Röportaj: Dilan Salkaya
Yönetmen Milko Lazarov filmlerinde doğa ve insanın ilişkisini etkileyici, fotoğrafik bir anlatımla odağa yerleştiriyor. 7. Uluslararası Boğaziçi Film Festivalinde “Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması” kategorisinde jüri üyesi de olan Lazarov’un ikinci uzun metrajlı filmi Ága (2018), festival kapsamında seyirciyle buluştu. Bulgaristan’ın Oscar aday adayı olarak da gösterilen film dünya festivallerinde kırkın üzerinde ödül aldı.
Milko Lazarov ile Ága filminin yapım sürecini, filmin minimal anlatımını ve yönetmenin sinemasının kodlarını konuştuk.
Filmlerinizde insan ve doğa ilişkisini şiirsel, fotoğrafik bir anlatımla görüyoruz. Otchuzhdenie’de (Alienation, 2013) bu ilişki daha parçalı ve sıralıydı. Gökyüzünün siyah beyaz görüntüsünden bir ultrason görüntüsüne geçiş vardı, bence muhteşem bir fikirdi. Ya da finalde ağlayan bebek ve çakan şimşekler üst üste bindirilmişti. Ága ise artık bu ilişkinin ulaştığı en üst nokta. Sinemanızda insan ve doğanın ilişkisine dair neler söylersiniz?
Bu ilişki insanı ya yok eder ya da yaşamın mevcut formunun sürmesini sağlar. İki yönlü bir ilişki olduğunu söyleyebilirim. Gözümüzü açıp gerçeklerle yüzleşmememiz gereken bir zamandayız. Sınırları aşmanın, doğanın bize verdiklerini fark etmenin zamanı. Ben doğaya karşı faşist duygular içerisinde değilim, “Taliban” değilim. Öte yandan bir doğa aktivisti de değilim. Yalnızca doğaya zarar vermeden, verdiği enerjinin farkında olarak yaşamaya, bir şeyleri sürdürmeye çalışıyorum. Belki klişe olacak ama örneğin bulaşıkları elde yıkamayı bıraktım çünkü suyun ne kadar israf edildiğini fark ettim. Bunlar belki küçük adımlar ama doğa ananın kaynaklarını korumak adına birikerek büyük bir adıma dönüşeceklerini düşünüyorum. Bir şeyleri adım adım yapmak benim felsefem aynı zamanda. Filmlerimde de bunu kullanıyorum. Öte yandan doğa ile ilişkim çocukluğuma dek dayanıyor.
Ága’nın ortaya çıkış fikrini sizden dinlemeyi çok isterim.
Fikrin ortaya çıkış anını gerçekten hatırlamıyorum. Ama bir anda ortaya çıkmadığını söyleyebilirim. Ben çocukken çok araştırmacı bir ruha sahiptim. Dünyanın kendisi beni büyülüyordu, doğaya karşı çok duygusal bir tarafım vardı. Komşu çocuklarla birlikte Kuzey Kutbu’nu ve Güney Kutbu’nu araştıran, keşfeden oyunlar oynardık. Kitaplarda kâşifleri okumuştuk ve oyunlarda Kuzey Kutbu’nu ilk keşfeden kişi olmaya çalışırdık. Ünlü kâşiflerden çok etkilenirdik. Dolayısıyla çocukluğumdan beri kutuplarla ve doğayla ilgiliydim aslında.
Ben ilk filminizde Aki Kaurismaki estetiğini, Bent Hamer mizacını çok yakaladım. Kuzey sineması sizi etkiler mi?
İkinci ismi hiç duymadım diyebilirim. Ama Kaurismaki’nin filmlerini izledim. Belki de Kuzey sinemasından etkilenmişimdir, bilemiyorum. Birçok şeyden etkileniyoruz film yapan kişiler olarak. Ama benim için doğayı gözlemek ve ondan etkilenmek daha güçlü bir durum.
Ága için çekim mekânı araştırmasının da bir keşif şeklinde gerçekleştiğini okumuştum. En son Sibirya bölgesinde karar kılmışsınız. Sebepleri nelerdi?
Filmi çekebileceğimiz en uygun yer Sibirya bölgesiydi. İlk olarak Kanada’yı denedik, sonra Grönland’a baktık ama lojistik sebeplerden ve yüksek bütçelerden dolayı uygun olmadı. Başka sebepler de ortaya çıktı tabii. Örneğin Kanada Nunavut’taki Eskimo topluluğu çok hassastı. Doğrudan söylemeseler de senaryoyu değiştirmek istediler ve yüksek bir ödeme yapmamızı beklediler. Müzakere sürecini durdurduk ve Sibirya’da karar kıldık.
Oyuncu seçiminde, özellikle köpeğin seçiminde zorlandınız mı? Yönetmen olarak bir hayvanla çalışmak nasıldı?
Oyuncu seçimi benim için kolay oldu. Nasıl oldu bilmiyorum ama bir şekilde doğru kişileri direkt buldum. Orada birkaç cast ajansıyla görüştük, başta her şey çok umutsuzdu. Biraz da komik bir süreçti. Örneğin Ága’yı oynayacak ana karakter için bir türlü kimseyi beğenemedim ve bana nasıl birini bulmayı beklediğimi sordular. Ben de Charles Bronson gibi birini beklediğimi söyledim. Görüşmeler bittikten iki saat sonra belediye binasında oturuyorduk. Birisi geldi ve kesinlikle Charles Bronson gibi görünüyordu! Kendi kendime dedim ki “Aman Allah’ım işte aradığım aktör, umarım belediye başkanı değildir.” (gülüşmeler) Öğrendim ki gerçekten bir aktörmüş ama seçimlere gecikmiş. Ve böylece Mikhail Aprosimov’u buldum. Köpeğin seçimi ise Yakutistan’ın şehir meydanında yapıldı. Elliden fazla köpek getirildi. Ben o sırada Sofya’daydım. Yapımcım Veselka Kiryakova’nın başarısı köpek seçimi -kendisine hayranlık duyuyorum-. Bana hangisini seçeceğimi sordu. Tercihimi söylediğimde “Evet, ben de onu seçtim zaten dedi”. Hector kesinlikle yıldız bir köpek. Bir “köpek-insan”la çalışmak istiyordum ve Hector’u bulduk, hayat bizi buluşturdu. Çekimler sırasında da hiç zorlanmadık.
Ága sizce neden bu kadar sevildi?
Bu filmi gerçekten insanların beğenmesini hedefleyerek yapmadık ve bunun üzerine hiç düşünüp konuşmadık. Çok yakın filozof arkadaşım Miley, filmini iki kişi sevse bile yeter demişti.
Bir söyleşinizde düşük bütçeyle bile iyi film yapılabileceğini, bir kameranın ve birkaç arkadaşın yeterli olduğunu söylüyorsunuz. Fikir ve mekân sizin için her şeyden önce mi gelir?
Kesinlikle. Bence film yapan herkes için öyle. Örneğin ilk filmim Alienation çok çok küçük bir bütçe ile yapıldı. Sinema tutkunuysan ve sana eşlik edecek arkadaşların varsa hiç paran olmasa bile film yapabilirsin, kahve ve sandviç yeterli.
Büyük ve bakir bir doğayla çalışınca insanın ister istemez senaryodan uzaklaşacağını düşünüyorum. Siz senaryoya ne kadar bağlı kalabildiniz?
Önsezileri olan bir yönetmenim ve bir mekânı gördüğümde mekân üzerine düşünmeye başlıyorum. Buraya ne koyabilirim, burayı nasıl değerlendirebilirim diye kafamda kurguluyorum. Yakutistan bölgesini ilk gördüğümde de böyle yaptım. Bu nedenle senaryoyu sürekli yeniden şekillendirmemiz gerekti. Hatta çekime saatler kala doğaya, örneğin ayıya göre senaryoda, diyaloglarda değişiklik yaptığımız oldu. Biraz da doğal hayat şekillendirdi filmi.
Filmi 35 mm çekmişsiniz. Yok olan insan, tükenen doğa, artık kullanılmayan bir film tekniği… Böyle bir ilişkiden söz edebilir miyiz? Yoksa 35 mm sadece filmin estetiğine mi katkı sundu?
Çoğu yönetmen eski teknolojiye dönmeyi sever. Tercih sebebimde bu teknolojinin yok oluyor olması önceliğim değildi. Bu biraz da filmdeki hikayeye bağlı aslında. Kimi filmler peliküle kimi filmler videoya daha uygundur. Ressamlar boyayı ve yüzeyi seçerler ya, bu da onun gibi. Estetik katkısı için 35 mm’yi tercih ettim. Film makaraları ile çalışmanın farklı bir disiplini ve süreci var. Bunu da önemsedim. Hikayeye uygun olduğunu düşündüm, minimal bir anlatıyı renklerin ve dokunun kuşatmasını istedim. Analog teknolojiyi teknoloji karşıtı bir aktivist gibi savunmuyorum tabii, bir sonraki filmim dijital olabilir.
“Dünyada kalan son aile” metaforu hem yok oluşla hem de yaratılışla ilgili aslında. Belki de son kalanlar bambaşka bir dünya türetecek.
Bu söylediğiniz “her şey”le ilgili aslında. Çok doğru, Ága’daki ailenin benim için dünyada kalan son aile olduğu metaforu yok oluşla alakalı. Tek bir insanın bile dünyaya nasıl etki edebileceğini gösterdim. Her bir insan bu etki gücüne sahip. Kıyamet öncesi dünyada kalan son şeyi göstermeyi amaçladım.
Kıyamet yakın mı?
Bilmiyorum. Bu korku her zaman var. Bizler her gün, her yeni gün kendi kıyametlerimizi yaratıyoruz.
1994 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü’nde lisansını tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yeni medya ve çocuk alanında yüksek lisansına devam etti. Fil’m Hafızası, Sinema Terspektif, Berfin Bahar, Hayal Perdesi gibi farklı basılı ve online mecralarda sinema üzerine yazıları yayınlandı. art-his.com’da sanat üzerine üretim yaparken, Mayıs 2019’dan bu yana Arter’in Öğrenme Programı’nı oluşturan ekiple birlikte çalışıyor.