- Sicario, uyuşturucu kartellerinin ve polislerin nasıl işbirliği yaptıklarının üstüne giden bir yozlaşma ve yüzleşme filmi değil, sadece bunu göstermeyi amaçlamış ama çok da dert edinmemiş bir film. Sicario, sorunsalını ve yolunu kaybedip başka bir şeyi normalize etmeyi hedeflemiş.
Konuk Yazar: Burç Karabulut
Denis Villeneuve, filmlerinde birçok kere şiddet ve yüzleşme konusunu işledi. Son filmi Sicario ile bu konuyu sadece göze sokmak amacıyla kullanan bir Hollywood yönetmeni haline geldiğinin ilanı olmuş. Ajanlar, cipler ve helikopterlerin başını çektiği sahneler Sicario’yu esir almış adeta. Bu yüzden Meksika’daki uyuşturucu kartellerinin hayat rutini, öyle sere serpe verilmiş seyirciye. Sonuçta ortaya çıkan, uyuşturucu kartellerinin ve polislerin nasıl işbirliği yaptıklarının üstüne giden bir yozlaşma ve yüzleşme filmi değil, sadece bunu göstermeyi amaçlamış ama çok da dert edinmemiş bir film. Sicario, sorunsalını ve yolunu kaybedip başka bir şeyi normalize etmeyi hedeflemiş.
FBI ajanı Kate Macer, Amerika’daki uyuşturucu çetelerinin üstüne giden bir ekibin başı, aynı zamanda seyirciyle birlikte olay örgüsüne sürüklenen bir karakter. Bir FBI ajanından beklenmedik şekilde konuya yabancı; keza yeni görevi gereği Meksika’ya gitmesi dahi, onun içine çekildiği bir yolculuk. Biz de seyirci olarak, Kate gibi anlamsız bakışlarla Meksika sınırını, uyuşturucu kasabasını, ölü bedenleri izliyoruz. Kate, yapısı ve ulusuna bağlı bir Amerikalı olması sebebiyle idealizme ve Amerika’nın temiz ahlakına sahip biri olarak gördüklerine tepki veriyor. Ekibin diğer kişilerinin ahlakı ise tamamen kötülüğe karşı kötülük şeklinde açıklanabilir. Kate ne tepki verirse, seyirci de aynı tepkiyi veriyor; çünkü Meksika sınırı ve ötesi bizler için de fazla bulanık, bilinmezlik ve tekinsizlikle dolu. Hatta buna bir de uyuşturucu kartellerini avlamak için kurulan ekip arkadaşlarının gizemi eklenince, seyirci olarak bir boşlukta gibi hissediyoruz. Bu noktada görülmesi gereken şey, filmin neyi dert ettiğiyle alakalı.
Şiddetin Coğrafyası: Meksika
Şiddetin coğrafyası Meksika’nın da bizzat kendisi baş rolde yer alıyor. İşkence sahneleri, kaybolmuş insanların fotoğrafları, köprüden aşağıya doğru asılmış insan cesetleri, gecekondu tarzı evlerde yaşayan dövmeli tipler… Hepsi Meksika’nın içinde bulunduğu şiddet dünyasının figüranları olarak gözümüze sokuluyor. Şiddetin görünmeyen boyutu, şiddetin varlığına gerek bırakmadan bir korku öğesi oluyor. Villeneuve, Kate’i hep bir adım geride bırakarak onun bu dünyaya şaşırmasına, hayret etmesine, hatta korkmasına çabalıyor. Kate, şiddeti kullanan bir FBI ajanından uzak bir şekilde, şiddetin içine düşmüş bir kurban gibi. Çoğu zaman Kate’in haberdar olmadığı harekatlara, operasyonlara gidilirken bu durumdan rahatsız da olsa kendisini her zaman olayların içinde buluyor. Onu aptallaştıran bu durum her ne kadar filmin güçlü bir öğesi olsa da, filmi de bir o kadar zayıflatıyor; çünkü anlatı bir türlü rayına oturmuyor. Şiddet dünyası vurgulanırken Kate’in karakteri ne kadar yerindeyse, ekip arkadaşlarından biri olan ikili ajan Alejandro’nun sessizliği ve sessizliğin arkasından gelen şiddet de o kadar anlamını kaybediyor. Sicario, anlatmak istediğini atlayıp bir intikam filmi olmaya evriliyor.
Denis Villeneuve en baştan beri Meksika’yı bir western kasabası gibi planlamış. Tam anlamıyla bir polis gücü ve adalete dair hiçbir şey yok. Varlığı bulanık bir toprak parçasında, bir kovalamaca gerçekleşiyor; dağlar, tepeler, tüneller bu hissiyatı derinine kadar veriyor. Meksika’da karakterler, ya kötü polis ya da kendi güvenliklerini sağlamak için silah kullanan bireyler olarak tasvir ediliyor. Diyebiliriz ki Meksika’nın kırsallarında dolaşmanın Amerika’nın western kasabalarında dolaşmaktan pek bir farkı yok. Sicario, Meksika’yı bir savaş alanı, tekinsizliğin merkezi olarak gösteriyor. Ekip arkadaşlarından birinin Kate’e, polislere özellikle dikkat etmesini, yerel polislerin her zaman iyi adam olmadıklarını vurgulaması, Meksika hakkında en net bilgiyi veriyor. Bununla birlikte adaletin subjektif bir kavram olduğu ve ahlakın yitirildiği yerde Kate, kendi ahlakını korumak için savaş veriyor. Herşeyi kitabına uygun yapmakta diretiyor, ancak bu şiddet coğrafyasında sözünü geçirebilmek, fazla adil ve idealist kalıyor.
Bir Amerikan İdealizmi Olarak Amerikan Kapitalizmini Normalize Etmek
Baş karakterimiz Kate’in birçok kere filmde şiddetle karşı karşıya kaldığını ve bu durumlara her şekilde korkma, iğrenme, sıkılma ve şüpheyle yaklaştığını söyleyebiliriz. Kate, tamamen Amerikan idealizmine kendini vermiş bir FBI ajanı. Filmin alt metninde adaleti Amerikan idealizmiyle birleştirip (özdeşleştirip) Meksika’yı bir western haline getirince, tüm kötülüğün ve ahlaksızlığın Meksika’dan Amerika’ya aktığına dair kötü niyetli bir yorum çıkarmak mümkün. Amerika’nın burada aldığı duruş ile, Meksika’yı temizlemenin adaleti getirmek olduğuna inanmamız sağlanıyor.
Şiddetin iki tarafı olduğunun unutulması, Meksika’nın bir günah coğrafyası ilan edilmesi, her Meksikalının adeta bir suçlu ya da uyuşturucu müptelası olarak gösterilmesi filmin arka planında çok göze batmayan ayrıntılar olarak beliriyor. Ancak aslında Amerikan klişeleri ışığında tekinsiz bir coğrafyaya hakim olup orada güvenliği sağlamak, Amerikan idealizminin altında yatan fikrin ta kendisi.
Denis Villeneuve, isteyerek ya da istemeyerek bu fikri normalize etmenin peşine düşüyor. Amerikan idealizmine sahip çıkarak bir Amerikalıyı, bütün günahların işlendiği Meksika’ya getiriyor. Amerika’nın güvenliği ve dünyadaki adalet için her şeyin mübah olduğunu üstüne basa basa söylüyor. Villeneuve’ün, filmin sonunda kurmak istediği fikir ise bir yalandan ibaret kalıyor; çünkü o, filmin esas fikri olan Meksika’nın Amerikan himayesine alınıp herhangi bir şekilde normalize edilmesinin bayraktarlığını yapmayı seçiyor. Dolayısıyla alternatif son gerçekçiliğini yitiriyor ve Sicario, bir uyuşturucu filmi olma idealini yitiriyor.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.