- Toni Erdmann bir anarşist. Otoriteyi sarsmaya gücü yok ama ona nanik yapacak cesareti mevcut. Eylemlerinin delişmenliği ya da tutarsızlığı tüm film içerisinde genel bir amaca hizmet ediyor. Dokunduğu her kişiyle etkileşime geçen, iletişimin yeni dünya düzenindeki katı görünmez kurallarının gerçekliğini ancak altı yaşına bir çocuğun yapacağı davranış biçimiyle, sahte dişleri ile parçalıyor. Belki durumu yer yer fazlasıyla zorluyor ancak bu depresyon çağında delirmemekten başka ne yapabiliriz?
İletişim kolay değildir ve birden fazla yolu vardır. Eğer isterseniz en zor koşullarla, en çetin tartışmalarda hatta içinden çıkılmaz durumlarda bile bir uzlaşmaya, karşı tarafı anlamaya ve belki de bu sayede kendini daha iyi anlatmaya kapı aralayabilirsiniz. Ancak modern toplum refleksleri bunu bir ödün olarak değerlendirdiğinden, mükemmeliyetçilik kisvesi altında bizlere sunduğundan beri iletişim artık çok daha zorlaştı. Artık sadece anlamak için değil, bir sonraki hamle için de düşündüğümüz için yavaşladı, bir oyuna döndü; iletişimi törpüleyerek bireyselliği parlak jelatinlerle bizlere sundu, tükenişi tetikledi. Maren Ade’nin Cannes’da ses getiren, izleyiciyi ikiye bölen, baştan sona kadar oyunbaz ve fazlasıyla tuhaf filmi Toni Erdmann, yüzeyde iletişim kurma çabası üzerinden bir baba-kız ilişkisini anlatsa da kapitalist sistemi, onun gereklilik olarak gördüğü eylemleri, erdem olarak sunduğu değerleri ve bu çarkın istemli ya da istemsiz kölesi olmuş bireyleri muzipçe topa tutuyor. İzleyiciyi sarsmaktan ziyade ona bir şefkat beslemesi ile günümüz eleştiri mekanizması içerisinde ise fazlasıyla değerleniyor.
65 yaşlarındaki emekli müzik öğretmeni Winfriend yaşlı köpeği ile birlikte yaşamaktadır. Ailesinden uzakta, uluslararası bir firmanın Romanya şubesinde önemli bir pozisyonda çalışmakta olan kızı Ines’ın kendisini ziyarete geldiğinde mutsuz olduğunu görür ve onun yanına gider. Orada beklediği ilgiyi görmeyen, kızı ile iletişim kuramayan Winfriend, takma dişleri ve garip peruğu ile alter-egosu Toni Erdmann karakterini ortaya çıkarır.
Hangimiz daha gerçek?
Maren Ade daha açılış sahnesinden başlayarak Toni Erdmann’ın tuhaf dünyasına izleyiciyi davet ediyor. Winfriend’in kapısına gelen bir kargo çalışanına yaptığı bomba imalı şaka fazlasıyla tedirgin edici ancak bir yanıyla da eskimiş, kaba bir mizahın kalıntıları. Yaşadığımız çağda karşılık bulması güç. Tıpkı yüzünde zombi makyajı ile eski eşinin evine, kızı ile buluşmaya gittiği zaman gibi, girdiği her ortamda tuhaf görünüyor. Ade, bu tavrı film içerisinde defalarca gerçekliği parçalamak için kullanır ve daha somut bir soru sorar: Hangisi gerçektir? Uzun zamandır görüşmediği ailesinden kaçış için elinden düşürmediği telefonun ardına saklanan Ines mi yoksa pejmürde görüntüsü ile başaramasa bile hayata renk katmaya çabalayan Winfriend mı? Yoksa ortada iki yanlış mı bulunmaktadır?
Gerçeklik sorunu filmin gizli lokomotifi. Winfriend bahçede telefonla konuşuyormuş gibi yapan kızının aslında kendilerinden kaçmak için bir oyun oynadığını gördüğünde ona ulaşmak için Toni Erdmann’ı ortaya sürer. Bunu sözgelimi satrançta bir piyona karşı vezir sürmek gibi düşünebiliriz; risklidir. Takma dişleri, peruğu ve demode espri anlayışı ile üç boyutlu bir karikatür filmi ele geçirir. Tüm çevresi “mış gibi” yaparken Winfriend bu oyunu gözle görülür protest bir eyleme dönüştürür. Zaten filmin 162 dakikalık süresi boyunca izleyiciyi duygusal gelgitlere sürükleyen de bunun açıktan yapılıyor olmasıdır. Çağın boşluğu ve önemsizliği içerisinde herkes bir performans sanatçısına dönüşmüştür.
Erdmann’ın hayatına girmesiyle sürekli bir şaşkınlık yaşayan ve içine düştüğü durumdan utanç duyan Ines’ın kumdan kaleleri bir bir yıkılıyor. Onun için sinir bozucu ve utanç verici her sahne izleyici içinde de benzer bir deneyime dönüşüyor. Mutluluk, yaşam ve eğlenmek hakkında sorulan sorulara iş yaşamındaki gibi pragmatik yanıtlar araması ise modern çağın sorunlarından. Aralarında kurulamayan iletişim izleyici ile de kısmen yaşanıyor. Kızın baba ile ilişkisinde olduğu gibi, izleyici ile sürekli etkileşimde olan ama bir an bile özdeşlik kurmayan tuhaf bir akış söz konusu. Duygusal kırılmalar, travmatik olaylar yaşanmadan da kaybolmuşluk hissini derinden hissediyoruz.
Kapitalizmi Trollemek
Ines, çokuluslu bir şirkette yüksek bir pozisyonda çalışıyor. İşini ise şöyle özetleyebiliriz: Çalıştığı danışmanlık şirketi, başka şirketlere nasıl küçülüp işçileri taşerona devir edeceklerini ve nasıl daha çok kar edebileceklerini gösteren çözümler sunuyor. Avrupa’da gelişmekte olan bir “pazar” olması dışına lokasyonda yaşayan insanlar hiç önemsenmiyor. Görüyoruz ki Ines kapitalizmin olağan zalimliklerini bir zırh gibi üstüne giymiş, vicdanını kenara bırakmış, sorgulama yeteneklerini ise işi için kullanıyor. Gerçeklik sorunu burada da ortaya çıkıyor. Sadece Ines’ın hayatının sahteliği değil tüm sistemin bir illüzyon üzerine kurulduğunu görüyoruz. Zaten “Avrupa’nın en büyük AVM’si, ama kimsenin alışveriş yapmaya parası yok,” diyerek film içinde Bükreş’in perişan durumuna da vurgu yapıyor. Toni Erdmann burada devreye giriyor ve tabiri caizse sistemi trollüyor. Kimi zaman bir iş adamına dönüşüyor, kimi zaman bir yaşam koçu oluveriyor, hatta Alman Büyükelçisi! Tüm sahtelikler içinde rolünü doğaçlama oynamaya devam ediyor. Bu sahteliğin kurumsal kimlikte karşılık bulması ise filmin kara mizahıyla tam anlamıyla örtüşüyor.
Burada bir parantez açarak akıllara gelen, her ne kadar hırs ile çığrından çıkmış olsa da, kariyerinin peşinden koşan ve başarıyı yakalamış genç bir kadını “ama mutsuz ve ruhsuz bir yaşamı var” parantezine alma çabasının fazlasıyla zorlama bir çıkarım olacağını belirtmek isterim. Maren Ade’nin filmin birçok yerinde böyle bir genelleme yapmadığı, hatta filmin finalini düşünürsek bu sonuca ulaşmadığı aşikar; ancak toplum tarafından biçilen roller ile filmin özet cümlesinde geçen “işkolik Ines” tabirinin filmdeki tezahürünün birbirlerini bir miktar desteklediği gerçeğini de görmemiz gerekiyor. Bunu bir tür yaptığı işin bedelini ödemek olarak yorumlamak biraz sert olsa da izleyicide öyle bir etki bıraktığını düşünüyorum. Bu bakış açısının sebebinin de toplumlar üzerinde en az kapitalizm kadar yıkıcı etkilere sebep olabilen geleneklerin ve “kadının yeri evidir” benzeri söylemlerin bizlere öğretilmiş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Daha net ifade etmek gerekirse, Ines daha lokal bir şirkette çalışsaydı bile dayatılan mükemmeliyetçilik duygusu sebebiyle aynı tükenmişliğe yakalanması muhtemeldi. Yanlış olan kariyeri değil, bu kariyer hedefinin kapitalist sistem tarafından sömürülmesi gerçeğidir.
Maren Ade’nin iki yılda yazdığını söylediği özenle hazırlanmış, her detayı hesaplanmış senaryosu bir yanıyla ana karakterini kocaman bir tüy yumağına sokacak kadar cüretkar, diğer taraftan ucuz aileyi birleştirme numaralarına meyil etmeyecek kadar dürüst, bir babanın kızına ulaşma çabasını modern çağın duygusal sorunlarıyla harmanlayacak kadar da gerçekçi bir anlatıma sahip. Orta sınıf mutsuzluğunu doğru yerden yakalamış olması ve gün geçtikçe kaybedilen insani değerlere vurgu yapması da cabası. Tüm bunları trol bir baba figürü üzerinden yapıyor olması ise alametifarikası.
Bir Trol Olarak Toni Erdmann Portresi
Diğer taraftan, kimi zamanlarda Toni Erdmann’ı kızına yardım etmeye çabalayan naif biri olarak tanımlamak yetersiz kalıyor. Dışarıdan bakıldığında patolojik derecede takıntılı, yaşlılık ve yalnızlığını çevresine umarsızca yansıtan, kan bağıyla var olan ailevi ilişkileri sömürü malzemesine dönüştürmekten çekinmeyen hatta yer yer bu durumu istismar eden biriyle de karşı karşıyayız. Pasif-agresif tavrını ve çoğunlukla işlevsiz görünmesini de üzerine eklediğimiz zaman yukarıda da söylediğim gibi Toni Erdmann günümüz tabiriyle bir “trol”e dönüşüyor. Ancak Maren Ade bu trole esaslı bir kimlik kazandırmış durumda. Onu konumlandırdığı nokta yanlışlar üzerinden bir çıkarım ile doğruyu bulan fabl örneklerinin ötesinde.
Unutulmamalıdır ki Toni Erdmann bir anarşist. Otoriteyi sarsmaya gücü yok ama ona nanik yapacak cesareti mevcut. Eylemlerinin delişmenliği ya da tutarsızlığı tüm film içerisinde genel bir amaca hizmet ediyor. Dokunduğu her kişiyle etkileşime geçiyor, iletişimin yeni dünya düzenindeki katı görünmez kurallarının gerçekliğini ancak altı yaşında bir çocuğun yapacağı davranış biçimiyle, sahte dişleri ile parçalıyor. Belki durumu yer yer fazlasıyla zorluyor ancak bu depresyon çağında delirmemekten başka ne yapabiliriz? Ya da soruyu tersten soralım: Ne yapıyoruz? Mutlu olmak, eğlenmek hatta çalışmanın dışındaki yaşamımız için? Bir çarkın içine konulmuş sürekli çemberi çeviren, takdir gören bir hamster olmak geçer akçe olsa bile, bunu tercih etmek zorunda mıyız?
Toni Erdmann hepimizin ihtiyacı olan bir kaçış figürü aslında. Bu sebeple filmin sonunda giydiği kötü ruhları kovma kostümü “Kukeri” çok değerli. Hem metafor hem de gerçek olarak görüyoruz ki bunun için özümüz dışındaki her şeyden arınmamız, çırılçıplak kalmamız gerekiyor. İşte o zaman duygularımızı baskılamaktan kurtulacağız, kendimizi ifade etmenin türlü yollarını arayacağız. Tıpkı Ines gibi. Böyle bir dışavurum modern çağın kontrol manyağı mükemmeliyetçi öğretilerinde yer almıyor; iyi ki de yer almıyor, çünkü kaçış biletimiz orada bizleri bekliyor.
İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.