Göç Üçlemesi (1973-1974): Göç ve Diyet

Göç Üçlemesi (1973-1974): Göç ve Diyet

Share Button

Göç, kimi zaman zorunluluktan kimi zaman da daha iyi şartlara ulaşma sevdasından kaynaklanan tarih kadar eski bir kavramdır. Göç kavramı sadece bugün değil geçmiş ve geleceği de etkileyen bir süreçtir. Göçebeler daha iyi yiyecek, işçiler daha iyi bir iş, aileler ise maddi yaşama standartlarını geliştirmek için göç ederler. Göç özünde bir mekan değiştirme durumudur, değişim ise sancılı bir süreçtir.

Ülkemizde 1950 yılından itibaren köylerden şehirlere doğru çok yoğun ve hızlı bir göç hareketi yaşanmıştır. Bu süreçte ortaya çıkan kentleşme, sanayileşmenin sonucunda gerçekleşmiş bulunan sağlıklı kentleşme olmayıp, düzensiz kentleşme özelliği taşımaktadır. Bunun sonucunda şehirlerin etrafı gayri hukuki, sağlıksız, alt yapısı olmayan gecekondu tabir edilen binalarla sarılmıştır. Buna ilaveten, hızlı kentleşme ve yoğun göçün olumsuz etkileri kendilerini hukuki, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda hissettirmeye devam etmektedir. (1)

Lütfi Akad’ın Göç üçlemesi (Gelin-Düğün-Diyet) bir bütün olarak düşünüldüğünde şehre gelirken korudukları feodal yapı, muhafazakârlık ve aile kurumunun; para karşısında nasıl çözüldüğü ile ilgilidir. Üçleme, göçün birey üzerindeki tüm yıkıcı etkisini, karşılığında ödenen bedelleri; bireyin toplum, devlet ve cemaat karşısındaki mücadelesini, sistemin tüm sancılarını ve sokağın duyulmaz sesini ekrana taşımıştır. Göç olgusunu bir sorunsal olarak ele alan Akad, sonuçlarını incelerken bireyin sınıf bilincine ulaşması için eski yapıyı kırması sonucuna varır. Akad’ın kahramanları onları baskı altında tutan gelenekle başa çıkmaya çalışırlar. Perdede haksızlığa uğrayan insanlar vardır ve üçleme büyük çoğunlukla bu haksızlığa karşı çıkmak değil, haksızlığı algılamak üzeredir. Bu yüzdendir ki deneme yanılma yöntemi gibi ellerini sobaya değdirmeden ateşi algılayamazlar.

Akad üçlemenin ilk filmi Gelin’de, topraklarından koparak daha önce anne-baba ve abisinin yanına, şehre gelen bir çekirdek aileyi merkezine alır. Onlarında katılmasıyla daha büyük bir aile olmuşlardır. Bir gecekondu mahallesinde kısmi olarak devam ettirdikleri köy hayatları, büyük idealleri vardır. Gelin özünde sermaye sahibi olan bir taşra ailesinin açgözlülüğünü, ahlaki mefhumların yok sayması sonucu yozlaşmaları ve ödedikleri bedeli çarpıcı bir dille anlatır. Akad, filmin merkezine feodal yapının işine geldiğinde kullandığı töre ve muhafazakarlığı yerleştirmiştir. Dar görüşlerin tezahürü olarak yeniye sırtlarını dönmüşlerdir. Taşra kurnazlığı ile şehri yenmeye çalışan aile; kapitalist çarkın dümenine çoktan kapılmıştır. Çevresinde olan biteni görmeden sermayenin kölesi haline gelmişlerdir. Çocuğunu kurtarmak için çabalayan gelin Meryem’in tüm çırpınışları çarkın içinde kaybolmuştur. Bir elden diğerine geçen para sesi Meryem’in feryatlarını bastırmıştır. Aileden ikiyüzlü ve açgözlü bireylere dönüşmüşlerdir. Oğlunun ölümü sonrasında yaşadığı yeri terk ederek fabrikada çalışmaya başlaması filmin en önemli dönüm noktasıdır. Fabrikada çalışmayı ahlaksızlıkla bir tutan aile için bu meydan okumaktır. Akad oğlunu kaybederek yeni bir kimlik (işçi) kazanan kadının gücüne vurgu yapar. Meryem’e yardım eli uzatan da aynı zor koşullardan güçlenerek çıkmış başka bir kadındır.

Üçlemenin ikinci filmi Düğün ile, beş kardeşine kendi hayatını adayan Zelha üzerinden aile bireylerinin sermaye ile değiştirilmesi merkeze alınır. Bir nevi Gelin, bittiği yerden devam etmektedir. Artık büyük feodal yapı çözülmüş yerini hızla bireyciliğe bırakmaktadır. Evin geçimini seyyar satıcılık yaparak sağlayan iki erkek bir an önce “yırtmak” peşindedir. Yırtmak için seyyar satıcılıktan tüccara evrilmeleri gerekmedir ancak sermayeleri yoktur. Kızlar her ne kadar fabrikada çalışsa da (artık kızların fabrikada çalışması ahlaksızlık değildir) geçim sıkıntısı devam etmektedir. Sermaye için önce evin küçük kızı evlendirilir, ama büyük şehirde hayaller de büyüktür. Daha çok para için ortanca kızı da başlık parasına satılmak istenir. Akad, üçlemenin orta noktasında çok yerinde tespitlerde bulunur. Filmin başında görülen mutlu aile tablosunu yerle bir eder. Töreyi kendi iktidarlarını perçinlemek için kullanan erkekler, sistemin kötücül taraflarını beslemektedirler. Aile kavramının içinin parayla nasıl boşaltıldığı, aile bireylerinin ticaret  malzemesine dönüşmesi gözler önüne serilir. Göçün sonuçları Düğün’de daha net görülmektedir. Zelha erkek egemen topluma savaş açıp, kardeşleriyle bir yol çizmeye çalışır; bu bedelini ödediği bir yoldur.

Şer’de buluşanlar

Akad göç üçlemesinin son filmi Diyet’te, sanayileşmenin katkısıyla herkesin işçiye dönüşmüş olduğunun altını çizer. Artık ne feodal yapı, ne de aile kalmıştır. Yeni kahramanlar sermaye sahipleri, patronlardır. Kapitalist sistem içerisinde ezilmiş, umutlarını yitirmiş bireyler sınıfsal farklılıkların iyice farkına varmışlar, sinmişlerdir. Gelin ve Düğün’deki “yırtma” ve “açgözlülük” fabrika işçilerinde kişisel çıkarları için halen geçerlidir ancak büyük resme bakıldığında fabrika dışında umutsuzluk hakimdir. Toprağından kopup gelen insanlar eskiye özlem duymakta, yeni düzene uyum sağlayamamaktadır. Akad bu kez kamerasını şer’de birleşenlere, fabrikada sendika kurmaya çalışan azınlığa çevirir. Fabrikada sendikanın yararlarını anlatan  azınlık ile bunu ekmeklerini kazandıkları yere ihanet olarak algılayanlar arasındaki gerilimde Akad açıkça sendikanın tarafını tutar. Yine bir kadın karakter, Hacer üzerinden derdini anlatır. İşçi’den emek’çiye evrilmeleri için bağnaz düşüncelerden kurtulmaları gerekmektedir ancak bu söylenildiği kadar kolay değildir. Filmin etkili finalinden sonra da bunların değişebileceğini düşünmek de iyimserlik olur. Diğer taraftan üçlemenin tamamında geçen hemşerilik Diyet’te daha baskındır. Nasıl ki “hemşeri” Düğün’de başlık parası üzerinden komisyon alıyorsa burada da patron ile işçi arasındaki balyoz görevini görür. Tatlı sert üslupla, din kisvesi altında insanları sömürür. Gerekirse güç kullanır, sindirir. Hemşeri kapitalist sistemde patronun maşasıdır.

Max Frisch’in göçmen yabancı işçiler için kullandığı “Biz işçi istedik, insan geldi” diyen sözü her ne kadar acımaz görünse de maalesef gerçekleri yansıtır. Makinelerin başında robotlaşmış, kapitalist sistemin çarklarında ezilmiş işçi yerine bireysel kimliklerini bulmaya çalışan emekçi insanlar oldukça önemlidir. Özellikle 70’lerdeki İşçi Hareketleri, filmin, dönemin ruhunu ne kadar doğru okuduğunun bir ispatıdır. Eşinin değil kendi düşüncelerinin tarafında olan Hacer, sınıf bilincinin en somut örneğidir. Meryem ile başlayan çember tamamlanmıştır ancak bu savaştan galip mi çıkmışlardır o tartışılır. Meryem oğlunu kaybetmiştir, Zelha kardeşlerini ve kanını, Hacer sevdiği adamın kolunu. Tüm alınanların bedelleri ödenmiştir.

Şehir her zaman verdiğinden fazlasını almakta ustadır.

(1)   Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Hacettepe Üniversitesi, Güz 2006, Sayı:5

#cineritüeltop150

twitter.com/gok_gkhn

, , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir