilde bir diğer durağa ulaştırmaksa, ben de bir filmi elime aldığım andan itibaren terimin son damlasına kadar konuştum. O anlamda bir sevgi, sevgisizlik ekseninde konuşmadım. O benim profesyonel işim; en iyisini yapmaya çalıştım. Ama tabii bazı filmde “Ya bu ne!” falan diyorsun, bazı filmi ise çok çok beğeniyorsun. Bu belki performansına yansıyor olabilir. Yine de ben hepsine eşit davranmaya çalıştım. Tabii geriye dönüp baktığımda, günün sonunda, benim kişisel hikâyemde daha fazla sedası olan filmler olmadı değil. Ice Age serileri, Geleceğe Dönüş serileri, Star Wars’lar…
Sosyolojide “kültürel çeviri” diye bir kavram vardır. Biz memleketimizin bir kültürel metnini başka bir dile aktardığımız zaman, ondaki birçok şey kaybolur. Siz bir seslendirme sanatçısı olarak bu konu üzerine düşündünüz mü; mesela dublaj yaparken orijinalinde şu anlatılıyor ama biz bunu nasıl aktaracağız diye?
Tabii ki düşünüyorsun. Bazen bu iyi bir çevirmenin sana getirdiği çeviri ya da senin entelektüel birikim veya katkınla çözülebiliyor, bazen de çözülemiyor. Bunun çok kötü örneklerini de görüyoruz. Bu bir kültürel transfer değil, bir kültürel çeviri. Bu çok doğru bir tanımlama. Dolayısıyla bir başka toplumu, bir başka dünyayı anlayabilmek için sanatın bu konuda en önemli çerçeve ve kadraj olmasından faydalanmak, bu kadrajdan dünyaya bakabilmek önemli.
Türkiye’de son dönemde yapılan animasyonları nasıl buluyorsunuz?
Teknik olarak iyi yerlere doğru gidiyoruz. Dünyanın tekniğini yakalamaya çalışıyoruz. Pedagojik olarak “Şöyle olsun”, “Dünyada bu iyi gidiyor, bunu yakalayalım”, “Şuraya benzesin, buraya benzesin” diye yapılan işler kendini zaten çok net belli ediyor. Kısa filmciler arasında çok iyi örnekler var. Bir de son zamanlarda Şerafettin’i gördük. Kötü Kedi Şerafettin, kendisi bir dünya yaratıp hikâyesiyle, karakteriyle cesaret gösteren bir iş olarak karşımıza çıktı.
Siz televizyonda, gazetelerde ve internet ortamında birçok kişiyle söyleşi yaptınız. Hangi sinema sanatçısıyla -yaşayan veya ölmüş olabilir- bir röportaj yapmak isterdiniz?
Hayatımda hiç varsayım sorusu düşünmedim. Zaten Türkiye Sineması’nda konuşmadığım insan neredeyse kalmamıştır; birçoğu dostumdur hatta. Dünyadan bir isim düşüneyim… Mesela Natalie Portman ile çay içip sohbet etmek isteyebilirim.
Türkiye’de bir kurum olarak sinema eleştirmenliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gerçekten bütün nesillerde çok değerli eleştirmenler var. Kimi zaman sinemamızdan daha cesur olmuş isimler var; kimi zaman basının içinde bir yer bulabilmek için basının birçok kanalından daha çok mücadele etmiş isimler var ve günümüzde de gerçekten entelektüel bilgisi yoğun, dünya algısı derin, hayat bilgisi pekişmiş, nitelikli eleştirmenler mevcut. Fakat sorun şu; bu eleştirmenlerin kendilerini yeterince ifade edebileceği dergiler, gazeteler, televizyon programları, radyo programları var mı? Yok! Yönetmenlerimizle nitelikli konuşmaların, sohbetlerin yapılabileceği televizyon programları, gazete sayfaları var mı? Yok! Asıl sorun şu ki; gayet nitelikli üreticilerimiz var ama bu üreticilerimizin ürettiklerini anında, hızlıca paylaşabileceği yeteri kadar ortam yok. Bu yüzden aslında yaptığınız şey daha da değerli.
Kültür-sanat yayıncılığı ya da programları neden son dönemde gittikçe azaldı ve azalıyor? Neredeyse hiç yok artık.
Çünkü “Geliyor, geliyor!” demişlerdi; evet, sonunda kültürümüzün kışı geldi. Kış geldi!
Peki, kısa vadede baharın da geleceğini düşünüyor musunuz?
Tabii tabii. Ben her zaman için yarın baharın geleceğine inanırım. Yarın baharın geleceğine inanmazsak neden yarına uyanalım? Bunu herhangi bir mahalleden söylemediğimin altını çizeyim. Hep beraber, her tür kültürel çerçevede, yarın baharın gelmesini hep beraber isteriz. O zaman kışın da değerini daha iyi anlarız. Kışı yaşamış olmak kötü değildir. Samimiyetle söyleyeyim ki umutsuz değilim. Biz bugün bir yerde buluştuysak ve bir bağımsız yayın için oturup sohbet edebiliyorsak aslında bahar kapıdadır.
Yekta Kopan Kimdir?
Yekta Kopan, 1968’de doğdu. Öğrenim hayatı Ankara’da geçti. Hacettepe Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. Öyküleri Hayalet Gemi dergisinde yayınlandı. Hayvan dergisinde kısa metinler, sinema dergisi Altyazı’da film eleştirileri yazdı. Öykü üstüne metinler yazdığı Eşik Cini dergisinin aynı zamanda yayın kurulunda da görev aldı. Sesi Jim Carrey, Michael J. Fox, çizgi film karakteri Sylvester ve Buz Devri animasyon karakteri Sid ile özdeşleşmiş bir seslendirmecidir. Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri adlı öykü kitabı 2002 Sait Faik Hikâye Armağanı’na, Bir de Baktım Yoksun adlı öykü kitabi ise 2010’da hem Haldun Taner Öykü Ödülü’ne, hem de Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer görülmüş bir öykücüdür.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.