- Western türünün evrimleşmesinde en çok katkısı olan usta yönetmenlerden John Ford, 1956’da meseleye beyaz adamın eleştirisi ile başlamıştır. Olgunluk dönemi eserlerinden biri olan The Searchers / Çöl Aslanı filminde Kızılderililer ile yaşanan çatışmanın sona ermemesinin sebeplerine değinirken Amerikanların tutumunu eleştiriye açmış, hatta gelecek için umutlu olduğunu hissettirmiştir.
Amerika’nın keşfedildiği, göçlerin başladığı ve Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin ilan edildiği günlere yetişemedi sinema. Ancak sonlarından da olsa yakalayıp şahit olduğu, tasvir etmeye çabaladığı ve tartışmaya açtığı Amerika’ya özel bir durum var; iç kesimlerdeki çorak toprakların tekinsizliği ve batıdaki mülkiyetin henüz sağlanmadığı, yerleşim için bekleyen sonsuz arazilerin kavgası. Bu bölgeler özellikle Amerikan Sineması’na tekrar tekrar anlatılacak karakterler vermekle kalmayıp sayısız çatışma hikâyesi üretebilmek için zengin bir kaynak da oldu. İşte bu topraklarda yaşanmış ve halen yaşanmakta olanlara dair çizgi roman ve romanlarla gelişen western kültürü zaman kaybetmeden filmlere de taşındı. Amerika’da yaşanan, Amerika’da çekilen, Amerika’ya ait bir sinema türü olarak western, bölgenin kanlı hesaplaşmalarına, çıkar çatışmalarına, yeşeren ve sönen umutlarına, kahraman ve anti-kahramanlarına, zamanla kendi bakış açısını da geliştirerek ayna tutmaya çalıştı. Amaç bu büyük coğrafyanın boş topraklarına yayılmak ve yerleşmek olunca elbette karşılaşılacak ilk kesim Kızılderililerdi. Ayrıca onlar da zorunlu olarak batıya göç etmeye zorlanmışlardı…
Klasik western filmleri içerisinde Kızılderililer ile çatışma en popüler konular arasındadır. Eğlence ve kaçış sinemasında her zaman öncülüğü elden bırakmayan Hollywood’un, aslında ne kadar ideolojik ve manipülatif bir sinema olduğu da birinci nesil western filmleri üzerinden kolaylıkla fark edilir. Western, kendi içinde usta yönetmenler çıkarana ya da tür evrimleşene kadar genellikle seyirciye sunulan iyi ve onurlu beyazların, kötü ve onursuz Kızılderililere karşı haklı mücadele veriyor olduğudur. Hollywood Sineması’nın bunu yaparken, söz konusu topraklar üzerindeki kıta yerlilerini yok sayarak Amerikan vatandaşlarının hak sahipliğini meşrulaştırmak isterken Amerikan vatandaşı olmayı parlatmak, milliyetçilik ve vatanseverlik aşılamak, muhafazakârlık, ataerkillik ve ırk ayrımcılığının devamını sağlamak gibi amaçlar edindiği de çok açıktır. Bu yüzdendir ki western türünün bu ilk örneklerinin vasat olduğu kadar taraflı bir bakış açısına ve antipatik söylemlere sahip olduğu söylenebilir. Daha sonraları Little Big Man / Küçük Dev Adam (1970) ile Kızılderililere karşı bu taraflı bakış alaya alınacak, Dances With The Wolves / Kurtlarla Dans (1990) ile de iade-i itibarda bulunulacaktır; ama, western türünün evrimleşmesinde en çok katkısı olan usta yönetmenlerden John Ford, 1956’da meseleye beyaz adamın eleştirisi ile başlamıştır. Olgunluk dönemi eserlerinden biri olan The Searchers / Çöl Aslanı filminde Kızılderililer ile yaşanan çatışmanın sona ermemesinin sebeplerine değinirken Amerikanların tutumunu eleştiriye açmış, hatta gelecek için umutlu olduğunu hissettirmiştir.
Savaş gazisi Ethan’ın tek akrabası olan kardeşinin ailesini katledip yeğenini kaçıran Kızılderili şefi Scar’ın peşine düşülmesi etrafında gelişir filminin hikâyesi. Ethan tarafından bebek iken bulunup kardeşinin yanında yetişen ve bu sebeple aileye aidiyet duyan genç Martin de bu arayışta Ethan’a katılır ve hala hayatta olduğuna dair izler buldukları Debbie’yi bulmak için yıllar sürecek bir takibe başlarlar. The Searchers’ın Kızılderili-beyaz kavgasına değil, kavgayı sürdürme yanlısı olanla sonlandırma gönüllüsü olan beyaz adamlar arasındaki farklı bir kavgaya odaklanacağı çok geçmeden, ikilinin sık sık birbirine ters düşmesiyle anlaşılır. Film her ne kadar Kızılderili peşindeki beyaz adam hikâyesi olarak başlasa da senaryodaki asıl çatışma unsuru Ethan ile Martin arasında kurulmuştur. İkisi de Debbie’yi bulma umudundadır ancak ikisi arasındaki tutum ve niyet farkı keskin çizgilerle birbirinden ayrılır. Klasik western ve Hollywood anlatı yapısına uymayacak şekilde John Wayne’in canlandırdığı başkarakter Ethan, iyi taraf olarak algılanamayacak kadar kötümser bir kişilik olarak vurgulanır. Irksal nefreti söylemlerinde açığa çıkar; onun için Debbie’yi canlı bulmaktan çok Debbie’nin Kızılderililer ile cinsel ilişkiye maruz kalmamış olması daha önemlidir. Aksi halde yaşıyor da olsa artık yeğeni olmadığını varsayacaktır. Ayrıca beden dilindeki öfke, hiddet ve intikam da gizlenemez düzeydedir. Onun kalıpsal yargıları ve davranışları Martin tarafından her fırsatta eleştirilirken ikili arasındaki gerilim sürekli artmakta, soğukluktan nefrete doğru bir duygusal gelişim yaratmaktadır.
John Ford, Ethan karakteri ile sonu gelmez ırksal çatışmanın sürekliliğini sağlayan çark olarak beyaz adamı sorumlu tutarken, Martin karakteri ile de çatışmanın sona ermesi için değişmesi gereken bakış açısını ortaya koyar. Martin için Debbie’yi, her ne yaşamış olursa olsun bulup sahip çıkmak ve sonrası için intikamı bırakıp önlerine bakmak gerekmektedir. Erkeklerin kan davası olarak gördüğü bu çatışmalar için Martin’de ve bölge kadınlarında fark edilen söylem ise olaylara kan davası olarak bakmayı bir kenara bırakmak gerekliliğidir. Çünkü Kızılderili-beyaz çatışmasının süregelmesinin ve karşılıklı can almaların sebebi olarak her iki tarafın da kan davası algısı taşıyor olması gösterilir ve değişim için öncelikli şartın birinin bu algıdan vazgeçmesi olduğunun altı çizilir. İkinci şart ise ırksal ayrımcılığın bir kenara bırakılmasıdır ki bu konuda da belirgin sorumlu yine beyazlardır. Film içinde direkt olarak dile getirilmese de ırklar arası evliliklerin iki toplum arasındaki kaynaşmaya yardımcı olacağı beklentisi kendini hissettirir; Debbie kaçırıldığı Kızılderili şefinin eşi olmuş, Martin ise bir başka Kızılderili’ye verdiği şapka karşılığında kısa süreli de olsa kendini bir Kızılderili eşe sahip bulmuştur. Ayrıca Martin’in soyunda da Kızılderililik bulunmakta ve belki de bu melezlik sayesinde iki tarafa da nefret beslemeyen, insan odaklı bir bakış açısına sahip karakter olarak vurgulanmıştır.
The Searchers’ın beyazlara yönelik psikolojik incelemeci tavrının ve karakterlere derinlik katma becerisinin Kızılderililer açısından mevcut olmadığını eklemek gerekir. Kızılderili şefi Scar’ın da beyaz erkekler gibi kan davası algısı güttüğü dışında onlar adına bir açılım geliştirilmemiştir. Yıllarca Kızılderililer ile yaşayan ve Scar’a eş olan Debbie’nin kendini Kızılderili halkından sayması dışında nasıl bir değişime uğradığı ve bakış açısına sahip olduğu da seyirci için ulaşılamayan durumlardan biri olarak kalmıştır. Kızılderili şefini canlandıran Henry Brandon da Almanya doğumlu, Hollywood’da farklı etnik kökenden karakterleri canlandırmasıyla ün kazanmış bir aktördür.
Filmin ustalık kokan planları, gerilimi çerçeveleme becerisi, göz alıcı parlaklıktaki renkleri ve John Ford’a özel, kadrajları kaplayan gökyüzü sonsuzluğunun yanında simgesel anlatım da dikkatleri çeken bir unsurdur. Pek çok filmde de (bazen gönderme yapılarak) kullanılacak olan, The Searchers’ın meşhur soyutlama planından bahsetmek gerekir. Finalde evin kapısı kullanılarak oluşturulan dâhili çerçeve bir tür sınır, ayrım olarak anlam kazanır. Kapıdan herkes geçmiş ve eve girmişken Ethan’ın vücut dilinde bir mahcubiyet duygusu fark edilir ve dışarıda kalır. Yavaş yavaş uzaklaşır ve kapının kapanmasıyla film sona erer. Sadece bu çekim bile ırkçılığa karşı bir dışlama görevi görürken Kızılderililer için değil, beyazlar arasında bir ötekileştirme yapılıp kalıp yargılardan kurtulma gerekliliğini pekiştiren simgesel bir anlatımdır.
İşletme ve Radyo-TV-Sinema mezunu. Eleştirel alanında aktif olmaya DVD+ dergisinin resmi forumunda moderatörlük yaparak başladı. İlk eleştirileri ise 2008 yılında Kanal D Home Video dergisinde yayınlandı. 2009’da Sinemaximum sitesinde, 2010’dan itibaren ise kişisel blogunda yazmaya devam ederken Aralık 2013’de Cineritüel’e katıldı. Antalya’da yaşamaktadır.
Pingback: Saygın Sinema Dergisi Sight & Sound'a Göre Tüm Zamanların En İyi 100 Filmi - Akıl Fikir Müessesesi