Konuk Yazar: Evrim İnci
Özet
Bu makalenin ilk bölümünde, sinemanın ortaya çıkmasından sonra önce görüntülerle mekan yaratımı, sesin doğuşu ile birlikte ses tasarımı ve bu kavramların tarihsel gelişimi incelenmişti.
Bu bölümde ise, Reha Erdem filmleri üzerinden bu kavramların hangi şekilde kendine yer bulduklarına değinilecek ve filmlerin bu açıdan nasıl bir öneme sahip olduğu üzerinde durulacaktır. Filmlerin ülke sinemamızda ne gibi yenilikler getirdiğine bakılacak ve yönetmenin filmleri ayrı ayrı incelenecektir.
Reha Erdem Sinemasında Ses ve Mekan Tasarımı
Sesin görüntülerle ortaklaşa kurduğu önemli yapıyı ülkemizde kafa yorarak yapan yönetmenlerin sayısı çok değildir ve bu kişilerin ilk akla gelenlerinden biri Reha Erdem’dir. Görüntülerin ses kullanımıyla birlikte anlam yaratma açısından bir işlevi olduğunu filmleriyle aktaran yönetmen, estetik algıyı bu ikili üzerine kurarak önceki dönemlerde ses kavramına bu derece önem vermeyen yönetmenlerin arasından sıyrılmış ve kendine sinemamızda farklı bir yer yaratmıştır. Filmlerinde kendi iç dünyasının bir dışavurumunu yansıtan Reha Erdem, yaşananlar üzerinden bir anlam yerine olmaya duyulan özlemi anlatır. Olması gerektiğini düşündüğü şeyleri filmlerine yansıtırken aslında hem sosyal bir eleştiri yapmakta hem de kendi sinema dilini oluşturmaktadır. Geçmişinde reklam sektöründe çalışmasından dolayı reklam planlarına çok hakimdir ve bu hakimlik kendi filmlerine de yansımaktadır. Filmlerinde genellikle sahnelerin hızla aktığı ve değiştiği görülürken uzun plan kullandığı bazı sahnelerdeki amaç ise, izleyicilerin çözümlemesi gereken bir konu ya da bakması gereken bir yer olmasıdır. Yönetmenin mekan tasarımında uyguladığı ve filmlerinin varlığına neden olan olgu ise, sinematik gerçeklik ile hayattaki gerçekliğin farklılığıdır.
Reha Erdem, filmlerinde genellikle var olan bir yeri çekmek yerine yeniden bir tasarım yapmış ya da bilinen yerlerde farklı saatlerde çekim yaparak yeni bir algı oluşturmaya çalışmış ve başarılı olmuştur. Yönetmen, filmlerinde yeni bir mekan yaratmayı değil de var olan bir yeri çekmeyi planlıyorsa o mekanın ruhunu yeniden tasarlar ve zaman-mekan algısızlığını yaratarak o mekanı izleyici düşüncesinden soyutlar. Filmin hangi şehirde ya da hangi mahallede geçtiği önemini yitirirken, orayı nasıl anlattığı ve hangi anlamı vermeye çalıştığı önem kazanır. Ses tasarımında ise, filmde önemli olanın ne duyduğun değil, neyi ne zaman ve nasıl duyduğun düşüncesini benimsemiştir ve sesi filmin bir yardımcı ögesi olarak görmemiştir. Eğer filmden sesi çıkardığınızda görüntülerden bir anlam yaratmanız mümkün değilse ya da tam tersi görüntüyü çıkardığınızda sesten anlam çıkarmanız mümkün değilse bunun en önemli nedeni, yönetmenin görüntü ve ses senkronuna verdiği önem ve bu iki yapı üzerinden filmin bütünlüğünün oluşmasıdır. Yönetmen için izleyici bu yolla filmle bütünleşir ve bu iki yapı aynı anlamı yaratarak filmlerinin diğer filmlerden farklılaşmasını sağlar. Erdem, filmlerinde müzik kullanımı konusunda da farklı bir yol seçmeyi tercih etmiş ve kendi filmi için özgün müzikler tasarlamak ya da tasarlatmak yerine var olan bir müziği özgün bir biçimde kullanmayı tercih etmiştir. Bu şekilde, hem izleyiciler tarafından bilinen müzik parçaları var oldukları sahne hakkında birçok anlam çıkarılmasını sağlar hem de filmle bütünleşerek kendi ününden kurtulur ve yeni bir tanım yapılmasını sağlar. Yani Reha Erdem sinemasında ses, yaratıcı ve birleştirici ve süreklilik sağlayan bir unsur olarak kullanılmaktadır. (Erçetingöz. A, 2009: 47)
Birçok filminin mekanı olarak İstanbul’u kullanan Reha Erdem, İstanbul’u herkesin hayatını güzelce yaşayabildiği, “İstanbul’un taşı toprağı altındır,” gibi düşüncelerin aksine daha olumsuz bir şekilde yansıtmış ve İstanbul’un bilinen en işlek caddelerini bile işlek değilmiş gibi göstererek kendi düşüncesini ve eleştirisini tasarladığı mekan üzerinden aktarmayı amaçlamıştır. Yönetmenin ses ve mekan hakkındaki uygulamaları onu diğer yönetmenlerden bir adım farklılaştırmıştır; çünkü sadece görüntü ile hikaye anlatmayıp sesler ve ritimsel kurgu uygulamaları ile hem görüntüye hem de sese birçok anlam yüklemiş ve bu anlamları izleyicinin birlikte algılamasını sağlamıştır. Reklam yönetmenliğinden gelmesi nedeniyle kurgu ve kurgunun etkilerine hakim olan yönetmen, her filmine farklı birer ritmik kurgu yerleştirmiş ve yaptığı o hızlı ya da yavaş olan kurgu sayesinde yine izleyiciye vermesi gereken birçok mesajı iletmeyi başarmıştır. Filmlerinde kadınların erkeklere göre daha güçlü birer canlı olarak sunulduğu ve problemleri aşmada kadınların başarısını daha iyi tanımladığı görülmektedir. Yönetmen kendini tekrar etmemek ve gelişimini sürdürmek adına, her çektiği filmde yeniliklere açık biri olduğunu göstermiş ve çalışmalarını tek bir noktada toplamak yerine her farklı fikirle yeni bilgiler öğrenmenin en doğru yol olduğu görüşünü benimsemiştir.
Kaç Para Kaç
1999 yılında çektiği Kaç Para Kaç’ta, akıcı bir sinema dili, Taner Birsel’in etkileyici oyunculuğu ve paraya endekslenmiş bir Türk insanı eleştirisi ön plana çıkmaktadır. Para ve kapitalizm temalarını bulunduran film, hayatın içindeki Türk insanının eleştirisini yapmakta ve bunu ahlakçılık kavramını temel alarak aktarmaktadır. Filmde ahlaklı tanımına tamamen uyan bir insanın elle tutulur ve somut engellerle karşılaştığında ve bunu engellerin para olduğu görüldüğünde, o insanın nasıl hayatının kötüye gittiği gösterilmektedir. “Para’nın” sadece iyi yaşam ve tüketim anlamına gelmediği ve “adamdan sayılma” gibi saygı gösterilen bir hale geldiği dünya da farklı kişilik yapıları ve zenginleşmeye neden olan kavramların eleştirisi yapılmaktadır. (Karaca, 1999)
Gerilim unsurunun kuvvetli olduğu filmde bu gerilimi sağlayan en önemli unsur ses ve kurgu yapısı olmuştur. Ritmik ve hızlı atlamaların olduğu filmde, para alışverişinin hızlı geçişleri, izleyicinin film hakkındaki en önemli anlamı çıkarmasını sağlamıştır. Kaç Para Kaç’ın özellikle yönetmenin klip geçmişinin en belirgin olarak görüldüğü film olarak tanımlanmasını sağlayan sahneleri; hiç bitmeyen para alışverişleri, koşturmacalar ve bu sahneler üzerine bindirilmiş sesler ve ses efektleri oluşturmaktadır. Bu ritmik seslerin oluşturduğu yapı, izleyicinin filmle ve filmin karakterleriyle bağdaşmasını ve o heyecanı yaşamasını sağlamaktadır.
İstanbul filmin ana mekanıdır ve yönetmen İstanbul’u bildiğimiz kalabalık İstanbul olarak sunmamaktadır. Çekim saatlerini insanların daha az olduğu saatlere ayarlayıp çekimleri tamamlaması ile yönetmenin zihnindeki İstanbul algısı filme yansıtılmıştır ve bu mekanın yeniden anlamlandırılmasını sağlamıştır. Birbirinin parasını çalan üç hırsız olarak nitelendirebileceğimiz – baş kahraman Selim de dahil – kişilerin bir vapurda birbirlerini fark etmesi ve ardından polise yakalanmadan birbirlerini kovaladıkları görülür. Bu sahnedeki vapur sahile yanaşıncaya kadar deniz üstünde kendi dünyasına sahip bir yapı olarak gözükmektedir ve bu vapuru küçük bir İstanbul ya da Türkiye kabul edersek, hırsızların hırsızlıklarına devam ettiği ve toplumunda bu olanları anlayamadan izlemekle yetindiği anlamı ortaya çıkmaktadır. Bu dünyanın para ile kurulu bir düzene sahip olduğu ve filmin başkahramanı Selim’in çırağını önce haksız yere hapse attırdığı ve ardından çıkardığı görülür. Çırağına verdiği belli bir miktar paranın ardından paranın en büyük ilaç olduğu ve tüm yaşanan olumsuzlukları gidereceğini dile getiren Selim, aslında bu dünyanın batağına düşmüş birçok insanı temsil etmektedir. Filmin sonunda Selim’in yaşadığı kararsızlıklar ve olumsuzluklardan sonra öldüğü ve paraların havada yavaşça süzülürken bu para alışverişinin başka insanlar tarafından devam ettirileceği ve üzerinde yaşadığımız dünyanın sistemini idare ettireceği görülmektedir. Özellikle ritmik seslerle anlatımın tamamlandığı film, yönetmenin toplumsal eleştiri yaptığı en başarılı filmlerinden kabul edilir.
Korkuyorum Anne
2004 yapımı olan Korkuyorum Anne, daha çok insanın tanımı üzerine sorular soran ve erkeklerin korkularına odaklanan bir yapım olmuştur. Komedi unsurları bol olsa da hüzün ve dram barındırmaktadır. Filmdeki mekanlar; Tophane, Balat, Karaköy, Arnavutköy, Eminönü, Samatya gibi İstanbul’u çağrıştıran yerlerde çekilmiş olmasına rağmen, hangi döneme ait olduğu belli olmayan, samimi bir İstanbul portresi sunmaktadır. (Alphan, 2006)
Korkuyorum Anne, kurgusal anlamda birleştirici ve anlamlandırıcı bir yapı halindedir ve insan vücudunu takip eden bir unsur olarak görülmektedir. Filmdeki bu unsurların toplumdaki ayrımcılıklara – askerlik yapan/yapmayan, annesi olan/olamayan vb. – yapılan bir eleştiri olduğu ve Erdem’in bu eleştirileri İstanbul üzerinden anlattığı görülür. Fiziki yapı olarak çok iri olmasına karşın “korkuyorum anne” sözünü söyleyen kahramanın güçsüzlüğün simgesi olduğu görülür ve anne rahmine dönüşü simgelediği ve bunun bir kaçış noktası olduğu anlaşılır. Bu kavramların anlamlandırılması için kahramanın ses tonu etkili olur. Baba figürünün yüksek sesle yaptığı konuşmalardan da kendi korkularını bastırmak için dışarıda agresif gözüktüğü görülmekte ve bu ses tonunun da babanın kaçış noktası olduğu anlaşılmaktadır.
Beş Vakit
2006 yılı yapımı olan Beş Vakit, çekildiği yörenin ve coğrafyanın tüm kimliğini yansıtan bir yapım olmuştur. Daha önce çektiği kentli karakterlerin yerini taşra karakterleri almış ve mekanla beraber zamanın akışı da değişmekte, kentte var olan hızlı ve dinamik yapı yerini durağan bir akışa bırakmaktadır. Filmde gördüğümüz hemen her karenin sanatsal açıdan başarılı olması, mekanın buna olan katkısı izleyicinin filmde anlatılanı daha çabuk algılamasını sağlamıştır. (Uzunmehmetoğlu, 2007: 29)
Yönetmen Beş Vakit için, “Toprakla deniz, kayayla gök arasında asılı bir köyde büyümeye çalışan üç çocuğun zamanın akışında yuvarlanmalarının filmi. Orada zamanın tek sarkacı, kimi zaman gümüşi bir bıçak gibi parlayan bir minare ve onun güneş saatiyle dönen beş vakti…” demiştir. (Serçek, 2006) Film, sırtını yüksek dağlara ve kayalıklara yaslayan ve önünde deniz olan bir köyde çekilmiştir ve her ezan sesi filmin bir bölümü gibi beş vakte bölünmüştür. Filmin karanlıkta başlayıp daha aydınlık bir hava ile sona ermesi bir umut temasının olabileceğini göstermektedir.
Şehirden farklı bir hayata sahip köyde zamanın durağanlığı ve tekrar eden insani işlevler mekandan mekana değişen ritimlerle anlatılmaktadır. Köyün sahip olduğu durgun ve sessiz ortam sadece ezan sesleri ile bölünmekte ve üç çocuğun sancılı büyüme süreci bu sesler ve sonrasında anlatılmaktadır. Duyduğumuz ezan sesleri daha geniş anlamda ise, köy kültüründe hala İslam kültürünün çok aktif bir şekilde var olduğunun bir göstergesi gibidir.
Saman yığınları, doğa ya da toprak üstünde hareketsiz yatan çocukların görüldüğü sahnelerde, işledikleri herhangi bir suçtan dolayı utanç duygusuyla yüzleştikleri görülmekte ve bu mekanlarda saklanmalarının kendilerini koruyacağı düşüncesinden doğduğu söylenebilir. Filmde ayrıca, kullanılan ilahi benzeri müzik parçaları ile filmdeki köyün ve ortamının bir karışımı yapılmıştır. Klasik müzik kullanılan sahnelerde ise, köy hayatında ve çocukların hayatında olan karamsar havaların etkisi gösterilmektedir. Çocukların yediği dayaklar ve duyduğumuz sesler de bu karamsar havayı destekleyecek niteliktedir. Müzik kullanımı, tüm film boyunca ses kurgusuna destekleyici anlam katan en önemli öge olarak gözükmektedir.
Hayat Var
2008 yılı yapımı olan Hayat Var, İstanbul’da babası ve hasta dedesiyle yaşayan küçük bir kızın hikayesini anlatmaktadır. Babanın, ailenin hayatta kalması için küçük teknesiyle balıkçılık yaptığı ve büyük gemilerde yasadışı kadın ticareti yaptığı görülür. Bir yandan babasının yaptıklarına bir yandan da hasta dedesinin sıkıntılı yaşamına dahil olan filmin kahramanı Hayat, dünyaya olan inancını sürekli ayakta tutmaya çalışır gibi gözükse de filmin sonunda umutsuzluğa ve karanlığa kapılıp gidecektir.
Hayat Var, yönetmenin kendine has iç dünyasının, seyircinin kayıtsız kalamayacağı bir görsel ve işitsel birliktelikle insan olmanın en derin hallerini bir sinema yapıtına dönüştürmesini göstermektedir. (Altyazı, 2008b: 3) Kesik kesik aldığı nefesler ve ne söylediği belli olmayan mırıldanmalar ile Hayat’ın iç dünyasının içine giren izleyiciler, onunla beraber soluk alıp vererek kaçma isteğinin doğru bir yöntem olabileceği kanısına kapılırlar. Duyduğu gemi ve uçak sesleri ile kendini daha da yalnız ve hapiste hisseden Hayat’ın ortama verdiği tepkiler ve bu tepkilerin başarılı bir ses kurgusuna sahip olması, filmin başarısını göstermektedir. Sorunların farkında olduğu zamanları bu gibi kesik nefesler haricinde sessizce geçirdiği ama kendini çocuk gibi hissettiği anlarda daha neşeli bir karakter olarak izleyicinin gözüne çarpar. Mekanın Göksu Deresi ve İstanbul olduğu görülür ve yönetmenin İstanbul’da var olmayan bir yeri tasarlayarak bize aktarmak istediği anlamı bu sayede verilir. İstanbul’un ve denizinin doğal güzelliğine şahit olan izleyici, filmin tamamına baktığında İstanbul’un zevk alınacak ve mutlu olunacak bir yer olduğunu düşünmez. Kızın kurtuluşunun olmadığı gözükse de bunun bir nedeninin, daha geniş çapta bakıldığında, İstanbul olduğu görülür. İstanbul’un Hayat karakterinde yarattığı olumsuzluk filmin sonunda kaçtığı erkek arkadaşına sorduğu “İstanbullu musun?” sorusu ile daha da anlamlanır. İstanbullu olan ve orada yaşayan bir insanla gelecek için umutlu bir plan kuramayacağını düşünen Hayat, olmayan umudunu aldığı “Hayır,” cevabı ile arttırmaya çalışsa da aslında yönetmenin söylemek istediği şey orada ve dünyanın herhangi bir yerinde bir hayatın olmadığıdır.
Hayat karakterinin sürekli olarak mırıldanması ve onun söylediklerini izleyicinin anlamlandıramaması bir bakıma onun psikolojik yapısını da ele vermektedir. Annesinden azar işittikten sonra bebek salıncağında mırıldanması, kendi bebekliğine ve yaşayamadığı çocukluğuna duyduğu özlemden kaynaklanmaktadır. Filmde duyduğumuz arabesk müziklerle o ortamın ve insanların kişilik analizleri yapılmaktadır. Çünkü, bir genelleme yapacak olursak, arabesk müzik dinleyicilerinin genelde hayatta daha çok üzülen veya aşağılanan kimseler tarafından oluştuğu bilinmekte ve bu durum, hem Hayat’ın çevresini anlamlandırmasında hem de izleyicinin Hayat’ın psikolojisini anlamlandırmasında önemli bir işleve sahiptir. Bu sayede Hayat’ın kendine sunulan hayatı istemediği görülmektedir. Dedenin sürekli olarak öksürmesi izleyicinin neredeyse sıkılmasına ve bıkmasına neden olmaktadır ve izleyici bu ritmik ve bitmek bilmeyen öksürükle hem rahatsız olurken hem de filmdeki insanları ve onların hayatlarını sorgulamaktan kendisini alamaz.
Suyun, yani denizin içinde yaşanan hayat aslında bu suyu filmin karakterlerinden biri yapmaktadır. Baba karakterinin sahip olduğu küçük tekneyle diğer büyük gemilerle yarışması gibi denize olan hakimliği bir yandan da onun hayattaki başarısızlığını göstermektedir. Suyu gören kişilerin hayale daldığı bir dünya da babanın gerçek hayatın koşullarına hakim olamadığı görülür ve bu büyük su kitlesi onun yaptığı yasadışı işlerin suç ortağı olarak göze çarpar. Hayat’ın suya bakıp hayale daldığı film, babası sayesinde hayatın acı gerçeklerini öğrenmek zorunda kaldığı bir yer olmuştur.
Kosmos
2010 yapımı olan Kosmos, ses ve görüntünün birbirinden ayrılamadığı bir akıcılığa sahiptir ve bu akıcılık filmin ritmini de oluşturmaktadır. Filmin kahramanı olan Kosmos, yani Battal, nedeni bilinmeyen bir şekilde Kars şehrine gelmiş ve yaptığı mucizevi iyileştirmelerle yöre halkı tarafından sahiplenilmiştir. Ardından şehirdeki hırsızlık olaylarının kendisi tarafından yapıldığı anlaşılınca istenmeyen adam olmuş ve geldiği gibi gittiği görülmüştür. Film boyunca sadece şeker yiyen ve kutsal kitaplardan monologlar kullanan Kosmos, sıradan bir insan gibi davranmayıp daha masalsı bir kahraman şeklindedir.
Paraya değer vermeyen ve aşkı arayan bir adamın masalsı öyküsü olarak nitelendireceğimiz Kosmos, küçük bir toplum eleştirisi de yapmaktadır. Zaman ve mekan üstü bir kişilik olarak karşımıza çıkan Kosmos, Kars şehrine gelmiştir. Kars şehri, ülkenin en ucunda bulunan ve soğuk iklim yapısıyla yılın büyük bölümünü karlar altında geçiren bir şehirdir ve bu iklime sahip insanların donukluğu, bembeyaz bir coğrafik yapıya sahip olması gibi etmenler, şehrin hiç yok olmayacakmış gibi bir izlenim uyandırmasını ve anlatılan masalsı hikayenin mekanlığını yapacak en uygun yer olmasını sağlamıştır.
Kosmos karakterinin bir göçebe gibi mekanlararası yolculuklar yaptığı görülmektedir. Göçebe toplulukların devletlerin sınırları dışında bir varoluşa inanmaları ve gittikleri mekanda kendi çözümlerini kendi yöntemleriyle uygulamaları Kosmos’u göçebe sınıfa sokmaktadır. Burada asıl anlatılmak istenen, hayatlarımızın sınırlandırılması üzerine bir eleştiridir. Filmde babalarının ölümünden hemen sonra cenaze işleri ile ilgilenmeyen, miras kavgasına düşen kardeşler görülmektedir. İçlerinde haklı olan ise polis tarafından suçlu ilan edilerek aslında olması gereken adaletin doğru işlemediği anlaşılmaktadır. Bu ve bunun gibi adaletsiz olaylar ve ardından nereden geldiği belli olmayan bombaların patlama sesleri, o dünyadaki sorunları ve bu sorunların hasıraltı edildiğinin birer kanıtı gibidir. Sesin en başarılı şekilde kurgulandığı ve anlamını en iyi şekilde verdiği sahneler ise, Kosmos’un Neptün ile birlikte birer kuş gibi davranmaları, kuş gibi sesler çıkarmaları ve fiziksel bir temas halinde olmamalarına rağmen ruhen öpüşmeleri, sevişmeleri gibi anlamların çıkarıldığı sahnelerdir.
Jin
2013 yapımı olan Jin, örgütten kaçıp şehre ulaşmaya çalışan bir kadının hikayesini anlatmaktadır. Tek dostu hayvanlar olan bu kadın, onlarla birlikte hayatı paylaşmakta, birbirilerine zarar vermeden yaşayabildiklerini kendilerine ispatlar şekilde hayatını idame ettirmektedir. Burada mekan doğa olarak göze çarpmakta ve daha önceki filmlerde tasarlanan bir mekan görülmemektedir. Bulutların yavaşça salınması, yemyeşil doğanın bir anda silah sesleri ile kesilmesi Jin karakterinin kaçmasını tetikleyen unsurlardan bir kaçı. Helikopter sesine fazla tepki veren Jin, hızlıca örgütü terk etmiş ve şehre yolculuğuna başlamıştır. Bu bombaların aslında sadece insanların problemi olmadığı, hayvanların ve bitki örtüsünün, yani tüm ekosistemin bir sorunu olduğu vurgulanmakta ve doğanın bozulması aslında insan hayatının da son bulacağı anlamına gelmektedir. Güçlü bir kadın portresi sunmaya çalışan yönetmen burada da kadın karakterlere verdiği önemi göstermektedir.
KAYNAKÇA
ERTEÇİNGÖZ, A: Çağdaş Türk Sineması’nda Varoluş Olgusu: Reha Erdem Sineması’nın Anlamı ve Estetiği, Ege Üniversitesi RTS Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2009
KARACA, Nihal, B. (1999). “Yeşil”ler Tüm Sınırları Tuttu,
http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=14948 Erişim Tarihi: 15.12.2008
ALPHAN, Melis (25 Mart 2006), 2003’te Çekildi, Tüm Dünya Beğendi, Nihayet Vizyonda,
http://www.milliyet.com.tr/2006/03/25/pazar/paz02.html Erişim Tarihi: 19.12.2008
UZUNMEHMETOĞLU, Birol (15 Mayıs 2007). Reha Erdem’in Beş Vakit’i Balkan Film Şenliğinde. Bizim Anadolu Gazetesi, 29
SERÇEK, Müge (2006), Reha Erdem Filmleri İstanbul Modernde,
http://kouha.kocaeli.edu.tr/?page=haber&id=1788 Erişim Tarihi: 28.11.2008
Denemekten Korkmayan Filmler (Kasım 2008), Altyazı, 78, 2-3.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.