Merve Yakut: “Godard Makinesi baştan sona sinemaya bir saygı duruşu”

Merve Yakut: “Godard Makinesi baştan sona sinemaya bir saygı duruşu”

Share Button
Röportaj: Gökhan Gök

İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz?

İzlediğim ilk filmi hatırlamam olanaksız. Çünkü sinemaya ilk kez bir buçuk yaşımdayken gitmişim. Babamın çalıştığı bankanın İzmir, Özdere’deki yazlık kampında açık hava sineması vardı. Birer sinema âşığı olan annem ve babam, film gösterimlerinin her akşam yapıldığı bu yazlık sinemaya beni de götürürlermiş. Yanımızda beni emanet edecekleri bir kişi bulunmadığından başka seçenekleri de yokmuş tabii: Ya film seyretmekten vazgeçecekler ya da sinemaya beni de götürecekler. İkinci yolu seçtikleri için onlara minnet borçluyum. Sinemanın büyüsüyle çok erken yaşta tanışmışım böylece. Beyazperdeye meraklı gözlerle bakarmışım. Sonra kâh bebek arabasında, kâh kucakta, film makarasından yayılan o güzelim tıkırtılı sesi de dinleyerek uyurmuşum. Uykuyla uyanıklık arasındaki o sisli zaman diliminde kulağıma çalınan replikler, müzikler, ses efektleri bilinçaltıma kazınmış mıdır? Sinema tutkumun doğuşunu bu bebeklik dönemimde mi aramalı? Her yaz gittiğimiz Özdere kampındaki açık hava sineması, ilerleyen dönemde filmleri bilinçli olarak seyrettiğim o sinema, çocukluğumun en tatlı hatıralarının mekânıdır. The Good Son (1993), Cliffhanger (1993), The Mask (1994), The Flintstones (1994), Mission: Impossible (1996), Godzilla (1998), The Big Lebowski (1998) çocukken o açık hava sinemasında seyrettiğimi anımsadığım filmlerden bazıları. Sözün kısası, sinemayla büyümüş, şanslı bir çocuktum.

İstanbul’da, kapalı bir sinema salonunda seyrettiğim ilk film ise 1994 yapımı The Lion King‘di.

Çocukluğunuzun sinemaları nasıldı? Çocukken sıklıkla sinemaya gider miydiniz?

Evet, çocukken sıklıkla giderdim sinemaya. Çocukluğumun sinemaları, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam adlı romanında işaret ettiği “sinemadan çıkmış insan” hissini fazlaca yaşatan sinemalardı. Kapısı sokağa açılan sinemalardı bunlar. Bugün, bildiğiniz gibi, sinemalar alışveriş merkezlerinin içine sıkıştırılmış durumda. Şu an opera binası olan, Kadıköy’deki eski Süreyya Sineması, ihtişamlı kubbesiyle, duvarlarındaki resimleriyle, tavanı süsleyen harikulade freskleriyle muazzam bir sinemaydı; orada çok film seyrettim. Yine Kadıköy’de Broadway Sineması vardı (Artık yok, kapandı), oraya da sıklıkla giderdik. 1997 yılında çekilen, bizde 1998’de vizyona giren Titanic‘i Beyoğlu’ndaki Lale Sineması’nda izlemiştim ailemle. Bugün maalesef Lale Sineması da yok. İstanbul’daki pek çok sinema kapılarını birer birer kapattı. Bu durum beni çok üzüyor.

O dönemin sinema salonlarıyla bugünkü salonları karşılaştıracak olursanız, nasıl bir değişim görüyorsunuz?

Elbette, eski sinema salonları daha karakterliydi. Yukarıda bahsettiğim gibi, Süreyya Sineması’nın ya da Emek Sineması’nın estetiğini AVM sinemalarında göremezsiniz. Şimdiki sinema salonları tek tip ve hususiyetsiz. Seyirci de daha farklıydı eskiden. Günümüzde seyirciler cep telefonlarının ışığıyla salondakileri taciz etmekten çekinmiyor. Üstelik onları kibarca uyardığınızda da terbiyesizce üste çıkıyorlar. Bence okullarda “Sinemada film nasıl izlenir?” başlığıyla ders verilmeli. Bu eğitime ciddi anlamda ihtiyaç var. Sinemada birbiriyle konuşan, gürültü çıkararak bir şeyler yiyen, cep telefonlarıyla rahatsızlık yayan seyircinin değişmesi, saygılı davranmayı öğrenmesi gerek. İki yıl önce, Paris’teki Le Champo Sineması’nda Ingmar Bergman’ın Summer with Monika filmini izlemiştim. Bu sinemayı benim için unutulmaz kılacak bir durumla karşılaştım. Film bitmişti, kapanış jeneriği akıyordu. Salondan ayrılan seyircilerin fısıltıyla konuştuklarını gözlemledim. Fısıltıyla! O an, o seyirci kitlesine nasıl imrendiğimi tahmin edersiniz. Umarım ileride bizdeki seyircide de bu görgülü davranışlar (Le Champo’daki seyirciler kadar olmasa bile) olağanlaşır.

Sinema denilince aklınızda ilk canlanan nedir?

Sinema, gelmiş geçmiş en büyülü buluş bence. Halid Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah romanı, hayal-hakikat çatışmasını işler. Mai (mavi) hayalleri simgeler, siyah ise hakikati. Sinema bize maviyi ve siyahı ve tüm renkleri bütün çarpıcılığıyla gösteriyor. Beyazperdeden bize ulaşan renklerle, sinemanın bu dünyadan azade, bambaşka bir evreni olduğunu fark ediyoruz; başka hayatların çekiciliğine kapılıyoruz; özgürlüğün, büyük aşkların, zorluklardan sonra ulaşılan sonsuz mutluluğun, barışın, sadakatin, dürüst ve iyi insanların, uzaylıların, hayaletlerin varlığına inandırılıyoruz ve bu illüzyonları çok seviyoruz. Gerçek hayatta karşılaşamadığımız, karşılaşmayı beklediğimiz ne varsa onları sinemada seyrediyoruz. Sinemaya bu nedenle tutkuyla bağlanıyoruz.

Ne sıklıkla film seyredersiniz?

Hemen hemen her gün bir film seyrederim. Godard Makinesi‘ni yazarken günde üç dört film seyrediyordum. İzlediğim filmlerin çoğu Fransız Yeni Dalga filmleriydi.

Defalarca seyrettiğiniz bir film var mı?

Defalarca izlediğim epey film var. Aklıma ilk gelenler: Michael Curtiz’den Casablanca (1942), Jean-Luc Godard’dan À bout de Souffle (1960), Louis Malle’dan Les Amants (1958), François Truffaut’dan Les Quatre Cents Coups (1959), Stanley Kubrick’ten The Shining (1980), Alfred Hitchcock’tan Vertigo (1958), Jacques Demy’den Les Parapluies de Cherbourg (1964), Luis Bunuel’den Belle du Jour (1967), Giuseppe Tornatore’den Cinema Paradiso (1988), Woody Allen’dan Midnight in Paris (2011); Ömer Lütfi Akad’dan Vesikalı Yarim (1968), Yılmaz Güney’den Umut (1970), Zeki Demirkubuz’dan Kader (2006), Nuri Bilge Ceylan’dan Kış Uykusu (2014).

En çok hangi ortamda film seyredersiniz? Sinemada mı evde mi?

Mümkün olduğunca sinemaya gitmeye çalışıyorum. Filmleri beyazperdede seyretmenin zevki bambaşka çünkü. Fakat eski filmleri sinemalarda yakalama şansımız her zaman olmuyor. Eski filmleri çok sevdiğimden, haliyle evde de sıkça film izliyorum.

Festivalleri takip eder misiniz?

Festivalleri ilgiyle takip ediyorum. Fakat oğlum doğduğundan beri festival filmlerini festivalde görmem zorlaştı. Örneğin, Filmekimi programındaki Joker ve Pain and Glory filmlerini festivalde değil, vizyona girdiklerinde sinemada seyredebildim. Festival zamanlarındaki koşuşturmamı, bir filmden çıkıp diğerine yetişme telaşımı, günde üç (bazen dört) film birden seyretme zevkimi pek tabii özlüyorum. Utku biraz daha büyüdüğünde, festival seyirciliğime kaldığı yerden devam edeceğim.

Son zamanlarda ne tür filmler seyrediyorsunuz? Tür sineması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Son yıllarda en çok, yazdığım romanla alakalı olduğu için Fransız Yeni Dalga akımı kapsamındaki filmleri seyrettim. Tür sinemasını değil, auteur sinemasını önemli buluyorum. Türler çoğu zaman iç içe geçebiliyor. Yönetmen, kendine has bir sinema dili oluşturduysa benim için o kıymetlidir.

Film seçerken neye dikkat edersiniz? Popüler olmasına mı yönetmenine mi; hikâyesini okur musunuz?

Filmleri seçmemde sevdiğim yönetmenlerin ve oyuncuların etkisi büyük. Örneğin, çok sevdiğim oyuncu Isabelle Huppert hangi filmde rol alırsa alsın, merak eder ve seyrederim. Bir başka örnek, François Ozon’u çok seviyorum, onun her filmini heyecanla bekliyorum. Ozon da edebiyattan çokça beslenen, bana kalırsa Fransız Yeni Dalga akımını günümüzde devam ettiren bir yönetmen. Popülerlik, film seçmemde bir kriter değil. Filmleri izlemeden önce onlar hakkında yazılmış yazıları okumam, spoiler konusunda hassasım çünkü. Hatta çoğunlukla fragman dahi izlemem. Film kritiklerini filmleri izledikten sonra okuyorum, öylesi daha faydalı ve keyifli oluyor bana kalırsa.

En sevdiğiniz yönetmen kimdir?

En sevdiğim yönetmen, ilk romanımın adında ve sayfalarında adını andığım Jean-Luc Godard. Döneminin sinema kurallarını tamamen yıkmış. Godard bir dâhi, bir çılgın. Kavgacı, sivri dilli, kimseye müdanası yok. Agnes Varda, Godard hakkında şöyle diyor: “Onun adı Godard’dır. İstediğini yapmakta serbesttir. Ona kızılmaz.” Godard, iyi ki böyle. Çok uzun yaşasın ve tüm inadıyla, kavgasıyla, yenilik yapma tutkusuyla filmler çekmeyi sürdürsün dilerim.

Bizden, Nuri Bilge Ceylan’ı çok seviyorum. Ceylan’ın hem edebiyattan beslenmesini, hem de film estetiğini çok değerli buluyorum.

En sevdiğiniz film? Bu filmde sizi etkileyen nedir?

En sevdiğim iki film, ele aldıkları imkânsız aşk konusu itibarıyla benzeşiyorlar: Casablanca ve Vesikalı Yarim. Casablanca‘nın Ilsa ile Rick’ini ne denli çok seviyorsam, Vesikalı Yarim‘in Sabiha ile Halil’ini de o denli çok seviyorum. İki filmde de beni etkileyen şey, imkânsız aşkın çok güçlü biçimde, çok güçlü oyunculuklarla anlatılması.

En son hangi filmi seyrettiniz? Beğendiniz mi?

En son Pedro Almodovar’ın Pain and Glory adlı yeni filmini seyrettim. Çok beğendim. Almodovar, her zamanki gibi hikâyesini çok zarif işlemiş. Çocukluğun kırılganlığını anlattığı sahneleri özellikle sevdim. Antonio Banderas’ın oyunculuğu da çok iyiydi.

Seyretmek için sabırsızlandığınız bir film var mı?

Martin Scorsese’nin Robert de Niro’yu ve Al Pacino’yu yeniden buluşturduğu The Irishman‘ini merakla bekliyorum. Konusu nedeniyle ilgimi çeken Marriage Story, beklediğim filmlerden. Bir de favori yönetmenlerimden olan François Ozon’un Eté 84 adlı yeni filmi için sabırsızım.

Sizi en derinden etkileyen film sahnesi hangisi?

Öyle çok ki… Aklıma gelenleri sıralayayım: Casablanca ‘daki “Play it again, Sam.” sahnesi. Le Mépris‘in açılışındaki Brigitte Bardot’lu sevişme sahnesi. Cinema Paradiso filminin son sahnesi. La Dolce Vita filmindeki Trevi Çeşmesi sahnesi. Vertigo filminin son sahnesi. Dog Day Afternoon filminde Al Pacino’nun oynadığı banka soygunu sahnesi. Atonement filminin Dunkirk’te geçen beş dakikalık plan sekans sahnesi. Asghar Farhadi’nin A Separation‘ının açılış sahnesi. Manchester by the Sea filmindeki Lee Chandler karakterinin başından geçen elim olayı polis merkezinde anlattığı sahne. Umut filminin son sahnesi. Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki “elmanın yuvarlanışı” sahnesi. Masumiyet‘teki Haluk Bilginer’in uzun tiradı.

Sizin üzerinizde en çok iz bırakan karakter kimdir?

Coen Kardeşler’in Barton Fink adlı filmindeki Barton Fink karakteri. Ben de otel odalarına kapanıp yazmayı sevdiğimden, Barton Fink’te kendimden çok şey bulmuştum.

Kendi hayatınızla ilgili bir film yazacak olsanız nasıl bir hikâye anlatırdınız? Ortaya nasıl bir film çıkardı?

Godard Makinesi‘ni yazma sürecimi anlatırdım. Eğlenceli ve sancılı bir süreçti. İlk romanımı Paris’te yazarken, tıpkı Gil gibi ben de bu şehirde yaşamış yazarları sürekli düşündüğüm için Woody Allen’ın Midnight in Paris filmine çok benzeyen bir film çıkardı ortaya. Ama benim Midnight in Paris’imde 19. yüzyılın Fransız yazarları ve şairleri gün yüzüne çıkardı: Victor Hugo, Honoré de Balzac, Gustave Flaubert, Stendhal, Guy de Maupassant, Alexandre Dumas, Emile Zola, Alfred de Musset, George Sand, Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud, Paul Verlaine, Stéphane Mallarmé gibi.

Öyküleriniz ve romanınıza ilham veren bir film hiç oldu mu?

Yazdığım hemen hemen her hikâyede sinemadan beslendim. Örneğin Atlas ve Lale adlı hikâyemde François Truffaut’nun Antoine et Colette adlı kısa filmine göndermelerim var. İlk romanım Godard Makinesi baştan sona sinemaya bir saygı duruşu zaten.

Buradan ilk romanınız Godard Makinesi’ne geçmek istiyorum. Sinemayla yoğrulmuş bir roman fikri yazmak ilk ne zaman zihninizde şekillenmeye başladı?

Sinema, edebiyatla beraber en büyük iki tutkumdan biri. Fransız Yeni Dalga sinemasıyla üniversite yıllarımda tanımış ve izlediğim filmlerden epey etkilenmiştim. Çünkü Yeni Dalga yönetmenleri filmleriyle âdeta birer roman yazıyorlardı. Le camera-stylo, yani “kamera-kalem” anlayışı da yine bu akımın önemli bir anlayışıydı. Yönetmenler kameralarını birer kalem gibi kullanmışlar. Hepsinin kendine ait birer sinema dili var, “auteur sineması” yapıyorlar. Filmlerinde çok fazla roman ya da yazar göndermeleri bulunuyor. Les Quatre Cents Coups filminde görünen Balzac mesela, Antoine Doinel karakterinin Balzac hayranı olması… Jean-Luc Godard, bir röportajında gençken en büyük arzusunun bir roman yazıp onu Gallimard Yayınevi’nden yayımlatmak olduğunu söylüyor. Fransız Yeni Dalga sineması, edebiyatı yüceltmiş. Ben de ilk romanım Godard Makinesi ile Fransız Yeni Dalga sinemasını yüceltmeye çalıştım.

Romanımı yazmaya 2014’te başladım, beş yıllık yazma sürecinin sonunda Godard Makinesi okurla buluştu.

Şu an üzerininde çalıştığınız projelerde sinema yine büyük yer teşkil ediyor mu yoksa bu Godard Makinesi’ne özgü bir durum muydu?

Yeni romanımda da sinemadan izler bulmak mümkün olacak, özellikle biçimsel yönden. Fakat içerik bu defa çok farklı. Yeni romana dair daha fazla “spoiler” vermek istemem.

Sinema ve yönetmenlerin yanı sıra şiir ve şairler, yazar ve romanlar, gerçek kişiler ve olaylar sıklıkla romanda kendisine yer buluyor. Roman bir yanıyla da tutkulu bir aşk romanı. Hikayenizi kurgularken sinema perdesinde görmek gibi hayaliniz oldu mu?

Godard Makinesi‘nin filme uyarlanmaya çok müsait bir roman olduğunu düşünüyorum. Romanın ruhu seyirciye bütünüyle yansıtılabilecekse, Godard Makinesi‘ni beyazperdede seyretmeyi isterim elbette. Diğer taraftan, okura vermek istediğim duygunun seyirciye aktarılamaması riski de var. İkircikliyim bu konuda.

Kitaba ismini de ödünç veren Jean-Luc Godard ile Anna Karina arasındaki fırtınalı ilişki roman kahramanlarınız Cemşit ve Jülide’ye ilham oldu mu?

Elbette. Cemşit ve Jülide ilişkisi, biraz Godard-Karina ilişkisine, biraz Zeki Demirkubuz’un Kader filmindeki Bekir-Uğur ilişkisine ama en çok Stendhal’in Kırmızı ve Siyah romanındaki Julien Sorel-Madame de Rênal ilişkisine benziyor. Cemşit Somel’i kurgularken en çok Julien Sorel karakterinden etkilendim.

, , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir