İkinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran olay, Amerika’nın Japonya’ya 1945 yılında atmış olduğu atom bombasıdır. Geçtiğimiz yüzyılın en büyük sivil katliamlarından biri olan bu bomba sayesinde koşulsuz teslim olan Japonya’da benzersiz bir acı ve sessizlik yaşanmıştır. Savaşın Japon tarafını simgeleyen ve “Kurbanlar Tarihi” olarak anılan bu dönemine bizleri götüren Isao Takahata’nın hüzün dolu animasyonu Hotaru no haka (Ateşböceklerinin Mezarı, 1988), biri dört diğeri on iki yaşındaki iki kardeşin hayatta kalma mücadelesini Japonya’nın umutsuz döneminde yürek dağlayan bir melodram şeklinde gözler önüne seriyor. Bu yapıyı kurarken ise savaşının neden sonuç ilişkisinden daha çok bireyler üzerindeki yıkıcı tahribatını gösteren Takahata, savaşın insani boyutunu hassas bir dengeye oturtmayı da başarıyor. Belgesel sinemada ya da yazılı basında akıllardan çıkmayacak görseller duygusal bir etki yaratırken; animasyonun baş döndürücü dünyasında bu kareler, izleyiciye türün getirdiği kısmi uzaklaşmadan da faydalanıp konuya odaklanılmasını sağlıyor: İdeolojik ya da siyasal çıkarlar için yapılmış savaşlar insani trajedilere sebep olur. Ki bu durumlarda maalesef ki bu trajediler büyük resmin içinde sıradan bir detaya dönüşür.
Kuşkusuz savaşın genel yapısı düşünüldüğünde insan (sivil), görüntüde en önemli halka olsa da aslında en çabuk harcanabilen, vazgeçilmesi en kolay unsurdur. Önemli olan savaş ekonomisi ve ülkenin genel çıkarlarıdır. Ateşböceklerinin Mezarlığı’nda çiftçinin Seita’ya, “gururunu bırak teyzenin yanına dön, her şey paylaşıldı sistemin dışına yaşayamazsın” diye sözde öğüt vermesi savaş ekonomisinin bir kanıtı olarak filmde yer alırken, filmin genel tonu da belirlenmiş olur: Savaş karşıtı güçlü bir söylemin karşısında, vahşet ve yıkım sahnelerinin arasında çocuksu bir masumiyet filme hakim olur. Bu dengede film, suç ya da sorumluluk konularına girmez. Filmin açılışından kapanışına kadar hakim olan tek duygu ise ümitsizliktir. Savaşın bireyler üzerinde etkisini iki küçük kardeşin gözünden izler ve genelleriz. Hayatlarında direniş yoktur, pasiftirler ve aynı adlandırıldığı gibi (kurbanlar tarihi) kurban olmuşlardır. Bombanın yaşatmış olduğu şaşkınlık tüm toplumu derin bir umutsuzluğa sürüklemiştir. Savaşta kağıt üzerinde yenildikleri gibi duygusal cephede de yenilmişlerdir. Toplumun genel yapısı bu durumdayken özele inildiğinde ise trajedi dayanılmaz hale gelir.
Isao Takahata’nın öznel bir trajedi şeklinde biçimlendirdiği savaş olgusunu masum çocuklar merkezli anlatması, çocuklar üzerinden güçlü bir acıma hissi doğurur. Film tarifsiz derecede izleyiciyi yaralar, Setsuko’nun sesi günlerce izleyicinin kulaklarında çınlar; meyve şekeri yediği elini yalamasını, açlıktan topraktan pirinç toplamasını, bilyeden şekerler yapmasını düşünür, kahroluruz. Ancak yönetmen duygu sömürüsü sularında gezmez. Filmin başında çocukların başlarına ne geleceği bellidir. Bir istasyonda Seita’nın öldüğünü izleriz ilk önce. Normal şartlarda istasyon ortasında birinin ölümü hele ki bir çocuğun ölümü büyük bir olaydır. Oysa ki savaşın pasifleştirdiği insanlar acımasızca çocuktan gidici diye bahsederler. Kimse yanına yaklaşmaz ve yığılır kalır istasyonun ortasına. Bu sırada temizlik görevlisi üstünü arar, cebinden meyve şekeri kutusunu alıp dışarı fırlatır, küçük Seita’nın külleri dışarı savrulur. Setsuko’nun öldüğünü o sırada anlarız. Jenerik, bir hayal sahnesi şeklinde dizayn edilmiştir. Meyve şekeri kutusu yani Seita’nın hayatındaki en tatlı anılar geri gelir. Birlikte mutlu şekilde trene binerler ve sonsuz yolculuğa çıkarlar. Aynı treni bombalamadan sonra tekrar gösterir yönetmen. Çocuklar teyzelerinin evine giderken. Adeta sonun başlangıcı simgeler bu tren, bir anlamda açlığın ve sefaletin lokomotifidir.
Açlık ve utanç….
Açlık insanın en güçlü içgüdülerinden birisidir, sürekli tekrarlanır ve 21. yüzyıl insanı için doyurulması da oldukça güçtür. Günümüzde halen açlıktan ölen milyonlarca kişi olduğu gibi, yaşanan binlerce felaketler sonrasında ilk açlık ve barınma krizi baş göstermektedir. Savaş döneminde gıda her şeyden önemlidir ve oluşan savaş ekonomisi çocuklara bile merhamet göstermeyecek kadar acımasızdır. Bunu yaparken de onları işlevsizleştirip askeri yüceltir. Oysaki savaşta gıda, mücadelenin bir simgesidir, bir ekonomi aracı değildir. Bu sebeple savaş sonrası Japonya yeniden yapılandırılırken acımasız sansürler uygulanmıştır. Çünkü savaşın tüm sorumluluğu dönemin kadrolarına atılırken bundan çıkar sağlayan ve pasifçe her şeyi kabul eden halkın vicdanını rahatlatmanın başka yolu yoktur. Her ne kadar atom bombası atılmış bir ulusun yaşadığı trajediyi göz ardı etmesek de; Japon halkının çocuk ölümlerine bile hissizleşmesi de başka bir sorunu, utancı gözler önüne serer.
Filmin en çok şaşırtan anı ise Setsuko’nun başlarında gezinen, onlara hayatı dar edip bombalayan düşman uçağına selam vermesidir. Tüm felaketlere sebep olan uçağa verilen selam düşmana verilmiş bir selamdır aslında. Setsuko’nun tek çıkış yolu millet sığınaklara giderken evlere girip yiyecek çalmak zorunda kalmasıdır bu durumda suç ortağı da savaş uçaklarıdır. Böylece hasta kardeşine yiyecek götürüp sağlığına kavuşturacaktır. Ancak Takahata çocuklara umudu göstermez. Artık çaldıkları eşyalar değersizleşmiştir. Gerçi daha sonra Amerika ve Japonya arasında savaş sonrası gerçekleşen diplomasi, tavizler, kolektif bilinç ve bahsetmiş olduğumuz sansür düşünülürse Setsuko’nun düşman uçağına çocuksu bir selam vermesi oldukça masum kaçar. Yaşamak için düşmandan yardım alması en basitiyle trajiktir. Zaten savaşın gerçekliği arkada bırakılan trajedilerden gelir. Öte yandan çocukların başlarındaki uçak imgesi dünyanın asla emniyetli bir yer olamayacağı duygusunu uyandırır. Yaşadıkları dehşet masum göklerden gelmektedir. “Bombalar gökten yağmaya devam ettikçe, kara yağmurlar durmadıkça Onlara/Japon halkına huzur ya da kurtuluş yoktur.” (1)
Film adını (Ateşböceklerinin Mezarı), insan hayatının değersizliğinden alır. Küçük Seita “Neden ateşböcekleri bu kadar çabuk ölüyorlar” diye sorunca, hem yitip giden anne ve babası hem de savaşta ölen milyonlarca insana atıf yapmış olur. Ölen ateşböcekleri için mezar yapan Seita onları gömerken, paralel kurguda tek bir karede üst üste gömülen insanları görürüz. En son atılan kişi anneleridir. Küçük kızın sorusu ateşböcekleri gibi ışıkları sönen hayatları, evsiz kalanları ve yaşanan tüm acıları özetleyen bir cümledir; film ise tüm bu ölümlere yakılan bir ağıt. İki küçük çocuk özelinde tüm bir toplum için yakılan ağıta biz de Nazım’ın “Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler” dizeleriyle katılalım:
Kapıları çalan benim, kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem, göze görünmez ki ölüler.
Hiroşima’da öleli, oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için, hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki kağıt gibi yanan çocuklar.
Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler (2)
(1) Suzan J.Napier, Anime from to Howl’s moving castle, Es Yayınları, Ocak 2008
(2) Nazım Hikmet Ran, Kız Çocuğu, 1956

İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.