Vanishing Waves (2012): Sinemasal Anlatının Şizofrenleşmesi

Vanishing Waves (2012): Sinemasal Anlatının Şizofrenleşmesi

Yazar Puanı5
  • Sinemanın beyin ile ilişkisini en iyi tanımlayanlardan biri olan Gilles Deleuze, sinemanın beynin ekranı olabileceğini iddia eder. Bu iddiasını anlatırken hareket-imaj ve zaman-imaj kavramlarından bahseder. Bu iki terim, iki dönem arasındaki farklı zamanlara işaret etmek için kullanılır. Kaybolan Dalgalar, bu terminolojiden yola çıkarak dijital medyada kullanılan nöro-imaj terimini etkin olarak kullanıyor. Nöro-imaj, tahmin edilemeyen bir gelecekteki anlatıyı ekrana taşımakta ve film bu anlatının öncü örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Share Button

Konuk Yazar: Burç Karabulut

Kristina Buozyte imzalı Vanishing Waves (Aurora / Kaybolan Dalgalar), 2012’nin en çarpıcı filmlerinden olurken, belki de şu tartışmayı bir daha gündeme taşıyacağı bilinmiyordu: Sinemanın beyin ile ilişkisini en iyi tanımlayanlardan biri olan Gilles Deleuze, sinemanın beynin ekranı olabileceğini iddia eder. Bu iddiasını anlatırken hareket-imaj ve zaman-imaj kavramlarından bahseder. Bu iki terim, iki dönem arasındaki farklı zamanlara işaret etmek için kullanılır. Kaybolan Dalgalar, bu terminolojiden yola çıkarak dijital medyada kullanılan nöro-imaj terimini etkin olarak kullanıyor. Nöro-imaj, tahmin edilemeyen bir gelecekteki anlatıyı ekrana taşımakta ve film, bu anlatının öncü örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sinemanın izleyicinin aklını birtakım deneyimlerle doldurma eylemini gerçekleştirdiğini söylemek mümkün. Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004 – Sil Baştan), Memento (2000 – Akıl Defteri), Inception (2010 – Başlangıç) gibi filmler, beyin-sinema ilişkisini kurarken izleyicinin beyninden de bir ekran yaratma amacı gütmekteydiler. Bunun sayesinde bu sinema deneyimleri, tek kişinin, karakterin düz zamana bağlı deneyimleri olmaktan çıkıp izleyicinin beyinlerinin sınırları içine girmeye başlayan bir yeni zaman üretimini beraberinde getirdi. Nöro-imaj, tahmin edilemeyen bir geleceğin zamanında geçen olaylar silsilesini sinema perdesine yansıtan yeni bir zaman üretimine denk düşüyordu. Kaybolan Dalgalar, koma hastasının beyninde, anlatıyı zaman-hareket düzleminde yeniden kurarak, izleyiciyi tahmin edilemeyen bir zamanın içine yani nöro-imajın içine çeker. Doktor Lukas’ın, hastanın beyninin içine girip oradaki hayatı deneyimlemesi sonrasında izleyici de Lukas’ın ardından sürüklenir. Böylece Lukas’ın gözünden izleyici de aynı yolu takip eder.

Lukas’ın içine girdiği beyin, bir cennetten çok hayaletli evi andırır. Beyin düşünüldüğü gibi mükemmel bir yapının çok uzağında, daha çok bir kabusu tasvir etmektedir. Lukas, bilim adına girdiği bu yolculukta kendi arzularının peşinden gitmeyi ve bu hareketini kendine saklamayı tercih eder. Bilimsel bir merakla başlayan bu tehlikeli iş, yerini kendini kaybeden bir insana bırakır. Bu arada komada kalan Aurora da kendi bilincini Lukas’ın beynine girmesiyle kazanır. Yani koma durumunda bulunan Aurora, sadece Lukas’ın beynine uğramasıyla yaşadığının farkına varır. Bu noktada artık olaylar bildiğimiz çizgisel zaman düzleminde ya da geçmiş, şimdi ya da gelecek zamandaki anlamını yitirir. Çünkü bilinen zaman kavramının dışına çıkılması, olayları dünyamızda olmayan bir zaman dilimine taşır. Lukas bilmediğimiz bir zaman diliminde Aurora’nın beynine gelir ve birlikte bilinmeyen bir geleceği yaşarlar. Bu geleceği yaşadıklarını da sadece onlar ve izleyici bilir. Lukas, Aurora’ya her uğradığında nöro-imajlarının dünyasında kendine yer bulur. Bu öyle bir zaman ki; nesnel bir dünyanın zamanı olur. Lukas da bu yeni girdiği dünyaya ya da beyine kendini kaptırıp deneyi ihmal eder.

Nöro-imajın doğuşu nesnel bir zamanda, nesnelliğin ön plana çıktığı bir evrende olurken, elbetteki gerçekliğin ilişkisini sinema ve beyin düzeyine, yani yeni bir bilinç düzeyine çıkaracaktır. Deleuze‘ün “beyin ekrandır” derken kastettiği olayın artık bir metafordan çıkıp gerçeklik kazandığını söylemek mümkündür. Bu gerçeklik algısı yeni sorunları da beraberinde getirir. Nesnel bir zaman olarak tanımlanabilen bir periyotta çokça geçmiş, şimdi ve geleceğin olduğu birçok katmanlı zaman sistemini akla getirir. Nöro-imajlarla beslenen bu spekülatif gerçekliği nasıl açıklayacağız? Görünen o ki; karakterin beyninde canlanan bir zamandan söz etmek demek, şizofreniyi de bir anlamda konuşmak demektir. Lukas, Aurora’nın beynine girip konuştuğu kişiyle hiç yüz yüze konuşmaz. Adeta bir şizofren gibi orda olmayan bir şeyin varlığını, yerini, mekanını, zamanını doğrular. Bu sebeple Lukas’ın gerçeklik algısının bir şizofrenin gerçekliği kadar ciddiye alınacağı aşikârdır.

, , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir