- “Yoksa sadece ben miyim?” sorusu Maureen karakteri etrafında örülen spiritüel göstergeyi materyalist bir boyuta, yani bir nevi fizik alemi sınırlarına çeker. Hal böyle olunca hem oryantalist bir gol atılarak klişe temsil alanına girmekten kaçınılır hem de anlatısını metafizik ögeler etrafında kuran film söyleminin tartışma düzleminin sınırları, günümüz insanının tüketim ilişkilerini sorgulayacak biçimde gelişir.
“Avrupa’da bir hayalet kol geziyor -Komünizm hayaleti. Köhne Avrupa’nın tüm güçleri; Papa ve Çar, Metternich ve Guizot, Fransız radikalleri ve Alman polisi bu hayalete karşı kutsal bir sürek avı için aralarında ittifak yapmışlardır.” (Komünist Manifesto; Marx, Engels)
Egemen Avrupa güçlerinin “kutsal sürek avı” günümüz ekonomi-politik işleyişini düşündüğümüzde başarıya ulaşmış olsa da yayınlandığı 1848 yılından itibaren manifesto; Avrupa’daki eylemlerin fitilini ateşlemiş, Metternich ve Guizot gibi gerici siyasetçileri tarihten silmiştir. Çarlık Rusya ise Komünizm hayaletiyle karşılaşmak için 1917 devrimini beklemiştir.
Yirmi birinci yüzyılda bizi kuşatan hayaletler ise kutsal sürek avını başlatanlardan peydahlanan hayaletler. Bu hayaletler öyle bir musallat olmuş durumdaki bize, gündelik ilişkilerimizin tamamı bu hayaletlerle tanzim edilir olmuş. Günümüz kutsal sürek avı müttefiklerini; devleti iç ederek yasallık gömleği giymiş neo-liberal hayalet, ulusallık, milliyetçilik safsatalarıyla ezilenler arasına nifak tohumları eken ideoloji demagoglarının hayaletleri ve piyasacı simsarların hayaletleri olarak sıralamak mümkünse de kuşatılma bu sayılanlardan çok daha vahim durumda. Ama konunun çok dağılmaması için bu kadarla yetinelim. Komünist manifestonun yayınlanmasından bu yana sömürü konsolidasyonunu sağlamlaştırmak için uydurmadık şey bırakmayan bu hayaletler tarihsel akışa göre kendilerine sürekli yol bulmuşlardır.
Piyasanın iç pazar ihtiyacı hasıl olunca manifaktürlerden bir ulusçuluk, ulus-devlet üreten bu kutsal müttefikler, yeri geldiğinde piyasanın yeni açılacağı alanlar üretmek için en büyük paylaşım savaşları olan 1. ve 2. Dünya Savaşları’nı çıkarmışlardır. Şimdilerde ucuz işgücü sömürüsü için küresellik ve demokrasi pazarlamakla meşguller.
Ama yeni nesil sömürü, hayaletlerin konumunu değiştirmek zorunda kalmıştır. Çünkü eski sömürü yöntemlerinde sömürülene dışsal olan bir etki mekanizması iş başındaydı. Yani, iş bölümü, uzmanlaşma, birlik olma, bütün olma, ulus veya devlet olma teraneleri bireye dışsal vaazlar sunduğu için sömürülenlerin güdülenmesi eksik kalıyordu. O nedenle kendileri dışsal hayalet olmaktan çıkarak içlerindeki hayaletleri modern bireye enjekte ettiler. Artık asıl hayaletler kullandığımız tüketim ilişkileriyle zihinlerimizde sürekli yeniden kurduğumuz kendi hayaletlerimiz.
İşte bu hayalet hikayesinin günümüz versiyonunu yetkin bir dille anlatan, yönetmenliğini ve senaristliğini Olivier Assayas‘ın üstlendiği Personal Shopper (Hayalet Hikayesi) filmi, bir modelin alışveriş işlerine bakan Maureen’e musallat olan hayaletleri tartışır. Filmin tartışma düzlemi, belki yukarıda bahsedilen yeni nesil sömürü hayaletlerinin eleştirisini yaparak buradan yeni bir sosyalizasyon önerisi yapacak boyutta değil; ama tartışmayı başlattığı nokta açısından oldukça parlak bir fikirle karşı karşıyayız. Komünizm hayaletlerini boğazlayan kutsal müttefik hayaletlerinin (neo-liberal devlet heyulası, ideoloji demagogları, piyasa simsarları) eline doğan nesillerin maruz kaldıkları sosyalizasyonu anlayabilmek açısından önemli veriler sunan film, özellikle final sahnesiyle kendisinin bir çeşit hayaletine dönüşen yeni nesil insanının fotoğrafını çeker. Ölen ikiz kardeşinden doğaüstü yollarla haber bekleyen Maureen, önce haberi iletişimin yabancılaşmış bir efekti olmaktan öteye gidemeyen akıllı telefon aparatlarından almaya çalışır. Bu deneyim, dolandırılmasına ve neredeyse hırsızlıkla suçlanmasına sebep olur.
İkizinden ruhsal haber alma işini Doğu’nun egzotik topraklarında aramak için sevgilisinin davetiyle Umman Sultanlığı’na gider. Burada işte şimdi oryantalist bir gol atacak diye düşünmemize sebep olan olay ise bahsi geçen final sahnesiyle alakalı. İşin içinde Doğu ve ölülerden haber almak gibi meseleler girince aklımıza Doğu’yu mistik taassupla işleyen Batılı gözün kibri gelmedi değil. Ama final sahnesi aslanda mistiklikten çok sağlam bir materyalist izlek sunar. Soru basittir. Maureen, sadece şiddetli sesler duyduğu odada (gelen ruhun çıkardığı sesler olarak anlaşılan sesler) ruhunun gelmesini beklediği ikiz kardeşi Lewis’e birkaç kez “sen misin?” diye seslenir. Beklediği tepkiyi alamayınca asıl soruyu sorar: “Yoksa sadece ben miyim?” Başından beri emarelerini gördüğümüz hayalet, kendine yabancılaşma durumunu tüm algı kapasitesini gasp edecek boyutlarda yaşayan akıllı gereçler insanlığının düştüğü hali, manidar biçimde özetler.
“Yoksa sadece ben miyim?” sorusu Maureen karakteri etrafında örülen spiritüel göstergeyi materyalist bir boyuta, yani bir nevi fizik alemi sınırlarına çeker. Hal böyle olunca hem oryantalist bir gol atılarak klişe temsil alanına girmekten kaçınılır hem de anlatısını metafizik ögeler etrafında kuran film söyleminin tartışma düzleminin sınırları, günümüz insanının tüketim ilişkilerini sorgulayacak biçimde gelişir.
Fakat hala filmde eksik kalmış yerler vardır. Barkod sistemi içine sıkışıp kalmış bir neslin bu istilaya direneceği bir kapı yok mudur? Tabii filmden ille de direniş olanaklarını sunmasını beklemek anlamsızdır. Ama sadece insanlığın bu yeni sürümünü betimleyen bir anlatı sunmak da, bu betimle ne kadar göz kamaştırıcı olursa olsun, toplumsal alanda sinizmi egemen kılan bir söylemde sıkışıp kalıyor.
Toplumsal sinizmi aşan bir Andrei Tarkovsky hayaletiyle yazıyı noktalayalım. Nostalghia (1983) filminin delisi Domenico’ya kulak verirsek sanırım bahsettiğim sinizmi aşma yollarını sunacak bir izlek çıkabilir. Şöyle sesleniyordu Domenico biz akıllı insanlara:
“İçimde hangi atam konuşuyor? Hem aklımda, hem bedenimde aynı anda ayrılamam. Bu yüzden tek kişi olamıyorum. Kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum. Fazla büyük usta kalmadı. Zamanımızın gerçek kötülüğü budur. Kalbin yolları, gölgelerle kaplanmış. Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz. Okul duvarları, asfalt ve refah reklamlarının uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere, böceklerin vızıltıları girmeli. Her birimizin gözlerini ve kulaklarını, büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız. Birileri Piramitleri yapacağımızı haykırmalı. Yapamamamızın bir önemi yok, o isteği beslemeliyiz. Ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz, sınırsız bir çarşaf gibi.”
Sanırım hayaletlerimizi korkutacak ve bizlere direniş noktaları sunacak bir izlek; ruhun köşelerini esnetmekle, uydurulan kimliklerin içine gömülmeden sosyal ilişki kurmakla ve birbirimize temas etmekle mümkün. Yani böcek vızıltılarını yeniden duymaya başladığımızda.
Matematik öğretmenliği mezunu. Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı yaptı. Aynı üniversitede doktora eğitimine devam etmekte. Aylık sinema dergisi Rabarba Şenlik’in editörlüğünü yaptı. Sinema Kafası’nda başladığı sinema yazarlığını Cineritüel’de sürdürüyor. Mail: fatih_degirmen@hotmail.com
Çok güzel yazıydı.