Konuk Yazar: İbrahim Altunkes
Tutkunun özgünlüğü vazgeçilmez ve doğaldır. Tüm doğallığını kısmi yankılanışından bulur. Gerçekleşmesi yolunda gösterdiğimiz tüm çabanın kısmilik yönüne evrilmesi; amacın gerçekleşmesi halinde tüm taraflarıyla tutkunun bitimini temsil eder. Bu bitiş çizgisinin ardından geri kalan -üzerine konuşulan ve konuşulabilecek- her şey boştur.
Eric Rohmer’ın Le genou de Claire filmi tutkunun karmaşıklığıyla veya özgünlüğüyle ilgili sahip olabileceğimiz tüm edinimin kısmi olarak kalacağını, yalnızca yüksek mertebedeki ‘denklerine’ değil; tüm sadeliğiyle hayata aktarılabileceğinin en iyi örneklerinden. Rohmer’ın bir genel anlayış gözlüğü ile bakıldığında, küçümsenmesi gereken ne varsa onu büyüterek karşımıza çıkarma kararlılığının asıl nedeni tam da bu tutkunu olduğu noktada yani kısmi irdeleme tekniğinde yatıyor.
Her tutku deviniminin doğal olması gerektiğini veya seçim kastının rastgele oluştuğunun vurgulandığı nokta; filmin en başında Jerome karakterinin kendini sevk edebileceği sade bir tutku arayışında göstererek nihai olarak veriliyor. Yani yansıtılmak istenilen asıl temel; filmin aşama aşama ilerlemeyeceği, aksine sonu başından belli bir hikâyenin gösterge noktasında sadelik yolundan hiç şaşmadan fakat aynı zamanda dolambaçlı bir yoldan verileceğidir. Ahlaki izdüşümün; filme, nahoş olmayan simgelerle çizme gayreti, algının sivrilen noktalara kaydırılmak istenmeyişin işareti olarak pek tabii gösterilebilir. Peki filmin hem hikaye hem de sadelik bazlı teknik çiziminden yalnızca yukarıdaki bir iki prensip üzerine kurulu olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır! Tekil gösterimlerle veya küçük benzeşmezlikler dışında kasıtlı olarak bir parçayı kucaklayabilen çoğunlukların yansıtılmış olması yukarıdaki eksiliği kapatma noktasındaki en büyük yama diyebiliriz rahatlıkla. Karakter çizimlerinin, derinlemesine veya yüzeysel biçimde dengelenişini de filmin karakterler üzerindeki tonlarının aynı seviyede olmadığını bir derecelendirme harikası olarak bize sunuyor.
Claire’nın Jerome’a göre daha basit ve çözülebilir olduğunu filmin en başından rahatlıkla kanıksıyoruz. Fakat bu kanıksayış yoğunluk olarak da aynı durumu beklememizden dolayı bizi ters köşe yapıyor. Aurora karakterinin yansıtılışı Claire’ya oranla daha yüzeysel fakat yoğun olarak yer buluyor. Aslında bu kastı, yukarıda bahsettiğim tonlamanın, izleyicinin gözünden kaçmaması için yaptığını söyleyebiliriz ama bu Eric Rohmer’ın ne kadar umurunda onu bu rahatlıkla söyleyemeyiz. O yüzden bu noktada bir kesinlik bildirimi yapmak zor.
Tutku göstergesinin adım adım nihayete ulaşma serüveni, izleyicinin serbest kalma dürtüsünü yerle bir etmese de bu dürtüye rahat vermiyor hiçbir zaman. Hareketsizlik yerleşkesinin biçimsel olarak yer yer kendini göstermesi de rahatsız edici zehrinin karşısına verilmiş bir panzehir adeta. Bazı noktaların ucunun bulunamaması ve yine panzehir dürtüsüyle bazı kopuklukların varoluş dayanakları ise bize Rohmer’ın hiçbir şey söylemeden her şeyi gösterme isteğiyle açıklanabilir.
Kısacası Rohmer tüm bu küçük işe yaramaz gibi görünen oyunların arkasında bize ruhsal dünyanın kapılarının asla ama asla ardına kadar açılamayacağını; görüp görebileceğimiz, onun da bize gösterebileceği tek şeyin kısmi kompozisyonlar olduğunu söyler.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.
Bi kaç kez okuduktan sonra tam olarak anlayabildim ama bu izlediğimiz filmler gerçek hayatta ne işimize yarayacak? diye soranlara cevabım bu olur sanırım. Kaleminize sağlık.