Emin Alper’in Abluka filmi, bombalamaların ve “terör”ün bir hayli fazla olduğu İstanbul’da geçiyor. Yönetmenin ilk filmi olan Tepenin Ardı’nın, insanın kendi ideolojileri doğrultusunda ötekiyi -yahut düşman diyebileceğimiz kişiyi- ne kadar çabuk, ne kadar çelişkili ve ne kadar hoyratça var edebileceğini gösteriş biçimi hayranlık uyandırmıştı. Üstelik bu filmde arkaplanda işleyen asker hikayesi ve psikoz diyebileceğimiz ağır savaş bunalımının savaşın makroiktidar düzeyine şahit olmuş bireyin mikroiktidarına da nasıl mecbur olduğunu göstermesi; savaşın bir coğrafya meselesi değil de doğrudan doğruya özne ve elbette ki görüşün var olduğu her yerin meselesi olduğunu anlatması bir hayli hoştu. İşte, Abluka filmini izlerken Alper’in bu ilk filminden hareket ederek onun karşısına, odağına aldığı sorunsalların izini sürebiliriz. Yönetmenin bu filminde de görülüyor ki bağlamda iki farklı özne var: İlk özne, iktidar oluşunu korumaya çalışan, bunun tehditlerine karşı daha da şiddetli bir hale bürünmeye başlayan bir devlet ve bu devletin temsilcileri; ikinci özne ise, bunun karşısında olan öteki ya da öteki kılınmaya çalışılan unsurlar… Bu ikisi arasındaki organik bağ ise, varlıklarını birbirlerine borçlu olmalarıdır. İktidar, öteki olmadan var olamaz ve çoğu zaman bu ötekiyi doğrudan kendisi var eder. Ötekinin tehdit unsuru olmasına terörizm, bunun tekil öznelerine de terörist deniliyor. Filmde İstanbul sürekli saldırı altında ve devletin bu teröristlere karşı bir eylemde bulunması gerekiyor. Devlet bu eylemin çıkar yolunu dönemimizde de gördüğümüz “polis devletinde” buluyor; yani cevap olarak bir şiddet gösterisi yapıp teröristleri “etkisiz hale” getirmek ve bunu medya aracılığıyla kamuya yansıtmak… Üstelik büyük bir bilgi ağına ihtiyaç duyan -bilgiden kastettiğim şey istihbarattır- devletin, terörist unsurlara karşı gücünü sadece polisle değil, post-yapısalcı eserlerde de görebileceğimiz üzere, yerel milis güçlere dönüşecek bireyler devşirerek ikinci bir yaptırım unsuru sağlaması gerekiyor. Peki, devlet bu yerel milis gücünü, istihbarat unsurunu olabildiğince az gider sağlayarak nasıl sağlayabilir? Üstelik bu vatandaşların istihbarata tam katılım sağlamaları, bunu gündelik hayatlarına işlemeleri ve birer istihbarat işçisi olmaları gerekiyor. Abluka, işte devletin bu vatandaş ihtiyacına kaynak olarak bulduğu mekandan başlıyor hikayesini işlemeye; hapishanelerden.
Yönetmen, filmin başlarında nerenin hapishane olduğunu izleyicisine tam olarak göstermeyerek geleneksel anlatımların dışına çıkmaktadır. Üstelik bunu yaparken art arda yaptığı çekimlerle hapishanenin bir mekan olmadığını, Kadir’in dışarı denilen yerde de pekala içeride olduğunu belirtir. Kadir’in muhbirlik yaptıktan sonra bilgi verdiği yerin dışarıda bir yer olduğunu, hapishane olmadığını filmin ilerleyen anlarında ancak anlayabiliyoruz örneğin. İzlerken hapishaneleri birbirinden ayırt edemememizi ya da hapishanenin bir dış çekimle gösterilmemesini buna bağlıyorum. Peki, hapishaneler neden bu kadar önemli? Hapishaneler suçluların, toplumda yaşayamayanların mekanıdır. Bu mekan, devletin kendi eliyle vatandaşlarını “işe yaramaz” kılışının, büyük bir biyoiktidarın meselesidir. “Kendi eliyle” derken kastettiğim şey gerek ekonomik gerekse sosyal şartlarla insanların suç işlediği bağlamı var eden şeylerin, iktidarın yarattığı çevre ve birey ilişkileri olmasıdır. Filmde de görebileceğimiz üzere devlet, sisteminden dışladığı bu insanları gene kendi çıkarıyla bir işçi kılıyor, onları hem kendi bilgi akışını sağlayan yerel polis unsuru kılıyor hem de kol gücünden faydalanarak sokakları da bir iş alanına çeviriyor. Hapishanelerin, iş gücü yaratma süreçlerinin neoliberal ekonomilerdeki bir örneğini de Amerika’daki özelleştirilmiş hapishanelerde bulabiliriz (konuyla ilegili en iyi örnek NetFlix’in 13th belgeseli). Filmde, Kadir’in çöpleri dolaştığını, insanların “çıkarttıkları” şeyler üzerinden onların ideolojilerini saptamaya çalıştığını ve bunları kendi defterine sürekli yazdığını izliyoruz. Deftere kaydettikleri tam olarak açığa çıktığında ise, kendisinin büyük bir paranoya ile herkese şüpheli olarak yaklaştığı açığa çıkıyor. Her ne kadar filmde polis şefleri bu duruma gülerek Kadir’i aşağılasa da biz, Kadir’in ne kadar da “doğru, yerinde” bir polis olduğuna kanaat getiriyoruz. Çünkü devletin iktidarcı bakış açısı aslında Kadir’den doğrudan bunu istiyordur ve polis, varlığını bu önkabule borçludur: İktidara hizmet etmeyen her bireyin iktidar için potansiyel bir tehdit unsuru olduğu önkabulüne. Çünkü başta bahsettiğim gibi, iktidar ve öteki birbirlerine nasıl bağlılarsa polis ve suçlu da aynı ölçüde bağlıdır. Polisin varlığı bir tehdit unsuruna bağımlıdır. Kadir, devlet tarafından elinden tüm hakları alınan -ki suç, kavram olarak kendisini haklı olana ve yargıya bağlar, bunlar da iktidarın belirlediklerinden ibarettir; suçu, iktidar var eder- ve bu haklar ona ancak ve ancak devletin kölesi, eri yahut milis kuvveti olması karşılığında verilecek olan bir bireydir. Filmdeki eril dilin ve erkek iktidarının bunca yansımasında karakterimizin de erkek olmasının sebebi, onun bir temsiliyeti ifade etmesidir.
Kadir, hapishaneden çıktığında hem devletin kendine verdiği işi büyük bir ciddiyetle yapar hem de kardeşi Ahmet ile ilişkisini normalleştirmeye, derinleştirmeye çalışır. Kendisine verilen gözetleme işini bir daktilo alarak raporlar tutmaya, hemen herkese paranoya ile bakmaya kadar götürür ve kendisinin bir hayli önemli, doğru bir özne olduğu bir fantezi kurar: Detektif fantezisi. Kadir, bakışlarını bir suç alanını araştıran detektiflerin yönelttiği fenerin ışığı gibi mahallesinin sokaklarına yöneltir, bu bakıştaki ışık iktidarın ışığıdır. Gündelik yaşamının her anına bu polis bakışını yansıtır: Kendisine kötü gözle baktığına inandığı birini raporlara yazar, dolaştığı her çöpte daha temkinli olur, hemen herkeste potansiyel bir terörist görür… Bu sadece Kadir’in muhafazakar eğilimleriyle açıklayabileceğimiz bir şey değildir; Kadir’in bir birey olması ve aynı zamanda özgür bir birey olması bu işe, onun toplum için işlevine bağlıdır. Bu durum aynı zamanda ona sunulmuş bir fırsattır; Kadir bunları bir şey olabilmek için yapar, kendisini bu görevle gerçekleştiriyordur. Kadir’in bir diğer yaşamı da kardeşiyle olan ilişkisidir, kardeşiyle girdiği ilişkideki boşluğu görmez, bu boşluk ikisinin hiçbir şey paylaşmamış olmasıdır. Kadir ile kardeşi Ahmet arasındaki yegane bağ biyolojik bağdır ve Kadir, Ahmet’in yaşamına girmeyi bu biyolojik bağ ile meşrulaştırır. Kadir için kardeşiyle ilişki kurmak yaşamının normalleşmesinin bir yanıdır. Kadir’in kendi işine ve kardeşine olan bu yoğun ilgisi yirmi yıllık yokluğun üstüne çıkmak ve “normal” olabilmek, iyi bir vatandaş ve iyi bir ağabey olmak içindir. Ama her ikisinde de duvara çarpar, mesleki hayatında devletin el uzatıp konum sağladığı bir işçiden ibarettir, Ahmet için de yabancı bir insandır. Kadir’in paranoya ile yoğurduğu fantezisi, filmin finaline kadar işte bu iki başarısızlıkla oluşur. Kadir, geçmişinin altında ezilen bir ötekidir. Kadir’in karakterine baktığımızda cahil bırakılmış bir insanı, yirmi yıl boyunca her şeyden uzakta tutulmuş, hiçbir şeye ulaşamamış bir insanı görürüz. Bunun bir örneği de kadınlardır. Kadir, Meral’i gördüğünde tedirgin olur çünkü onun için Meral ondan uzak tutulmuş birkaç şeyden biridir: Cinsellik. Meral’de yalnızca bir cinselliği görür, onun bir başkasına yardım edebileceğine yahut politik bir kişi olabileceğine inanmaz. Meral, Kadir için orgazm çığlıklarıdır, kurtarılacak, sahip olunacak bir şeydir. Kadir’in bu kadar kolay muhbir ve işçi olmasının sebebi bu ideolojide saklı: Kadir, kendisinden esirgenen şeylere -ailesi, evi, cinselliği, vatandaşlığı- dahil olmak için özgürlüğünü satabilmiştir.
Ahmet ise “sokak köpeklerini” öldürmekle yükümlü olan bir görevli. Bu köpekler kamusal alanı ihlal ettikleri gerekçesi ile tıpkı polis kurşunuyla öldürülen teröristler gibi öldürülürler. Tüm gün sokakta gezen Ahmet ve iş arkadaşları, iktidarın ışığını yansıtır; geceleyin sokakları tarayan TOMA ve akrep ışıkları gibi onlar da gündüzleri kendi gözleriyle devlete ait olmayan işgalcileri ararlar. Bu köpeklerin tek zararı, özel mülkiyeti temsil etmek yerine kendi başlarına var olmalarıdır -tıpkı ülkemizin birkaç yerindeki o güzel ağaçlar gibi-. İlerleyen süreçte Ahmet’in ailesi tarafından terk edilmiş olması, aldatıldığını iddia etmesi ve evinden çıkamamaya başlaması ile bunaldığını; öldüremediği bir köpeğin kendisinde var ettiği yükle beraber iyice darlandığını görürüz. Bu sebeple dahil olmaktan bunaldığı sokaklardan kurtulmak ve kendi evinin tekdüzeliğinden arınmak için evini yıkar ve değiştirir. Abisinin yaşamına girmesiyle tedirgin olmasının nedeni de, kendini soyutladığı yaşama zorla dahil edilmeye çalışılmasında yatar. Halbuki o izlenilmek istemiyor. Perdelerini ve camlarını kapatması, çalan kapıya bakmaması hep bu isteği ile ilgili. O ya kendinden utanıyor ya da kendini oluşturan şeylerden… Buna karşı çıkmak için yapabileceği çok az şey var ve bunların hiçbiri sokakta değil; çünkü sokağın ona ait olmadığını, devlete ait olduğunun bilincinde. Dışarıdaki her şey onun için tehdittir artık. Biz hikayenin bu akışına kapılmışken film bizi şaşırtarak, Kadir ve Ahmet’in paranoyalarını da ayrı çekimlerle, ayrı gelişlerle ekrana taşır ve izleyiciye ikisinin macerasını, bakışını ayrı ayrı gösterir.
Sona doğru gelirken “İktidarın ışığı” ile neyi kastettiğimi ve bunu Abluka filmini değerlendirirken özellikle seçmemin sebebini izah edeyim: Abluka’daki evlere sızan, sokaklarda yer alan, etraftaki toz parçalarını bile gösteren ışık çok yoğun bir ışık. Bu ışık, hapishaneleri gözleyen, etrafı kolaçan eden ışıkların aynısı ve çoğu zaman “sıradan” sokak ışıklarını besler. Evlere sızmak için var olan bu yoğun ışığın amacı, polisin önünü açmak ve devletin mutlak varoluşunu pekiştirmektir. İnsanın gözlerinin de, görebildiği ölçüde bu ışığın paydaşı olduğunu düşünüyorum. Bu gözler kendileri için değil iktidarın bakışıyla iktidar için görüyorlar. İşte bu, herkesin muhbirleştiği bir polis devletidir. Bu muhbirler kendilerini kahraman olma fetişiyle besleyen, devlet aygıtları olma yolundadırlar. Bunu filmin finalinde, Kadir’in şehit olma ve haklı çıkma fantezisini, ortanca kardeşine kendisini öldürterek hem ülküsünde başarılı olmasında hem de yaşamına büyük bir değer sağlamasında görürüz. Ötekileri ortaya çıkarmış, kardeşi ile olan ilişkisini gerçekleştirmiş, iyi bir vatandaş olarak ölmüş olan Kadir’in yaşamaya devam etmesi gerekmiyor artık. Burada gördüğümüz yoğun ışık, Kadir’in bilinçaltını da açıyor.
Abluka; etrafı duvarlarla örülen yerlerin sadece ötekilerin coğrafyalarına has bir şey olmadığını kendi evlerimizin ve bilincimizin de buna dahil olduğunu anlatan, iktidarın ışığının yalnızca iktidarın işine yaradığını gösteren bir film.

Hacettepe Üniversitesinde Siyaset Bilimi bölümünde yüksek lisans eğitimi almaktadır; kendi blogunda amatör olarak başladığı film incelemelerini yine bir amatör olarak Cineritüel’de sürdürmektedir.
Mükemmel bir yorum aydınlandım resmen teşekkür ederim