Cineritüel yazarları 2017 yılı içerisinde ülkemizde vizyon yüzü gören filmler içerisinden en iyi 20 filmi belirledi. Yazarların kişisel listelerinde ortak bulunan filmlere göre oluşan listenin sıralamasında en çok oyu alan sıralamada kendisine yer buldu. Blade Runner 2049 ve Dunkirk filmlerinin puanları aynı olduğundan listemizde iki tane 20 numaralı film var bu sene. İşte Cineritüel’in 2017 en iyi 20 film seçkisi!
- Manchester By The Sea / Yaşamın Kıyısında – Kenneth Lonergan
Kenneth Lonergan’ın üçüncü filmi Manchester by the Sea, hem metinsel açıdan hem de film dili, üslubu ve biçimi açısından patetik sıfatı ile bir yaşama uğraşı hikayesi yaratma konusunda önemli bir başarı kaydeder. Başta filmin başkahramanı Lee Chandler’ın travma öncesi ve sonrası yaşadığı karakter değişimi olmak üzere, hikayedeki her yaştan insanın birbiri ile olan mesafesi ve insanı derinden etkileyen ilişkileri, bu başarının besleyici kollarıdır. Filmin sahip olduğu metnin temelleri o kadar sağlam ve hesaplı ki tek bir boşluk, tek bir pürüz bulmak imkansız. Böyle metinlere denk gelmek, hele de günümüzde Batı kültüründen böyle metinlerin çıkması oldukça değerli. Çünkü Batı acı ile olan soğuk ve mesafeli ilişkisini yitirmiş, acıya dair tüm anlatıları suistimal etmek istemektedir. Manchester by the Sea’nin bu açmazın dışına çıkarak kaliteyi sömürmeyen samimi anlatısının değeri bu yüzden daha da artar. (Filmin Eleştirisi: Manchester by the Sea (2016): Yaşama Uğraşı ya da Acıda Ortaklaşamamak)
- The Square / Kare – Ruben Östlund
Duchamp’ı bilmem neresinden anlayan sanat sevici burjuva zevatı, doğru; sanatın hamisi olma konusunda oldukça mahirdir. Ama Östlund’un işaret ettiği gibi hami olmak, estetik bir bakış açısı oluşturmaya yetmiyor. Bu aşamada komedi devreye giriyor: Ancak kendi maskaralıklarına kendi kurtuluşları gibi sarılan bir burjuva zevatı, sahip olduklarına eklemlenmiş bir aygıttan başka bir şey değil. The Square filminin gücü işte bu komedi seviyesinde yatıyor. Sırıtan bir komedi değil bu. Sırıtık suratların bir de filmi izlerken yeni bir aygıta dönüşeceğini bilen yönetmen, komediyi yetkin bir küçümseme halesine çeviriyor. Bu hale, burjuva banalliğini gizlemek için kullanılan sanat maskesinin üstüne geçirildiği için, seyirciye sadece kral çıplak demek kalıyor. (Filmin Eleştirisi: The Square (2017): Teşhir Olan Kim?)
- Forushande / Satıcı – Asghar Farhadi
Forushande filminin temel fark yaratan noktası, uluslararası festivallerde “minimalist” olarak imlenmiş İran sineması dışında bir anlatı kurmasından kaynaklanır. Çünkü film, Emad’ın okulunda, tiyatroda ve yeni taşınılan evde gelişen olayları etkileyici bir senaryo dehasının da becerisiyle bol göndermeli bir toplumsal politik tavırla harmanlıyor. Bir yandan vicdan, adalet gibi konularla gelişen tartışmalar, bir yandan okuldaki dersler aracılığıyla eğitim sistemine ilişkin tespitler, bir yandan da tiyatrodaki oyun aracılığıyla sansür ve sanat arasındaki ilişki filmi minimalist olamayacak kadar katmanlı yapıyor. Bu katmanlara sınıfsal çelişkiler ve bir arada yaşayan farklı kültürler de eklenince gayet kozmopolit bir söylem çıkıyor ortaya. (Filmin Eleştirisi: Forushande (2016): Minimalizm Değil Kozmopolitizm)
- Personal Shopper / Hayalet Hikayesi – Olivier Assayas
Yönetmenliğini ve senaristliğini Olivier Assayas‘ın üstlendiği Personal Shopper filmi, bir modelin alışveriş işlerine bakan Maureen’e musallat olan hayaletleri tartışır. Filmin tartışma düzlemi, yeni nesil sömürü hayaletlerinin eleştirisini yaparak buradan yeni bir sosyalizasyon önerisi yapacak boyutta değil; ama tartışmayı başlattığı nokta açısından oldukça parlak bir fikirle karşı karşıyayız. Komünizm hayaletlerini boğazlayan kutsal müttefik hayaletlerinin (neo-liberal devlet heyulası, ideoloji demagogları, piyasa simsarları) eline doğan nesillerin maruz kaldıkları sosyalizasyonu anlayabilmek açısından önemli veriler sunan film, özellikle final sahnesiyle kendisinin bir çeşit hayaletine dönüşen yeni nesil insanının fotoğrafını çeker. (Filmin Eleştirisi: Personal Shopper (2016): İçimde Hangi Atam Konuşuyor?)
- Toni Erdmann – Maren Ade
İletişim kolay değildir ve birden fazla yolu vardır. Eğer isterseniz en zor koşullarla, en çetin tartışmalarda hatta içinden çıkılmaz durumlarda bile bir uzlaşmaya, karşı tarafı anlamaya ve belki de bu sayede kendini daha iyi anlatmaya kapı aralayabilirsiniz. Ancak modern toplum refleksleri bunu bir ödün olarak değerlendirdiğinden, mükemmeliyetçilik kisvesi altında bizlere sunduğundan beri iletişim artık çok daha zorlaştı. Artık sadece anlamak için değil, bir sonraki hamle için de düşündüğümüz için yavaşladı, bir oyuna döndü; iletişimi törpüleyerek bireyselliği parlak jelatinlerle bizlere sundu, tükenişi tetikledi. Maren Ade’nin Cannes’da ses getiren, izleyiciyi ikiye bölen, baştan sona kadar oyunbaz ve fazlasıyla tuhaf filmi Toni Erdmann, yüzeyde iletişim kurma çabası üzerinden bir baba-kız ilişkisini anlatsa da kapitalist sisteme, onun gereklilik olarak gördüğü eylemlere, erdem olarak sunduğu değerlere ve bu çarkın istemli ya da istemsiz kölesi olmuş bireyleri muzipçe topa tutuyor. İzleyici sarsmaktan daha ziyade ona bir şefkat beslemesi ile günümüz eleştiri mekanizması içerisinde ise fazlasıyla değerleniyor. (Filmin Eleştirisi: Toni Erdmann (2016): Gerçekle Sorunu Olanlara)
- mother! / anne! – Darren Aronofsky
Darren Aronofsky’nin izleyiciyi ikiye bölen son filmi mother! bazı taraflarca ayakta alkışlanırken bazı taraflarca da yuhalandı. Filmden nefret edenlerin öne sürdüğü görüşlere baktığımızda, kimileri din ve Tanrı eleştirisini oldukça ekstrem bulurken kimileri de imgelerin çok bariz olmasını öne sürüyordu. Peki, diyelim ki Aronofsky alegorik hikayenin, metaforik sinemanın amacının seyirciye hiçbir şey ifade etmemesi anlamına geldiğini bilmiyordu, o zaman David Lynch’i çok imge kullanıyor, filmlerinden hiçbir şey anlaşılmıyor diye sinemadan soğutan seyirciye ne diyeceğiz? Lynch’e yönlendirilen anlatılar, fazla kapalı eleştiriler şimdi Aronofsky için bariz imge kullanımı nedeniyle literatüre sokuluyor ya, hayırlısı bakalım! mother! aslında belirli bir matematik üzerine kurulu ve net formülleri var. Eğer film hakkında hiçbir şey okumadan, bir bilgiye sahip olmadan perdenin karşısına geçmişseniz, uzun bir süre neler olduğunu anlayamamanız oldukça normal. (Filmin Eleştirisi: mother! (2017): Narsist Tanrı ve Yarattığı Katiller)
- Toivon tuolla puolen / Umudun Öteki Yüzü – Aki Kaurismäki
Trajedi ve komediyi yer yer absürde varan bir mizah anlayışıyla birlikte sunan Toivon tuolla puolen, insanlığın düşüşüne dair komik, tuhaf, sanatsal bir kara komedi olarak nitelenebilir. Kendisini insan olarak değerlendiren herkes için göçmen sorununun çok önemli bir konu olması gerektiğini düşünen Kaurismäki, özellikle Avrupa sanat sinemasında gitgide modaya dönüşmeye başlayan bu konuyu kendine has yaklaşımıyla o kadar başarılı bir biçimde ele alıyor ki Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı ödülüne layık görülmesi hiç de şaşırtıcı sayılmaz. Toivon tuolla puolen, Kaurismäki sinemasının en seçkin örneği olmayabilir, ama her karesi özgün bir tasarımın ürünü olmasıyla tematik açıdan benzerleri arasında parlamayı başarıyor. Zaten biz de Kaurismäki’yi bu özgünlüğü için seviyoruz. (Filmin Eleştirisi: Toivon tuolla puolen (2017): Kaurismaki Usulü Göçmen Sorunu)
- The Killing of a Sacred Deer / Kutsal Geyiğin Ölümü – Yorgos Lanthimos
Kynodontas’ta sentetik bir ev içinde korumacı bir aile çerçevesinde devlet ve modern çağ eleştirisi vardı. The Lobster’da da kapitalist sistem somut olan her şeyi tüketmiş, sıra soyut olanlara gelmişti ve sevgi/aşk kavramlarının yine aile kurumu çerçevesinde metalaştırılmasına dikkat çekiliyordu. Lanthimos, The Killing of a Sacred Deer ise çıtayı bir tık yükseltip yine diğer filmlerinde olduğu gibi içini boşalttığı aile kavramı ve mekanikleşmiş insanların yanı sıra, anne-çocuk arasındaki sevginin dahi hayati tehlike devreye girdiğinde nasıl aniden yok olacağını kan donduran bir şekilde işlemeyi seçiyor. Ayrıca yanına, kendisi için yeni olan adalet ve vicdan kavramını da ekliyor. (Filmin Eleştirisi: The Killing of a Sacred Deer (2017): Modern Yaşamda Mitoloji)
- Get Out / Kapan – Jordan Peele
Korku sinemasında pazar, türün klişelerine yaslanıp pek de yeni bir şey vadetmeyen o kadar çok filmle dolmuş durumda ki; arada sırada denenmemiş bir şeyi deneyen, tür kalıbı içerisinde zekice manevralar yapabilen bir film karşımıza çıktığında, onu baş tacı ediveriyoruz. İşte Get Out, tür sinemasının hızlı tüketilebilir meta niteliğini sosyolojik bir düzleme yerleştirmesiyle korku sinemasında ortalamanın çok üstünde bir yere çıkıyor. Belki korku türünün gerektirdiği tüm nitelikleri korkuseverlere sunmuyor olabilir; fakat tür sinemasına hapsolmayan bir bakış açısıyla bakıldığında, filmde çok daha değerli şeyler bulunabilir. (Filmin Eleştirisi: Get Out (2017): Uzaklarda Arama, Faşizm Yanı Başında)
- Testről és Lélekről / Beden ve Ruh – Ildikó Enyedi
Macar yönetmen Ildikó Enyedi’nin 67. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü’nü alan filmi Testről és Lélekről, fonksiyonlarını eksiksiz yerine getiremeyen bir beden ile özgürlüğünden yoksun bir ruh arasındaki çelişkinin üzerine kurulu. Bu sebeple filmin çift hatta ilerlediğini, bu hatlardan birinin “şimdi”, diğerinin ise belirsiz ve zamansız rüya sahneleri olduğunu söyleyebiliriz. “Benim şu anda rüya görmediğim, hatta bütün hayatımın bir rüya olmadığı güvencesini bana kim verebilir?” diyen Fransız filozof René Descartes, rüya ile uyanıklığı tam anlamıyla ayırt edemeyeceğimizi iddia eder. Hangisi rüya, hangisi gerçektir? Ya da başka bir soru; olmak istediğim ben’i gösteren rüya, olmak istemediğim bir ben ile sürdürdüğüm maddi hayattan yeğ midir? Belki de Testről és Lélekről, geyiklerin gördüğü bir rüyadan ibarettir. (Filmin Eleştirisi: On Body and Soul (2017): Belki de Geyiklerin Rüyasından İbarettir)
- Moonlight / Ay Işığı – Barry Jenkins
Her medya insanın belirli bir duyusunun ve/veya belli bir organa ait bir etkinliğin uzantısı olarak şekillenir. Duyularımızın etkinliği arasında bir oran olduğunu aktaran McLuhan, her medyanın, belli bir duyuyu öne çıkarırken, diğerlerinin etkinliğini azaltarak bu oranı yani insanın dünyayı algılama paternlerini değiştirerek tüm deneyim ve farkındalığımızı da değiştirdiğini ifade ediyor. Moonlight filmi de Amerika’da yer alan iki azınlığı hikayesine yerleştirerek farkındalık yaratır. Film her ne kadar klasik Hollywood klişeleri ve Oscar sevecenliği gösterse de detayları ve anlatımındaki incelik ile bu hususları kırarak bir başarı kazanır. (Demet Öztürk)
- Eshtebak / Çatışma – Mohamed Diab
2011’deki Mısır Devrimi’nden bu yana geçen süreçte Müslüman Kardeşler İslami Partisi’nden Muhammed Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi, 2013’e gelindiğinde Mursi aleyhine başlayan protestoların Mısır tarihinin en şiddetli eylemlerine dönüşmesi, sonrasında Müslüman Kardeşler taraftarları ile ordunun çatışmaya başlaması, Mısır’ın yakın tarihine baktığımızda hepimizin hafızalarında sıcaklığını koruyan gelişmelerden. Muhammed Diab’ın son filmi Eshtebak, tüm bu yaşananları bir kamyon kasasının içinde buluşturduğu, farklı kesime ve sınıflara mensup karakterleriyle özetlemeye, hafızaları tazelemeye çalışan bir yapım. Belgeselci yaklaşımıyla izleyeni filmin sonuna dek tanık konumunda tutması, çatışmanın şiddetini hareketli çekimleriyle tırmandırması Eshtebak’ın ayrıksı özelliklerinden. Bir ülkenin son on yılının toplumdaki yankılarını sinemanın sarsıcı olanaklarıyla anlatan film, böylece yılın en etkileyici, izlemesi zor yapımları arasında yerini alıyor. Ancak tüm halkı prototip karakterlerle yansıtmaya çalışırken karakterlerin çoğunun tip olarak kalması, filmin en büyük eksisi. (Dilan Salkaya)
- Ah-ga-ssi / Hizmetçi – Chan-wook Park
Görüntü yanıltıcıdır. Varlığın kendisi bile yanıltıcıdır. Olan, olabilecek ve olmuş olan şeyleri kendi idrakımızın ve tecrübemizin sınırıyla kavrayabiliriz. Bu, deneyimi belirler. Yani insanca deneyimlemek ancak yanılgı ile mümkündür. Sinemayı da gerçeğin ve dolayısıyla görüntünün manipülatif bir aktarımı olarak düşünebiliriz. Chan-wook Park izleyiciyi yanıltan, film deneyimini şoklarla doldurmanın peşinde olan bir yönetmen. Bu, Ödip’in çilesini izlerken gerçeğin farkında olmaktansa Ödip’in çilesini onunla beraber öğrenmeyi ve bunu tüm öyküye uyarlamayı sağlayan şey. Park’ın filminde ortaya çıkan bir gerçek yalnızca geleceği değil geçmişi de etkiliyor, geçmişin nasıl göründüğünü değiştiriyor. İşte Park’ın izleyiciye sunduğu deneyimin şok etkisi ve biricikliği burada saklı. Trajedi mekanının, olaylarının, kişilerinin aktarılmasına rağmen trajedinin zamanının saklanılması izleyiciyi filmin içine, akışına dahil ediyor. Ah-ga-ssi filmi de üç heceli söylenen ismini takip ediyor. Film, üç hecesi de mantıklı bir kelimenin kuruluşu misali ilerliyor. Kelimenin ne olduğunu bilebilmek içinse tamamını dinlemek gerekiyor. İlk bölümde var edilen dolandırıcılık hikayesi ikinci hikayedeki kandırmaya ve bu ikisi de üçüncü hikayedeki kaçış ve sevda öyküsüne bağlanıyor. Bağlanmaların her biri filmin tüm içeriğini etkiliyor ve film ilerledikçe seyir değişiyor. Çünkü filmin işlenen zamanı içerisinde karakterler de birer birer değişime uğruyorlar. Filmde karakterler hem kendilerini hem de başkalarını keşfederken aynı keşif yolculuğuna izleyici de katılıyor ve izleyici tüm trajedinin ortasında, olaya dahil ediliyor. (Filmin Eleştirisi: Ah-ga-ssi (2016): Bir Trajedi Şaşkını Olarak İzleyici)
- Good Time / Soygun – Benny Safdie, Josh Safdie
70’lerin Amerikan Yeni Dalgası’yla epey flört etmiş görünen Good Time, günümüz Amerikan kentini bir suç sahnesine çeviriyor. Bu bağlamda filmi kara film janrının içine dahil edebiliriz. Film, daha adından başlayan ve ilk sahnede zenci maskesiyle banka soymaya çalışan beyaz gangsterin hikayesiyle devam eden ironik anlatımıyla kara mizahın kapısını aralıyor. Ancak bu kara mizahı Coen Kardeşler gibi epik bir anlatının içine yerleştirmek yerine daha çok sosyal gerçekçi bir stilin içine yerleştiriyor. Kenti tekinsiz bir mekana dönüştüren Safdie’ler, suç filmi yapmak için suç filmi yapan yönetmenlerden bu noktada ayrışıyor. Aile ilişkileri, sosyal devlet politikaları, ırkçılık ve altsınıfların sınıf atlamak için suçla haşir neşir olması gibi meseleler modern gerçekçi bir anlatımla sunuluyor. (Film Eleştirisi: Good Time (2017): Suçun İronisi)
- Paterson – Jim Jarmusch
Jim Jarmusch Paterson filminde kenti, küçük nesnelerde gizlenen ve sakinlerine keşfedilmeyi bekleyen farklı düşünceler bahşeden bir ilham mabedine dönüşüyor. Büyük meydanlarından zafer nutukları atılan, betona hapsedilmiş yapılaşmasıyla hiyerarşinin tüm soğuk belirlenimlerini içinde barındıran, sınıfsal ayrımların artık şehirden şehre değil mahalleler arasında bile fark edilir olduğu, mahalle ‘getto’larında sadece aynı mahalleden olanların birbiriyle konuşabildiği bir modern kent pratiği Paterson filminde, Yunan polislerinin mitsel özgürlük vaadine dönüşüyor. Bu vaat, agoralarda vatandaşlık hakları ve özgürlüklerle ilgili nutuklar atan Atinalı ‘özgür’ yurttaşların büyük anlatılarından esinlenmiyor. Şiir yaklaşımını ‘küçük şeylerden çıkarılabilecek düşünceler’ olarak özetleyen bir şairden esinleniyor. (Filmin Eleştirisi: Paterson (2016): Kentin Şiir Hali)
- American Honey – Andrea Arnold
Andrea Arnold ‘un Amerika’da çektiği ilk film olan American Honey, gençlik ve genç olarak yaşamak üstüne bir illüzyon sunar. Bu illüzyon; seks, arkadaşlık, özgürlük, gezinti ile ilişkilendirilmesine rağmen aslında inşa edilen kapitalist yapıyı da kapsayan bir yanılsama. Film her ne kadar bir genç kalma, genç olma hikayesine öykünse de bünyesinde barındırdığı özgürlük temasının altında gizlenmiş bir kapitalizm köleliği barındırır. Görünenin arkasına gizlenmiş bu görünmeyene bakıldığında, esas olanın arkadaşlık ve özgürlük yerine gönüllü kölelik olduğu görülecektir. (Filmin Eleştirisi: American Honey (2016): Kapitalist Peter Panlar)
17. 120 battements par minute / Kalp Atışı Dakikada 120 – Robin Campillo
120 battements par minute, 1990’ların başında AIDS salgınına karşı farkındalık yaratmaya çabalayan aktivist örgüt Act-Up Paris’in mücadelesini ekrana taşıyor. Bir zamanlar kendisini de söz konusu dernekte aktif görev almış yönetmen Robin Campillo, konuyu kavrayış biçimindeki duyarlılık ile farklılaşırken, ölüm ile yaşam arasındaki gelgitler ve verilen mücadelenin aşamalarını içten ve etkileyici bir göz ile anlatıyor. Kimlik arayışı, ümitsizlik, yaşama isteği ve ilaç şirketleri ile hükümetlerin konuya bakış açısı ile zenginleşen film, kolektif hafızayı tetikleyerek önyargılar ile dolu karanlık bir döneme ışık tutuyor. (Gökhan Gök)
18. La tortue rouge / Kırmızı Kaplumbağa – Michael Dudok de Wit
Son on yılın en başarılı animasyonları arasında gösterilen La tortue rouge, gücünü masalsı dünyasının, büyüyen ve perdeden uzaklaşıp evreni kaplayan atmosfer müziklerinin, basit ancak keskin çizimlerinin yanı sıra kullandığı sıradan nesnelerden alıyor. Teknolojiden, modern kent hayatından olabildiğince uzakta, her şeyin adadaki hayvanlarla, tatlı su birikintileriyle, bitkilerle sınırlı olduğu ortamda, bir kadın ve bir adam bir “yaşam” var ediyorlar. “İnsan ne ile yaşar?” sorusunun cevabı da lüksten arındırılmış, sıradan, dilsiz, hiçbir şeyin olmadığı bir ada oluveriyor. Zamansız bir yerde geçen hikâyede doğadaki hayvanlar gibi yaşamaya başlayan ancak duyguların da en güçlüsünü keşfeden bu insanların sahip oldukları tek yabancı nesne, küçük çocuğun sahilde oynarken bulduğu cam şişe oluyor. O andan itibaren çocuğun sahip olduğu biricik eşyaya dönüşen şişe, çok uzaklarda bir yerde hala üretim yapan fabrikaların olduğunu da izleyene fısıldıyor. Ancak kayda değer detay, bu cam şişenin özünün de yalnızca kum ve ateşten oluşması. (Filmin Eleştirisi: La Tortue Rouge (2016): Gök, Yeryüzü ve Hiruko)
19. Blade Runner 2049 – Denis Villeneuve
Deleuze’e göre Franz Kafka’nın Dava romanı iki iktidar ağı döneminin ortasında, geçiş sürecinde yer alan kahramanı anlatır; yani Joseph K. bir yandan disiplin toplumunun sürüncemesindeyken bir yandan da kontrol toplumuna dahil oluşun başlangıcındadır. Bu iki iktidar ağı yöntemi bireyi kapsayan, onu mutlak bir şekilde baskılayan bir iktidar melezliği yaratmaktadır ve Joseph K. bir sabah uyandığında bu melezliğin içerisinde olan bir suçludur. Blade Runner’ın ismi bir seri numarasından ibaret olan “officer six-dash-three-dot-seven”, yani K. da Kafka’nın kahramanının modern zamanlarındaki bir hali gibidir, modern zamanlardaki toplumsal değişimin ortasındadır. Kendini özel sanan bir cyborg olarak farkındalığın ötesinde, avlanılması gereken bir varlık olarak insanın berisindedir. Bu, yeni bir birey yaratımıdır. K. da tıpkı Dava’daki Joseph K. gibi hiçbir suç işlemediğini düşünmesine rağmen yargılanır, takip edilir ve tehdit edilir durumdadır. Çünkü mesele iktidarın neyi nasıl gördüğüdür. İşte Dava romanının Blade Runner 2049 üzerindeki içerik kaynağı budur. (Filmin Eleştirisi: Blade Runner 2049 (2017): Bir İllüzyon Olarak Biriciklik)
20. Dunkirk – Christopher Nolan
Dunkirk, kurgu açısından klasik bir Nolan filmiyken, konu açısından Nolan filmlerinden tamamen farklı. O yüzden yönetmen sıralamalarında film, çoğu kişi tarafından yer edinemiyor. Filmin başında olayların paralel gitmediği verilirken aslında çoğu seyirci bunu filmin ortalarında anlıyor. Filmin sonlarına doğru ise üç perspektifin birleşmesini görüyoruz. Dunkirk’ü diğer savaş filmlerinden ayıran birçok özelliği var. Öncelikle filmin bir ana karakteri, kahramanı yok. Hatta Nolan, askerlerle çok fazla duygusal bağ kurmamıza izin vermiyor, daha yüzeysel bırakıyor. Filmin kahramanları Dunkirk’ten kurtulmaya çalışan bütün askerler aslında. Buna rağmen savaşın o çıkmazı o kadar iyi verilmiş ki, karakterlerle duygusal bağ kuramıyor olsak da, empati kurabiliyoruz. (Filmin Eleştirisi: Dunkirk (2017): Beni Eve Götürün)
Yazarların Kişisel Listeleri
Cineritüel editörlerinin ortak hesabıdır.