Esra Yalazan: “Sinema Hayattan Kopuk Bir Sanat Değil Bence.”

Esra Yalazan: “Sinema Hayattan Kopuk Bir Sanat Değil Bence.”

Share Button
Röportaj: Berna Stera DeğirmenKürşat Saygılı
Deşifre: 
Berna Stera Değirmen, Fatih DeğirmenKürşat Saygılı

Bir film seçerken neye dikkat edersiniz?

Yönetmenden ziyade hikâye ilgimi çeker. Fantastik ve korku türlerini pek sevmem. Genel olarak bilim-kurguyu da tercih etmesem de hikâyesi beni çekiyorsa izlerim. Örneğin Stalker filmi bilim-kurgu gibi algılansa da felsefi bir alt yapıdan beslendiği için iyi bir anlatı kurar. Genel olarak epik anlatımı seviyorum. Ayrıca benim için popüler sinema ve sanat sineması diye iki farklı kategori yok.  Benim için önemli olan hikâyenin nasıl ele alındığı ve seyirciyle kurduğu ilişkidir.

Bir filmi izlemeden önce filme dair eleştiri, haber, vs. okur musunuz?

Hayır, film izlemeden önce eleştiri okumam. Edebiyat eleştirileri dâhil, sanat disiplinlerine dair eleştiri yazıları ilgimi çekmiyor. Elbette özgün ve konusunda uzman eleştirmenler var ama ben izlerken yönlendirilmek istemem. Bir film izlerken benim için en önemli ölçü, filmin benim üzerimde bıraktığı etkidir. Türkiye’de eleştiri kurumunun -yine edebiyatı dâhil ederek söylüyorum- pek yetkin olduğunu düşünmüyorum. Pek çok eleştirinin ideolojik bakışla sınırlandığını düşünüyorum ve bunu da doğru bulmuyorum. Yine de izlemek istediğim filmin yönetmenini, oyuncularını az tanıyorsam, öncesinde çıkan haberlere bir göz atarım.

İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz?

Belirgin bir film söyleyemem. İlk sinema anılarım siyah-beyaz televizyonla eve giren şeyler. Türk filmleri, çizgi filmler… O zamanlar Pazar sineması vardı, klasik Hollywood filmleri ve western’leri evde izlediğimi hatırlıyorum.

Çocukluğunuzun sinema salonları nasıldı? Günümüz sinema salonlarıyla karşılaştırdığınızda arada nasıl bir fark gözlemliyorsunuz?

Benim çocukluğum Ankara’da geçti. Ankara’da o zamanlar güzel tiyatro salonları vardı. Hatta tiyatroya gitmek önemli bir ritüeldi. İnsanlar giyinip kuşanıp tiyatroya giderdi. Ama İstanbul ile kıyaslarsak sinema salonları o kadar yaygın değildi. Akün Sineması güzeldi. Arkadaşlarımızla okuldan çıkıp, üniformalarımızla sinemaya giderdik; çoğunlukla eve dönme saatlerini aşardık. İstanbul’da her dönem Emek Sineması’nı tercih ettim. Özellikle festival dönemlerinde. Teknik açıdan pek iyi olduğunu söyleyemem. Mesela simültane çeviriler konusunda sorunlar vardı ama buna rağmen çok büyülüydü. O zamanlar bir filme ulaşmak çok zordu. Ankara’da Videotek’ler alırdık ve Godard gibi auteur yönetmenlerin filmlerine ulaşmaya çalışırdık. Bugün seyircilerin daha şanslı olduğunu düşünüyorum. Öncelikle seyirci filmlere kolayca ulaşılabiliyor ve teknik açıdan filmi farklı şekilde izleme şansına sahipler. Fakat şimdilerde sinema salonları AVM’lere sıkışmış durumda. Ben oralarda film izlemeyi pek tercih etmiyorum. Sinema hazzıyla büyülenmeyi -her ne kadar teknik açıdan iyi olsa da- AVM salonlarında yaşayamıyorum. Bu nedenle evde izlemeyi tercih ediyorum ama beyaz perdenin eksikliği sinemanın gerçekliğini eksiltiyor.

Sinema denince aklınıza ilk hangi sözcük gelir?

Aklıma ilk rüya kelimesi gelir. Kişisel olarak rüyalarımı pek hatırlamam. Ama rüyaların psikolojik anlamlarını merak eden biriyim. Bergman ve Tarkovski, filmlerini rüya metaforu üzerine kuran yönetmenler. Bunu söylerken filmlerinin rüyalara gönderme yaptığı sahnelerden bahsetmiyorum, filmografilerinin genelinin gerçekle bilinçdışı arasında gidip gelen bir yapı inşa ettiklerini düşünüyorum. Eyes Wide Shut filminde, pek önemsenmeyen rüya sahnesinin önemli bir yeri olduğunu düşünürüm mesela.

90’larda Türkiye Sineması’nda bir kırılma yaşandı ve post-yeşilçam denilen bir döneme girildi. 90’larda sayıları az olan auteur yönetmenler günümüzde daha da fazlalaştı. Bu yönetmenlerin en önemli ortak özelliklerinden biri de sıklıkla Yılmaz Güney’e ve gerçekçi sinemaya referans vermeleridir. Bu sebeple bu döneme post Yılmaz Güney dendiği de oluyor. Son dönem Türkiye Sineması’nın gerçekçi anlayışa bu kadar yaslandığı bir dönemde…

Ben post Yılmaz Güney dönemi olarak adlandırılmasını doğru bulmuyorum. Yılmaz Güney benim için de benzersiz bir yönetmendir. Ayrıca edebiyatta da sanatçıların, yazarların başka isimlerle anılmasını doğru bulmuyorum. Her birinin kendisine has özellikleri vardır. Mesela genç bir yazar çıkıyor ve onun için yeni Orhan Pamuk deniyor. Böyle benzetmeler sorunlu. Rüya meselesine geri dönecek olursak; Türkiye Sineması’nda Semih Kaplanoğlu rüya ve bilinçdışı meselelerini önemsemiştir. Nuri Bilge Ceylan da görüntüyü öne çıkaran ve rüya ile gerçek arasında köprü kuran bir yönetmen. Mayıs Sıkıntısı filminde de böyle bir atmosfer vardı. Nuri Bilge’nin filmlerinden bahsedecek olursak Kış Uykusu’nu görece daha konuşkan bir film olmasına rağmen Bir Zamanlar Anadolu’dadan daha fazla sevdiğimi söyleyebilirim. Fakat ben Nuri Bilge’ci değilim. Sinemasının, sanatının ‘merhametsiz’ olduğunu düşünüyorum. İnsanı daima karamsar ve neredeyse kötücül bir bakış açısıyla ele alıyor. Son dönem yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz’u beğeniyorum. Son iki filmi Yeraltı ve Bulantı’yı izlemedim. Ama Kader, Masumiyet ve İtiraf filmlerini çok sevmiştim. Zeki Demirkubuz sinemasının merkezinde görüntüden ziyade insan var ve insanı tüm zaaflarıyla çok iyi anlattığını düşünüyorum. İnsanın kötülüğe eğilimini tüm çıplaklığıyla ortaya koyar ama bunun insandaki karmaşadan kaynaklandığını ve iyileşebileceğini bir biçimde seyirciye yansıtır. Nuri Bilge Ceylan gibi “insan kötüdür” nokta deyip bırakmıyor; seyirciye bir biçimde umutla göz kırpıyor. Tabii Zeki’nin edebiyatla olan ilişkisi de derinlikli. Mesela pek tarzı olmamasına rağmen Kıskanmak filmi iyi bir edebiyat uyarlamasıydı bence. Zeki, sinemanın en temel unsuru olan görüntüye bilinçli olarak saldıran ve görüntüyü taammüden silen bir yönetmen. Belki de bu tercih onun filmlerinde hikâyenin biraz daha öne çıkmasını sağlıyor.

Kıskanmak filminden konu açılmışken, edebiyat uyarlamaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir edebiyatçı olarak edebi bir metinden uyarlanan filmin edebi derinliğinin kaybolduğunu düşünenlerden misiniz?

Sinema-edebiyat ilişkisi eski bir tartışmadır ve sıkıntılı bir meseledir. Has ve iyi bir roman sinemaya uyarlandığında mutlaka sakat kalır. Ama mesela The Hours (Saatler) filmini bu anlamda beğeniyorum; filmin bazı yanlarıyla romanı aştığını düşünüyorum. Romanın yazarı Michael Cunningham da filmi beğenmişti. Eyes Wide Shut’ın da iyi bir uyarlama olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde Hollywood Sineması özgün senaryo hiç üretemiyor. İstenilen ölçüde iyi senarist çıkmıyor. Filmlerin büyük bir kısmının gerçek bir hikâyeden ya da romandan uyarlandığını görüyoruz. Uyarlamanın piri Hollywood’dur. Türkiye Sineması’nda uyarlamalara pek rastlamıyoruz.

Ne sıklıkla film izlersiniz; filmleri evde mi, sinemada mı seyredersiniz? Festivalleri takip eder misiniz?

Çok sık film izliyorum. Her gün mutlaka bir film izlerim. Film izlemek, kitap okumak gibi çok önemli ve aslında sıradan bir alışkanlık benim için. Sinemaya az gidiyorum. Filmleri genelde online platformlardan izlerim. Eskiden festivallere daha sık giderdim. Peş peşe film izlediğim olurdu. Ama şimdi festivalleri de çok sık takip ettiğimi söyleyemem. Festival filmlerini sonrasında yine DVD’den veya festival kanallarından izliyorum.

Filmleri evde izlediğinizi söylediniz. Sinemadaki gibi yönetmenin zamanına sadık kalır mısınız? Yoksa filmi durdurarak veya ara vererek mi izlemeyi tercih edersiniz?

Filmi genellikle kesintisiz izliyorum. Evde de sinemadakinden çok farklı izlemiyorum. Yönetmenin zamanına genelde sadığım. Bir filmden de bahseden bir yazı yazacaksam tekrar dönüp bazı sahnelere bakarım. Wim Wenders’i çok beğendiğimi söyleyebilirim. Özellikle The Salt Of The Earth (Toprağın Tuzu) filmine bayıldım. Gözlerimi alamadım. Yazı yazmak için geri dönüp defalarca izledim. Wenders’in sükûnetindeki derinliği seviyorum. Every Thing Will Be Fine (Her Şey Güzel Olacak) filmini de çok beğendim. Oradaki yazarın anlatımı hem güçlü hem de ekonomik olarak iyi verilmişti. Film, insanın geçmişle olan ilişkisini yazar üzerinden iyi anlatmış.

En son hangi filmi izlediniz?

Truth filmini izledim. Türkçeye niyeyse Gizli Dosya adıyla çevirdiler. Türkiye’de bazen böyle saçma çeviriler yapılıyor. Truth, gerçek bir gazetecilik filmi. Bu filmdeki Cate Blanchett faktörünü de unutmamak gerekir. Bence Cate Blanchett 20. yüzyılın en önemli aktrislerinden birisidir. Robert Redford’la paylaşıyorlar başrolleri. Ondan önce de Spotlight ve Trumbo filmlerini izlemiştim. Spotlight dürüst bir filmdi. Bu üç film de Amerika’da gazetecilikteki ve Hollywood’daki çürümeyi, ‘cadı avı’ dönemini anlatan, kitaplardan iyi uyarlanmış filmler. Bana göre bu filmlerin sinematografik özelliklerinin ötesinde hukukun nasıl çalıştığını göstermeleri de önemli. Sistemin bir biçimde çalışması, içerideki çürümeyi sinema sanatıyla ifade edebilmek, bugün bize epey uzak ve özlemini çektiğimiz bir iklim maalesef.

Bahsettiğiniz üç film de gerçek hikâyelerden uyarlanan senaryolar. Zannediyorum siz gazeteci ve yazar hikâyelerini seviyorsunuz. Türkiye’de biyografi geleneği pek olmadığı için bu tarz hikâyeleri de sinemada izleyemiyoruz. Sizin sinemada izlemek istediğiniz, keşke filmi yapılsa da izlesem dediğiniz yazarlar var mı?

Evet, yazar hikâyelerini severim. Mesela yıllardır artık bir best-seller olan Kürk Mantolu Madonna’nın uyarlanacağından bahsedilir. Ben de severim, güzel romandır. Ama ben Sabahattin Ali’nin kendi hikâyesini izlemeyi isterim. Nasıl öldürüldüğü bile tam olarak aydınlatılmamış bir yazardır. Kısa ve trajik bir hayatı var. Aynı şekilde Sait Faik’in, Oğuz Atay’ın hayat hikâyelerini de izlemeyi isterim. Tezer Özlü’nün de trajik ama çarpıcı bir hayat hikâyesi vardır. Onun hayatını da beyazperdede izlemek heyecan verici olabilir. Ama sanırım daha uzun bir süre böyle yapımlar izleyemeyeceğiz. Çünkü bizim edebiyatımızda da biyografi geleneği yok, sineması nasıl olacak.

Bizim sinemamızda aslında birkaç biyografi örneği var. Mesela Nazım Hikmet’in filmi yapılmıştı. Bizdeki biyografilerde yazarlar hep ulvileştiriliyor. Eksikleri ve zaaflarıyla onları nedense görmek istemiyoruz.

Çünkü burada maalesef yüzleşme geleneği yok. Bizde yüzleşme her alanda çok sıkıntılı bir meseledir. Kültürel tarihimizin en sakat taraflarından biridir, tarihi ve kültürel gerçeklerle yüzleşme. Bir de Türkiye’de yazara, sanatçıya pek kıymet verilmez. Hep böyleydi, yeni bir durum değil. Stefan Zweig’ın yazdığı biyografilere bakın. Neredeyse yazın hayatının önemli bir bölümünü Dostoyevski, Tolstoy, Balzac gibi yazarların hayatını incelemek ve yazmakla geçirmiştir. Bizde kimse bir yazarın hayatına bu kadar kıymet vermez. Gönül ister ki Sait Faik’in, Oğuz Atay’ın, Sabahattin Ali’nin hayatını özenle anlatan filmler yapılsa da gençler bu yazarları daha yakından tanıyabilse.

Sizin hayatınızla ilgili bir film yapılsa, hikâyenizin nasıl anlatılmasını isterdiniz?

Sondan başlasın isterdim. Çünkü düz bir çizgide ilerlemiyor hayat. Kierkegaard’ın güzel bir sözü var; ‘Hayat ileriye doğru yaşanır ama geriye dönük anlaşılır’. Sinemada da böyle olmalı. Eğer hayatımı birisi film yapacak olsaydı, böyle bakmasını arzu ederdim. Bunun klişe bir mezarlık sahnesi olması gerekmiyor. Son ‘hayat kıvılcımı’nı gördüğü yerden başlasın isterdim. Geriye dönüp insanın hayatındaki kırılma noktalarını iyi gösterebilen hikâyeleri önemsiyorum. Doğru veya yanlış tercihlerinin insanı nerelere savurduğunu gösteren senaryolar, hikâyeler, filmler bir biçimde iz bırakır. Hayat düz bir çizgi değil, döngüsel bir ritmi var. Bu kırılmayı edebiyatta gösterebilmek görece daha zordur, sinema bu anlamda daha elverişli.

Dönüp tekrar tekrar seyrettiğiniz yönetmen ya da filmler var mı?

Tarkovski, Bergman, Godard, Truffaut, Antonioni, Visconti’nin bazı filmlerini ara ara özlediğimde tekrar seyrederim. Truffaut’nun Jules ve Jim filmini çok severim mesela. İlişkilerdeki kırılganlığı en iyi anlatan filmlerdendir. Epik anlatımı sevdiğim için 1950’lerin klasik Amerikan filmlerini tekrar tekrar izleyebilirim.

Sizi derinden etkileyen bir film sahnesi var mı?

Out Of Africa çok sevdiğim bir uyarlamadır. İyi yönetilmiş bir filmdir. Orada birkaç sahne var. Yazarın kendisi gibi (Karen Blixen) bir masal anlatıcısı karakter var. Meryl Streep oynuyor. Filmin bir sahnesinde adam (Robert Redford) ilişkilerin artık kadının istediği yönünde yürüyemeyeceğine dair bir konuşma yapar. Çarpıcı bir diyalogdur. Bazıları çok romantik bulsa da, kadının saçlarını yıkadığı sahne de güzeldir. Bu filmi rejisi, senaryosu, görüntüleri ve oyunculuklarıyla beğenirim. Aslında düşününce pek çok sahne hatırlıyorum. Sinema hayattan kopuk bir sanat değil bence. İzlerken çok sevdiğiniz o sahneler, düşününce hemen aklınıza gelmeyebilir ama bir gün hiç beklemediğiniz bir anda, belki öylece yolda yürürken, o sahneye dair bir konuşma, sıradan bir jest, çarpıcı bir cümle hatırlarsınız. Size, sevdiğiniz birine ya da hayatınızın unuttuğunuz bir bölümüne dokunmuştur. Sinemanın büyüsü budur. Ömür boyu size kendi diliyle eşlik eder.

Yazın hayatınızda size ilham veren bir yönetmen var mı?

Hayır, onları sinemacı olarak sevdim. Angelopoulos öldükten sonra onun sineması üzerine yazmıştım. Yazarken daha iyi anladığım bir yönetmen oldu ama yazılarımı doğrudan etkileyen bir yönetmen yok.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir