The War Show (2016): “Savaşın İlk Kurbanı Gerçeklerdir.”

The War Show (2016): “Savaşın İlk Kurbanı Gerçeklerdir.”

Yazar Puanı4.5
  • Kameranın bakışı bir iktidarın silahına dönüşüp, öznenin düzenine yönelik bir tehdit olabilirse de, kamera da tekrar iktidara yöneltilmiş bir silaha dönüşebilir. Bu belgeselin başardığı şey; erkek, diktatör, savaşçı iktidara yöneltilmiş bir bakışı kameranın gücü sayesinde kurabilmesidir.
Share Button

“Savaşın ilk kurbanı gerçeklerdir.” 2017 !f İstanbul Bağımsız Film Festivali’nde gösterilen Savaş Şovu (The War Show, 2016) belgeselinde geçen bu cümle savaşın bir şova dönüşmesinin kaçınılmaz olduğu bir çağda kurulabilecek en gerçek cümlelerden… Yönetmen ve arkadaşlarından oluşan ekip onca yalanın ortasında kamerasını gerçeği yakalamanın peşinde sürüklüyor. Bu belgesel için yönetmenin yaratıcı kalemine ve kamerasına ihtiyaç yok. İki yönetmenli* filmin kadın yönetmeni Obadiah Zytoon, bir radyo programcısı ve Suriye’deki direnişe kamerasıyla katılan bir aktivist. Çektiği hiçbir görüntünün dışından seslenmiyor bize. Hiçbir şeye mesafesi yok. Rejimin baskısına direnmek için kamerasını, inatçı ve direngen bakışını onlara doğrultmaktan çekinmiyor. Bakışın gücünün farkında… Sürekli erkekler tarafından bakılmaya maruz bırakılan bir kadın olarak hem otoriteye hem de kendi acısına bakabilmenin gücünün ve zorluğunun fakında. Film boyunca yönetmenin kamerasına rejim güçleri tarafından birçok kez saldırılır. Sonrasında ise rejime karşı mücadele eden bir diğer kesim şeriat taraftarlarının baskılarına maruz kalır. Savaşın içindeki herkes için kamera ve bakışın neyi gösterip, neyi gizleyebileceği ve bunun sonucunda gerçeğin mi, yalanın mı baskın geleceği savaş boyunca mücadele edilen bir alan oluşturuyor. Yönetmen kamerasını iktidarın bakışından kaçırmanın yollarını arıyor sürekli. Yakın arkadaşlarından oluşan ekibi, onların ilişkileri, aşkları, sözcükleri, müzikleri, ritimleri, dumanlı kafalarını da bu kameradan görüyoruz, çatışmaları, işkence izlerini ve cesetleri de… Belgesel ekibinde yer alanların hayat hikayelerine dokunduğumuz andan itibaren bizim bakışımız da değişmeye ve kırılmaya başlıyor. Çünkü başkalarının acısına bakarken o nesnellik hikayesiyle soğuk bir kameranın arkasında duranın bakışının bize yansıttıklarıyla, kendi acısına bakanın yansıttıkları asla aynı etkiyi uyandırmıyor. Zytoon’un yakın arkadaşlarından oluşan ekipte direniş günleri boyunca her şeyi fotoğraflayıp, kayda almayı seven bir kadın, özgürlük için yok olmayı bile göze alabilecek bir mimar, ekipten başka bir kadına aşık olan apolitik bir şair, Heavy Metalcilere yapılan bir baskında tutuklanıp cezaevinde yatmış bir müzisyen aktivist, güler yüzlü, dost canlısı bir diş hekimi, gencecik, güzel hayalleri olan insanlar var. Her biri bu belgeselin oluşumunda bir yağmur damlası, bu yüzden belgesel hem çok şiirsel hem çok gerçek. Her biri gerçeği şiir gibi düşlemenin peşinde, ya da şiiri bir gerçek gibi yaşamanın… Amaçları da savaş boyunca var olan, korkunç gerçekleri belgelemek ve bir gün düşledikleri dünyayı kurmak.

The_War_Show_Savas_Sovu

Bu kadar yakın mesafeden bir acıya bakmak, yaşanan acıların tam içinden bir bakışı yansıtmak, seyirci için de bambaşka bir deneyim. İtalyan Sinemacı Antonioni, bir röportajında çekim yaparken “nesnellik” ve “tarafsızlık” efsanesinden kurtulmak gerektiğini söylüyor ve objektifmiş gibi hareket ederseniz kendinizi iptal edersiniz diye ekliyor. (akt. Price 2015:43)**  Kamerayı nereye konumlandırdığınız ve onunla ne söylemeye çalıştığınız modern zamanlarda bakışın etkinliğinin en fazla olduğu alandır. “Nesnellik” ise kimi zaman seyircinin bakışını nötrleştiren ve egemen lehine işleyen bir hale dönüşme riskini taşıyor. Film eleştirmeni Theodor Price’a göre; Dünyayı sevmiyorsanız eğer, onu korkunç buluyorsanız, yalnızca devrimlerin filmlerini yapmayı durdurup, devrim yapın. Ya da en azından “tarafsızlıkla” çekim yapma efsanesinden kurtulun. (Price, 2015:62) Savaş Şovu belgeselinde kendi acısına bakabilen ve bir taraf olarak bedelleri ödeyen ekibin yaptığı bu belgesel birçok savaş belgeselinden bu noktada farklılaşıyor. Gözü savaş belgesellerine alışmış ve kirlenmiş izleyiciler için de yeniden kendi bakışının düzenlenişine yönelik bir eleştiriselliğe ön açmış oluyor. Çünkü kamerayı bu noktada kimin taşıdığı önem kazanıyor. Bir kadın muhalifin ve ekibin yaşamları savaşın tam içinden seyirciye sesleniyor. Belgeselin sonunda, ekibin içinden sözcüklerin kutsal olduğuna inanan apolitik şairin ölmesi üzerine bunu fotoğraflardan öğrenen direnişçi sevgilisine bakarken aynı gözlerle bakmıyoruz artık. Özgürlüğe tutkun, güzel kocaman gözlü genç mimar, belgeselin başında bize kocaman gülümsemişti. O öldüğünde bize gülümseyen gözlerini anımsamadan Suriye’deki savaşa belki de eski gözlerle bakamayacağız. Rejim güçleri tarafından katledilen Heavy Metalci müzisyenin de çaldığı ritimleri duymuş olacak kulaklarımız. Savaşın çığlıklarına kulak kapatırken o müziğin tınılarını görmezden gelemeyeceğiz belki de… Ve kendi acısına bakarken tutuklanan fotoğrafçı kızın bakışı bir kez bakışımızın içine girmiş olacak.

Modern toplumlarda bakışın gücü aynı zamanda bilginin de farklı bir güç olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. İzleyici genelde kameranın gözünün yansıttığı bilgiyi gerçek olarak kabul etme eğilimindedir. Bakış bu yüzden bilgiden ayrı düşünülemeyecek bir iktidar biçimidir. Tarihi yazanların çoğu da bu bakışın gücünü elinde tutanlardır. Panaptikon kuramıyla gözetlemenin ve bakışın gücünü ele alan Foucault, Geneoloji yöntemi adını verdiği yöntemle aslında bakışı bir nevi doktorun, gardiyanın, cezaevi müdürünün bakışından çıkarmaya çalışıyor ve delinin, hastanın, mahkumun bakışının ne dediğiyle ilgilenmeye başlıyor. Belgesel boyunca sokaklarda isyan hareketleriyle doluyken rejim televizyonları sokaklarda hiçbir şeyin olmadığını söylüyor. Sokaktaki insanlara kameralarını doğrulttuklarında onlar da korkudan aynı şeyi söylüyorlar. Yönetmenin kamerasının girdiği yerlerdeki insanlar da sadece gerçeği anlatmak istiyorlar. Televizyonda duydukları yalanların karşısında yara almış bedenlerini kameranın bakışına sunuyorlar. Tarih bir diktatörün yalanlarından ibaret yazılmasın diye… Belki de bu belgeselde en önemli nokta gerçeğin peşine düşen bir bakışın olmasıdır. Sadece rejim güçleri ve taraftarları değil, muhalif bazı kesimlerin yaptıkları zulüm de böylelikle kameraya yansıyor. Kameranın bakışı bir iktidarın silahına dönüşüp, öznenin düzenine yönelik bir tehdit olabilirse de, kamera da tekrar iktidara yöneltilmiş bir silaha dönüşebilir. Bu belgeselin başardığı şey; erkek, diktatör, savaşçı iktidara yöneltilmiş bir bakışı kameranın gücü sayesinde kurabilmesidir. Belgeselin sonunda Suriye’den kaçıp İstanbul’a gelen Zytoon ve ölen şairin sevgilisi bir bitkiyi toprağa ekip, su veriyorlar. “Savaşın ilk kurbanı gerçeklerdir,” ancak her şeye rağmen bu gerçekleri yakalamaya çalışan yönetmen belgeseli barış umuduyla bitirmeyi tercih ediyor.

Dipnotlar:
* Filmin yönetmenlerinden biri Danimarka’lı yönetmen Andreas Dalsgaard. Ancak belgeselin içinde anlatıcı olarak ve görüntüleyen olarak daha çok hissedilen ve savaşa içerden bakan diğer yönetmen Suriye’li Obadiah Zytoon’un bakış açısı ve arkadaşlarından oluşan ekip daha belirgin bir role sahipler.
**Price, T. (2015). “Michelangelo Antonioni: The Truth about The Passenger”  http://sensesofcinema.com/2015/feature-articles/michelangelo-antonioni-the-truth-about-the-passenger/

, , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir