İnsanoğlu kendi karmaşasını yarattı önce, sonra ona hayran oldu, homo sapiens artık mitlerle başlayan serüveniyle anlamlar dünyasına adım atmış, her anlam asla tamamlayamayacağı eksikliğini daha da büyütmüş, büyüdükçe daha çok anlam, daha çok karmaşa insanın zihninde ve ruhunda tatmin edilemeyecek bir var olma biçimine dönüşmüştür. Bazen düşünen bir hayvan, doğasından kopartılmış basit bir canlı organizma, bazen eşref-i mahlûkat, bazen dünyaya fırlatılmış ve kendi kaderine terk edilmiş bu yüzden varoluş sancıları asla dinmeyecek olan bazen savaşan, değişen, dönüştüren, devrimler yaratan, bazen hiçlik dünyasının zavallı çocuğu vs. bütün dinlerin, ideolojilerin, felsefe ve siyasetin biricik kahramanı insan olmak…
Gerek Hallacı Mansur‘un En-el Hak dediğindeki artık Tanrıyla özdeş olan, gerekse yasak meyveyi yediğinden beri şeytanla ilişkide olan insan, sonuçta kendi trajedisi peşinde sürüklenip durmuştur, çünkü içindeki tanrı olma isteği alt etmiştir onu, nihayetinde artık bir hayvan da değildir. İşte budur, belki de insan olmanın kibri ve trajedisi. Bunca anlam, bunca karmaşa bu kibir içindir.
Tarihler, savaşlar, anıtlar ve abidelerle kendi ölümsüzlüğünü müjdeleyen insan yine ölümlülüğünün sınırlarına takılmaktan kendini alamamıştır. Ölümlü olma duygusu, onda giderek büyüyen hırslara, daha çok güç, zafer kazanma arzularına sebep olmuş, kahramanlık destanları, kendinde iyiyi, güzeli ve erdemi yaratmaya çalışan insanlığın bir de kötülere, zayıflara ve çirkinlere ihtiyacı olmuştur.
Kendini normal sayan, güzelin ölçütü olarak gören insan David Lynch‘in The Elephant Man / Fil Adam filmindeki gibi kendi kibrini fil adamlar yaratarak tatmin etmeye çalışmıştır. Filmde doğuştan bedeni deformasyona uğramış John, bir sirkte insanlar için aşağılanıp, hakarete uğrayan bir seyir malzemesidir. İnsanlar bu garip, hayvana benzeyen ‘yarı insan’ı izledikçe, kendi güzelliklerine hayran kalmaktan kendilerini alamazlar. John gördüğü kötü muamele karşısında konuşmayı bilmesine ve kendine özgü naif bir dünyası olmasına rağmen iletişime geçmemeyi seçmiştir. Sadece dış görünüşünden dolayı insanlar onun dünyasına girmek istememişler ve onu ucubeleştirmişlerdir. Ta ki 1884 yılında Londra hastanesi cerrahlarından Sir Frederick Treves onu keşfedene kadar. Doktor aslında John’un edebiyata, tiyatroya ve yaşamdaki güzelliklere tutkun ve bunları görebilecek keskin bir bakışa sahip olduğunu keşfetmiştir. Ve artık John konuşmaya ve kendisine güvenmeye başlamıştır. John artık sirkten çıkmıştır, doktorun kendisi için hazırlattığı özel bir odada yaşamaktadır. Şehrin ileri gelenleri; sanat dünyasındaki ünlü isimler, asiller John’a ilgi göstermeye başlamışlardır. Bu sefer de John popülerliğin simgesi haline getirtilmiş ve aydınların bu yolla gözdesi olmuştur. John bir sirkten çıkmış ama başka bir sirktedir artık.
19. y.y.’da Avrupa’da özellikle Fransa ve İngiltere’de gelişen modern kitlesel eğlence sanayinin ilk formları sayılan karnavallarda, hilkat garibesi diye anılan şekil bozukluğundan muzdarip insanlar, hayvanlar, “insanat bahçelerinde” sergilenen yerli halklar bir ucube tiyatrosu şölenine dönüşüp, dünya sergilerinde ve Pazar aylaklığında büyük yer tutardı. Eğlence mekânları anomalilerle birlikte ırklar arası farklılıkların sergilendiği ve hepsinin bir ucubelik temelinde ele alındığı mekânlardı. Bir kafese kapatılan bir siyahi yerli ve çocukları en az iki kafalı bir çocuk kadar ilgi çekiciydi. Seyirlik bir ucube olarak bir işlevi getirdikleri aşikârdı. Foucault’a göre bu normalleştirme gücüydü. Aynı şekilde Georges Canguilhem bu durumu şöyle açıklar: “19. yüzyılda akıl hastanesindeki delinin işi mantığın ne olduğunu, bir embriyologun kavanozundaki ucubenin işi ise normun ne olduğunu öğretmekti”. İnsanat bahçesinde ya da dünya sergilerinde gösterilen yerli köylüler medeniyetin faydalarını kanıtlayıcı bir işlevi yerine getirirken sömürgeci yayılmanın bir gereği olarak ırklar arasında doğal bir hiyerarşi de kuruluyordu. Normalleştirme gücünü inşa etmenin yöntemi normun ters imgesini sahneleyen bir dizi düzenekle oluşturuluyordu (Courtine, 172)[1]. Barnum’un 1840’lı yıllarda kurduğu American Museum bu anlamda önemlidir. American Museum’un sahnelerinde sihirbazlık gösterileri, vahşi hayvanlar ve hilkat garibeleri sergilenirdi. Ayrıca Barnum göz illüzyonlarıyla da bedensel dezenformasyonlar yaratarak suni bir ucubeliğin de temellerini atmıştır. Ucubelik artık tabiatın bir ayrıksılığı değil aynı zamanda inşa edilen bir duruma da dönüşmüştür. Ucubeliğin gündelik bir deneyim olarak yaşandığı dönemlerden sonra giderek eğlence sektöründen uzaklaşıp 19. yüzyıl sonlarındaki modern bireyleşme hareketi ile düşünecek olursak yeni bir merhamet etiğinin yaygınlaşmasıyla birlikte silikleşen ucubelik ancak bilimin konusu haline getirilerek daha legal bir alana çekilmiş daha sonrasında ise sinemanın ve küçük ekranlarla birlikte evlerimizin içine girerek göstergeler dünyasının bir parçası durumuna gelmiştir. Barnum’un bütün dünyadan gelen seyircilerle yarattığı American Museum ortamı reklam mantığının gelişmesi ve ucubeliğin sinemaya geçiş mantığının özellikle de ilkel sinema türleri arasında korku sineması ve Disney animasyonlarının yaratıcı bir unsuru olarak görünmektedir. Bedenin Tarihi kitabında Jean-Jacques Courtine, Tod Browning’in benzersiz tarifiyle örneklediği ucubelik ve sinema ilişkisi şöyledir: “Başrol insan-ucubelerindir, panayır sinemanın beşiğidir, Hollywood Barnum’un gayri meşru çocuğudur” (Courtine, 208). Panayır röntgenciliğinin yüzü değişmiştir artık merhamet soslu bilimcinin gözlemci bakışının altında patolojik bir durum sonrasında daha çok toplumsal bir iletişim sorunu haline gelen ucubelik en son sinemada toplu bir röntgencilik boyutuna geçmiştir. Belki idamlar, ucube bedenlerin teşhiri ve ırksal farklılıkların sergilenmesi ortadan kalkmıştı ancak mesafeli ve yeni bir gerçeklik algısıyla evlerimize girmişti. Mesafe arttıkça merhamet duymak kolaylaşıyordu. Medeni insanları daha merhametli yapan bu görsel deneyim bizi panayırlar dünyasından ayırıyordu.
Henri- Jacques Stiker fiziksel bedenin hilkat garibeliğinin, 20. yüzyılın ürkütücü dramlarının kahramanlarına (1914-1918 savaşı, Nazizm, Sovyet totalitarizmi…) ya da kendisinin uzantısı olan bilimkurguya doğru kayışını haber verdiğini söyler (Stiker, 227)[2]. Gerçekten de fiziksel bedenin ucubeliği 20. y.y.’da yayılan faşizmlerin alt metninde önemli bir yer tutar. İğrenme, teşhir, aşağılama, üstün ırk özellikleri, güç ve zayıflık faşizmin sıradan gündeliğe etki eden söylemleridir. Güzellik ve erdemin, hijyenik olanla uygar olanın karşısında çirkin, kirli, kötücül olanın yerleştirilmesi fiziki olanın rahatlıkla psişik olana geçişinin mümkün olacağını gösterir. Benzer kavramları bilinçli bir şekilde birlikte kullanmak, yaygınlaştırmak ve oluşturulan bu bilinci meşru bir zeminde inşa etmek ucubeliğin fiziksel boyutundan çıkıp yaygınlaştırılmasında etkili olmuştur. Ucubeliği özellikle cinsel içerikli söylemlerle birlikte anıp şeytanlaştırmak da yaygın bir durumdur. Özellikle Yahudilerden cinsel yolla hastalıkların bulaştığı söylentileri orta çağdan 20. y.y.’a kadar onları ucubeleştiren söylemlerdir. Richard Sennett’in adlandırdığı Kent Prezervatifi kavramı tam da bunu anlatır. Kendini erdemli ve hijyenik sayan uygar, uygar dışılaştırdığından kenti ve yaşayanları korumak için cinsel hastalık yalanlarını yaygınlaştırır. Günümüz ülkelerinde yaşanan göçmen krizlerinde de kendini çokça gösteren bir durum değil midir? Suriyeli çocuklardan bulaştığı söylenen cilt hastalıkları, kadınlar ve erkeklerin cinsel hayatıyla ilgili yaygınlaştırılan söylemler aslında bir nevi faşist bir ahlakçılığın prezervatife ihtiyacı olması ile ilişkili değil midir? Neredeyse her gün tecavüz, kadın katliamı haberleri gelen toplumsal yapının kendini temize çekme hikâyesinde ucubeler yaratması da kaçınılmazdır. Aslında olan şudur: Fil Adamlar hatta onların o hilkat garibesi diye adlandırılan bedenlerinden onları sıyırmak, fiziksel olanı yaygınlaştırmak tam da 20. yüzyıl ve sonrası için ihtiyaç duyulan şeydi. Fil Adamlar üretmek kendimizi hala bir normun parçası saydığımız şeyi değer haline getirerek yüceltir. O normların çökmesini istemeyiz velev ki çöksün prezervatifsiz bir çıplaklığı kaldıramayacak kadar ahlakçılık üretmiştir o normlar.
Yeniden, ucubeliğin kısa bir tarihine dönelim. Teratoloji (ucube-bilim)’nin keşfi ve bakıştaki değişimler ucubeleri bilimin konusu yapıp, panayırlardan çıkarırken röntgencilik kültüründen gözlemcilik kültürüne geçiş arasında bir çatışmanın parçası kılar. Ucubeler artık ahlaki bir söylemin konusu haline gelir. Artık gözlemin rasyonelliği karnavalların anarşik eğlencelerine bir darbe indiriyordu. Bunun politik ve sosyal sebeplerini de göz ardı etmemek gerek. 19. y.y.’ın ikinci yarısında merak duygusunun rasyonelleşmeye doğru evrimleşmesinde aylaklıkla savaşmak, emekçi sınıfların boş vakitlerini düzenlemek, halk kitlelerin zevklerini gözlemlemek gibi amaçlar da yatar (Courtine, 190). Filmde Fil adam John Merick’in sergilerden alınıp bir hastaneye girmesi artık halkın eğlence ve röntgen dünyasından kopuşunu ifade eder. Artık kliniğin daha yasal olan dünyasına adım atmıştır. Bilim onu doğa kanunlarına tabi bir canlı olarak ele alır. Ucube beden nihayetinde bir insan bedenidir. David Lynch bu fikri filmin bir sahnesinde fil adama söyleterek ifade eder: “Ben de bir insanım, sizin gibi.” Fil Adam 19. yüzyılın edebi, estetik ve bilimsel değişimini çok iyi yansıtır. “Ucubelerin bir ruhu vardır. Ucubeler insandır, korkunç derecede insan.” (194) Ancak bu filmde Fil Adam John Merrick’in belki de en rahat ettiği yer olan hastanede yine de bizi huzursuz kılan bir şeyler vardır. Halk kitlelerinin bakışından kurtulan John, yüksek sosyetenin ince zevklerinin ve gözlemlerinin bir parçası haline gelmiştir. John’u diğer hastalarının arasında tutamayacağını söyleyen hastane müdürüne karşı orta sınıf İngilizlerden bağışlar yağmaya başlamıştır. Bu yeni merhamet ekonomisi ile ilgili Courtine’in yaptığı tarif çarpıcıdır, sevgi nesnesinden uzaklaştıkça ona olan sevgimiz büyümektedir. David Lynch yine de John’un klinik ortamındaki rahatlığı ve özgüvenini izleyiciye vererek bilime ve rasyonelliğe bir saygı duruşunda bulunur. Film bize ucubeliğe bakışın bir tarihini sunar gibidir. Panayırlardaki sömürüden tıbbın yardımına doğru evrilen bir tarih. Filmde yüksek sosyeteden biri “Yo, hayır, siz bir ucube değilsiniz, siz bir Romeo’sunuz diye bağırır” John Merrick’e. Ucubelik artık öteki’nin bedeninde yer eden bir şey olmaktan çok gözlemcinin bakışında saklı olan bir şey haline gelir. Kusur gözlemleyenin bakışındadır (212). Bakışta yaşanan bu değişimin yine de film açısından kayda değer bir çelişkisi var diye düşünüyorum. O da John Merrick’in insanlarda hayret uyandıran naifliği ve entelektüel sohbetlere iştirakıdır. Onu ziyarete gelen insanlar bir farklılığı görmek yerine bu farklılıktaki benzerliklerini arama eğilimindedir. Soru belki de farklı sorulabilir. Gözlemci bakışındaki değişim yani artık kendi bakışındaki ucubelik algısına göre mi ucubeliği değerlendiriyor? Yani ucubelik “ucube”den bağımsızlaştı mı? Yoksa hala ancak benzer noktalar bulabileceği ya da zevklerini bir ölçüde yansıtabileceği şey ucube olmaktan çıkabilir mi?
Bu ve bu gibi sorular ancak dikkatli bir bakış yani gözlemden bahsedeceksek eğer anlamlı olur. Bir de gözünü kaçırma dediğimiz durum var ki bu artık ucubeliğin bedensel formdan sıyrılıp toplumun patolojik bir durumuna gönderme yapar. Fiziksel bozukluklar, azınlık özelliği gösteren gruplar ya da psişik anomaliler arasındaki farkların silindiği demokrasinin sihirli illüzyonlarıyla neredeyse ortadan kalkmaya başladığı hatta bunlara her geçen gün yenilerin eklendiği bir durumun yaşandığını söyleyebiliriz. Bu insanlarla göz temasını kısıtlayan, onların bedenlerini gözlemleme süresini kısaltan bir bilinçli bakmama yani “medeni dalgınlık” halleri giderek belirleyici olmaktadır (215). Farklı olana bakmazsan ayrımcılık yapmazsın yanılgısı, onun orada olup olmamasıyla ilgilenmeme durumu demokratik ve medeni toplumlara özgü bir durum olarak yaşanır. Lookism, yani bakışlarla ayrımcılık yapmanın tersi bir duruma işaret ettiği için daha yaygın bir medeni davranış gibi algılanır. Geçenlerde seyrettiğim bir konferansta siyahi bir kadın tam da bu durumu eleştiriyordu. Siyahilerle ilgili bir sorunu olmayan ve kendini bu yönlü önyargısız olan nitelendiren insanların siyahilere bakmadan aslında ayrımcılık yaptıklarına değiniyordu. Önerisi şuydu: “Stare” (gözlerini dikip bakmak) İnsanlara siyahi insanların gözlerine böyle bakmalarını öneriyordu. Sömürgeleştirici kitlesel röntgenciliğe karşı çözümün hiç bakmama olduğu bu modern yanılgının karşısında belki de bakmak gerek, öyle göz ucuyla da değil… Siyahi kadının dediği gibi “Stare”.
Kaynakça:
[1] Courtine, Jean-Jacques. (2013). “Anormal Beden-Şekil Bozukluğunun Kültürel Tarihi ve Antropolojisi” çev. Saadet Özen, Ed.Korkut, E.Erdur, Bedenin Tarihi 3, İstanbul: YKY.
[2] Stiker, Henri-Jacques. (2011). “Yeni Özürlü Beden Algısı” çev. Orçun Türkay, Ed. Korkut, E. Erdur, Bedenin Tarihi 2, İstanbul: YKY.
İngilizce Öğretmenliği’nden mezun. Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. Yüksek lisans tezini Haneke’nin kent üçlemesi ve modern bireycilik üzerine çalıştı. Şu an bir kurumda Sinema ve Kent üzerine atölye çalışması yürütüyor.
Pingback: Renkli Sinema Döneminin Renksiz Şaheserleri