Fotoğraflar: İlayda Bıyıklı
Korhan Gümüş: “Piyasa Sinemanın Mezarlığıdır”
Beyoğlu Sineması’nı, Beyoğlu’nu, sinema salonlarını ve alışveriş merkezlerini, AVM sinemalarını ve bunların yeni kent sosyolojisini nasıl etkilediğini konuşarak başlayalım isterseniz söyleşimize.
İlk önce başlığı açalım: Piyasa koşulları sanat ve sinema eserlerinin paylaşılması, değer kazanması için anlamlı. Ama yeterli değil. Kamu politikalarının yokluğu önemli bir sorun. Sinema alanı yalnızca piyasa koşullarına terk edilemez. Terk edildiği takdirde, yaşayamaz. Oysa çoğu zaman bir politik tercih gibi gösteriliyor bu mesele. Dönemsel olarak Beyoğlu’na verilen değerler değişiyor. Beyoğlu, kimine göre kozmopolit İstanbul hayatını yansıtıyor. Onlar için Beyoğlu’nun kimliği, değiştirilmesi gereken bir şey, bir değeri yok. Yakın tarihte görünüşte bugünkü iktidar Beyoğlu’nda özel bir strateji uygulamıştı. Güya buradaki hayat tarzını koruyacağını, müdahale etmeyeceğini göstermek istemişti. Şimdi ise artık buna ihtiyacı kalmadı. Bu yüzden artık Beyoğlu’nda kendi tasarladığı yaşam biçimini dayatıyor. Kimlik çeşitliliğine dayanan bir ortamı yok edip tek düze, yalnızca yeni zenginleşen sınıfların yerleştiği bir yer yapmak istiyor. Meselenin algılanış biçimi böyle. Ben bu yaklaşımı anlıyorum ve yaşananlarda bir payının da olduğunu kabul ediyorum. Ancak burada politik alan çok merkeziyetçi bir yaklaşıma yöneliyor. Oysa bir alternatif yaratmak için konuya özgü politikalara da ihtiyaç var.
Bu nedenle sinema alanında bir tercihten öte burada bir başarısızlık, yetersizlik meselesinin olduğunu düşünüyorum. Yani politik bir tercih olarak “Beyoğlu bitiriliyor, kültür kurumlarına, küçük işletmelere yaşam hakkı tanınmıyor değerlendirmesinin ötesinde – ki bunun haklılık payı var, ama bunu söylemek yeterli değil – yönetimden kimsenin de ne yaptığını bilmediğini düşünüyorum. Konuya biraz tersten bakalım, Koruma Kurulu da ne yaptığını bilmiyor. Bizim görüşlerini çokça paylaşacağımız insanlardan oluşan Beyoğlu’nu Koruma Kurulu’nun da burayı nasıl yöneteceği ile ilgili hiçbir fikri yok. Sadece önüne gelen projelere bakıyor, kendi inisiyatifi ile kararlar veriyor. Tam Beyoğlu Sineması’nın bulunduğu binanın karşısında İl Kültür Müdürlüğü var, Eski Köçeyan Konağı’na yani Atlas Sineması’nın hemen üstüne taşındı. Bana kalırsa onların da Beyoğlu’nun geleceği hakkında bir fikri yok. Bizler genellikle olaylar olduktan ve geliştikten sonra konuşuyoruz, tıpkı “eko” yapar gibi. Bizim olayları fark etmemiz ve bunlar hakkında konuşmaya başlamamız, zaten var olan bir şeyin oluş aşamasını gelişme aşamasına, hatta sonuç aşamasına tamamladıktan, iş işten geçtikten sonra başlıyor. Oysaki daha bunlar ortaya çıkmadan önce 90’lı yıllarda alternatif bir hareket olabileceği görüldü. Yani Beyoğlu’nun yönetimi için buradaki kültür kurumları, o zaman filantropi alanına çok yatırım yapılıyordu, İstanbul Modern henüz daha yok ama kültür konusunda çeşitli girişimler falan vardı, İKSV bunun öncülüğünü yapıyordu festivaller ve bienallerle birlikte. Dolayısıyla şehirdeki kültür merkezlerinin de burada olmasından dolayı, aslında bir alternatif gerçekleştirme imkanı vardı. Fakat bu süreç doğru yönetilemedi ve boşa aktı ve piyasa odaklı bir dönüşüm gerçekleşti. Yani bugün Beyoğlu’nda karşımıza çıkan tablo bilinçli bir tercih değil yapılması mümkün olan şeylerin yapılmadığını gösteren bir sonuç.
Peki, karşımıza çıkan bu tablo için, neo-liberal politikaların kaçınılmaz bir sonucu olduğu ve bunun başka bir alternatifinin olmadığı söylenebilir mi?
Ama kim bunun öznesi? Neo-liberal politikanın öznesi kim? Asıl mesele bu. Siyasetçinin bir özne olmadığını biliyoruz artık. Siyasetçi bir ara yüz. Yani siyasetçi aslında arkasında örgütlenmiş kurumsal işleyişlerin bir ara yüzünü oluşturuyor. Bizim gördüğümüz siyasetçi bütün bu sahilleri dönüştürürken, buradaki proje kararlarını verirken – Tarlabaşı projesi gibi, Emek Sineması projesi gibi – kendisi kararları veriyormuş gibi gözüküyor ama kararları aslında kendisi vermiyor. Dolayısıyla bu bir durum gösteriyor bize: Kimler daha güçlü bir temsil imkanı buluyor, kimler temsil edilemiyor / temsil dışı kalıyor? Bu temsil dışı kalanların kimler olduğuna baktığımız zaman bunların siyasi dönemlere göre değişkenlik gösterdiğini görürüz. Bir takım insanlar temsil alanına çıkarken bir takım insanlar temsil alanından düşüyorlar. Ben de demek istiyorum ki, aslında bunda bir farklılık yok, bu devam ediyor. Cumhuriyet döneminde de böyle oldu, bugün de böyle oluyor. Temsil alanındaki aktörler değişince biz politika değişiyor zannediyoruz ama temsil sahnesi hiç değişmedi, hep aynı. Birileri geliyor birileri gidiyor, gelen kent sahnesinden bir diğerini indirince kendisi aynı şeyi yapmaya başlıyor. Bunda bir değişiklik yok. Buradan Hristiyan nüfus zorla gönderilirken de birileri yaptı, mallarına el koyarken de birileri yaptı, bugün de aynı şey oluyor. Tarih açısından baktığımızda herhangi bir değişiklik olmadığını görebiliriz. Ama başka türlü olabilirdi. Çünkü temsil alanındaki yer değiştirmeler, iktidar hakimiyet biçimleri aslında yaygın bir kesime hiçbir şey vaat etmiyor. Onları burada otellerde bulaşıkçı, inşaatlarda amele yapıyor. Bu tutumun kazandıracağı hiçbir şey yok. Spekülatörler bir alana giriyorlar, para kazanıyorlar ve gidiyorlar. Orada bulunan emlak sahiplerinin bir kısmı zengin oluyor bir kısmı daha fazla para elde ediyor, geçici bir zenginlik oluyor ama kalıcı bir zenginlik olmuyor. Paralar el değiştiriyor, spekülasyon oluyor, emlak sahipleri diyelim ki ucuza aldıkları malı satıyorlar ve gidiyorlar ya da kiraya veriyorlar fakat burada yaşayan insanların hayatları değişmiyor, iyileşmiyor. Ne olacak yani bu insanlar? Emek Sineması’nın kapısında bekçi mi olacak, temizlikçi mi olacak? Asıl bu tip kültür sanat kurumlarının bu şehrin halkına başka bir şey sunması gerekirken, Türkiye’de, özellikle buradaki kültür kurumlarının filantropi alanına sıkışmış olması ve hiç seslerinin çıkmaması çok çarpıcı bir şey. Düşünün dünya çapında ses getiren bienaller bu semtte düzenleniyor, İstanbul Modern ilk burada açıldı; muazzam bir dönüşüm yaşandı ama sanat sanki 19. yüzyıldaki gibi neo-klasik bir süsleme faaliyeti gibi kenarda ve izole edilmiş olarak kalıyor. Halbuki olayın kendisini ilgilendiriyor. Burada Türkiye’nin en eski mimarlık okulu var, askeri okullarda burada sayılır, teknik üniversiteler vesaire… Akademi var yani. En eski mimarlık okulunun çevresinde bir değişim yaşanıyor ve sanki bu okuldakiler bundan habersizmiş gibi. Dönüşümün nasıl olması ile ilgili bir fikirleri yok. Bu karşımıza çıkan şeye “kamu” diyebilir miyiz artık? Yani kamu dediğimiz şey, aktörlerinin oradan da bize bir pay versinler tavrına bürünüyor. Özel alanlarmış gibi davranılıyor fakat buralar kamusal alan ve politika geliştirmek gerekiyor. Yani şehrin müşterek alanı vizyonsuz bırakılmış, kurutulmuş durumda. Ortada bir vizyon eksikliği var. Hiç kimsenin ortak müşterek alan hakkında bir fikri yok. Burada en eski şehircilik ve mimarlık kurumu var, burada onca kültür kurumu var ama hepsi izole olmuş vaziyette. Aman sesimiz çıkmasıncılar. Yahu sen iktidar ile kavga edecek onunla hesaplaşacak, çatışacak değilsin. Tam tersine farklı bir başarı hikayesinin olabileceğini göstereceksin. Yani kültür kurumlarından beklenen yalnızca itiraz etmeleri değil. Tam tersine itiraz etmek birçok şeyi değiştirmiyor. Emek Sineması ile ilgili yapılan itirazlar, Narmanlı Han ile ilgili yapılan itirazlar projeleri durdurttu kaç kere. Ben bunu hep söylüyorum: Mesela 96 yıllında Taksim’deki Kışla’nın mimarı Emek Sineması’nı ve Narmanlı Hanı elektrikçi çarşısı, apartman falan yapıyordu; ilk akla gelecek şeyi yapıyordu. O zamanlar durdurttuk aradan 20 sene geçti, 20 senede ne değişti? O 20 sene boyunca yapılan çabalar niye boşa gitti? Kültür kurumlarının kamuoyunu aydınlatmak gibi bir görevleri var. Yani bu tarz süreçleri basitçe itiraz ederek; örneğin “Emek Sineması’nın yıkılmasına karşıyız, Narmanlı Hanı’nın yıkılmasına karşıyız” şeklindeki itirazların gerekli ama yetersiz olduğunu görüyoruz. Bu tarz itirazlarla bu süreci dönüştüremiyorsunuz. Tam tersine bu karşı çıkışın ötesine geçecek bir durum yaratmak gerekiyor. Beyoğlu’nda herkesin kabul edebileceği, özellikle gençlerin, burada iş sahibi olacak insanların, şehrin, hatta başka şehirlerin örnek alabileceği bir yönetim modeli uygulamak gerekiyor. Bunun yerine bizler, kültür kurumlarının hayata hiç temas etmedikleri bir Beyoğlu’nda yaşıyoruz. Beyoğlu’nda kültür misyonları var; Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü, Fransız Kültür Merkezi, İtalyan Kültür Merkezi, Alman Kültür Merkezi, Hollanda Araştırma Enstitüsü, Goethe-Institut vesaire var. Yani Beyoğlu’nda müthiş uluslararası şebeke var, bütün Avrupa ile bağları kurabilecek kurumlar burada, bunlar zaten şehrin kültür hayatına katılıyorlar, ama bunlar devlet kurumu. Ve bu devlet kurumunun yöneticileri nasıl seçiliyor biliyor musunuz? Bir devlet memuru atanmıyor Kültür Bakanlığı’ndan, ya da İçişleri Bakanlığı’ndan ve Dışişleri Bakanlığı’ndan. Kendi projesini teklif eden bir akademisyen seçiliyor ve o yönetiyor. Buradaki kültür müdürü nasıl atanıyor ve ne yapıyor bunu bilmiyoruz. Buradaki kültür müdürünün yerel yönetimle ilişkisi nedir, nasıl bir katılım vizyonu vardır, neleri hedeflemektedir vesaire bunları bilmiyoruz. Şimdi sinemaya geldiğimiz zaman da bunların bir çeşit destekçileri olduğunu biliyoruz. Kültür Bakanlığı güya çeşitli destekler veriyor sinema eserlerinin üretimine. Arada da iyi şeyler oluyor yani olmuyor değil. Fakat tarihi şehir merkezlerinde yer alan, alışveriş merkezlerinin içerisinde olmayan, sırf kültür üreten kurumlar, sinema salonları gibi kültür alanları, kültür mekanlarının ayakta kalma şartları nedir? Eğer sinema salonu bir AVM’nin içerisinde yer alıyorsa, bu salonlar alışveriş merkezlerine uygun bir biçimde daha cazip hale getirilip alışveriş merkezlerinin içerisinde bulunan diğer fonksiyonların da sinema faaliyetlerini destekleyeceği bir yapıda kuruluyor. Yani sinema salonunun orada bulunması alışveriş merkezinin işine yarayan bir araca dönüşüyor. Beyoğlu’nu da bir bütün olarak düşünürsek, Beyoğlu’nda bulunan bir sokak sinemasının tek başına bir anlamı yok. Bu sinema salonu bu şehrin bir dokusunu oluşturuyor yalnızca. Peki, böyle bir alanı, sırf kültür işlevli bir alanı kamu yönetimleri ne kadar destekliyor ben onu merak ediyorum. Mesela Fransa’daki en merkezi iç yönetim modellerinden biri, Fransa’da yerel yönetimler bu tip kurumlara destek veriyor. Destek de şu şekilde oluyor: Proje desteği veriliyor. İKSV gibi bir kurum şehirde sinema festival düzenliyor, bunu zaten belediye destekliyor, belediye buradan bu tip sinema salonlarına pay ayırıyor. Ayrıca bu kurumlar her birinin kendi tüzel kişiliği olduğu için ayrı bir STK gibi çalışıyorlar ve kamu hayatına kendi projelerini sunabiliyorlar ve destek alıyorlar. Yani böyle bir küme içerisinde sinema salonun tek başına ticari bir fonksiyon olarak yaşaması mümkün değil. Sinemadan bizlerin tek beklentisi insanları eğlendirmek midir? Hayır değildir. Sinema da tıpkı diğer sanat faaliyetleri gibi toplumsal yapının ayrılmaz bir temsil alanını oluşturuyor. Yani insanların kendi gelecekleri üzerinde söz sahibi olabilmesi, kendi geçmişleri ile yüzleşebilmeleri, kendi sosyal sorunları ve eşitsizlikleri ile, kadın-erkek problemleri ile yüzleşebilmeleri için çok önemli bir rolü var. Ve sanat faaliyetlerini kamu yönetimleri desteklemek zorunda çünkü bu bir anayasal zorunluluk. Bunu piyasaya bıraktığınız anda kilo ile sanat olmaz, metre ile sanat satılamaz. Sanat ihtiyacı ticari bir şey değildir yaşamsal bir ihtiyaçtır, bu yaşamsal ihtiyacı da kamu yönetimlerinin yerine getirmek için çalışmalar yapması gerekir. Hatta dünyanın en eski sinemalarından biri olan Strasbourg’daki Odyssée sinemasının binasını kamu yönetimleri ücretsiz olarak tedarik etmiştir. Bir başka örnek olarak, Antwerp’te Jan Fabre isimli bir tiyatrocuya şehrin merkezinde kocaman bir tarihi yapı verilmiş ve bu tiyatrocu da bu binayı kendisine çıkar sağlamak için değil; tam tersine gençleri yetiştirmek, şehrin uluslararası kültür projelerine katılmasını sağlamak, Avignon projelerinde yer alacak projeleri hayata geçirmek için kullanıyor. Yani, orası bir üniversite gibi çalışıyor. Avrupa’da özel sektör kamu gibi çalışırken, Türkiye’de kamu, özel sektör gibi çalışıyor.
Beyoğlu Sineması ile ilgili ironik bir durum da var. Kültür Bakanlığı sanat filmlerine fon sağlamak amacıyla milyonlarca para veriyor, fakat AVM sinemaları bu filmlerin hiçbirini göstermiyor; çünkü bu filmlerden kar edemiyorlar. Beyoğlu Sineması ise sadece sanat filmi gösteriyor. Yani, Kültür Bakanlığı’nın fon verdiği filmleri aslında sadece burada Rexx’te ve Atlas’ta izleyebiliyoruz. Sizce neden Kültür Bakanlığı bu filmlere destek verirken, bu filmleri seyirciyle buluşturan sinema salonlarına destek vermiyor?
Bu, paternalist sistemden kaynaklanıyor. Ortada bir anlaşma var. Bu anlaşmaya göre, kamu size bir şey veriyorsa, karşılığında sizden itaat, sessizlik istiyor. Kamunun kimseye para vermediğini düşünemeyiz. Örneğin; İstiklal Caddesi’ne taş döşeme projesi 50 milyonluk bir bütçeyle başladı, ama şu an 70 milyonu geçecek gibi görünüyor. Yani, bir üniversite kuracak kadar parayı kamu şu anda taş kaplama işine veriyor ve bu işi on sene içinde üçüncü kez yapıyor. Dolayısıyla kamu, aktörlere para vermiyor değil; sadece para verdiği aktörlerin tümü müteahhitler. Kamunun para vermediği şey fikir üretimidir, çünkü fikir üretiminin doğasında yer alan bağımsızlığı kabul etmiyor kamu. Müteahhitlik işini pekala ihaleye açabiliyor, ama Taksim’in nasıl olacağına dair bir fikri açıkça tartışmak istemiyor. Onu mutlaka kendi kontrolü altında yapmak istiyor. Aynı şey sinema için de geçerli. Kamunun sinema, bienal, festival gibi oluşumlara karşı bir dışlayıcılığı, hatta bir düşmanlığı var. Burada sinemaların olmasını istemiyor, çünkü sinema salonları bağımsız alanlardır. Bu nedenle de kamu yönetiminin kendi iktidarını tesis etmesini engellerler. Kamuyu böyle anonim bir kalıp etrafında kurgulayamayız. Kamu çoklu bir ortama açılırsa, fikir sorgulanırsa, şehirciliğe sanat yoluyla bakabilirsek Beyoğlu’nun geleceği konusunda daha iyi adımlar atabiliriz. İşte o zaman, insanlar nasıl bir gelecek planladıklarını, şehrin nasıl dönüşeceğini, kıyıların nasıl olacağını konuşmaya başlayacaklardır. O zaman kamunun patronajı ortadan kalkacak ve kamu, gerçekten kamusal bir görevi yerine getirecektir. Kamunun sanattan niye hoşlanmadığını anlayabiliyorum, çünkü sanatla kendi hakimiyetini ters orantılı görüyor.
Beyoğlu Sineması’nı kurtarmak için birtakım çalışmalar yürütüldü ve şu anda bir noktaya gelindi. Sizce bu çalışmalar Beyoğlu Sineması’nı kurtarır mı?
Beyoğlu Sineması’nı kurtaracak olan şey işbirliğidir. Ancak bu şekilde mevcut durum tersine dönebilir. Zaten Beyoğlu geçmişte de böyle canlanmıştı. 6-7 Eylül felaketini yaşadıktan sonra 1950’lerde burası bütün azınlık nüfusunu kaybetmiş durumdaydı. Buna karşın ticarete uzak durup yaratıcılık alanında çalışan kültür insanları Beyoğlu’nu terk etmediler ve buraya değer katarak özellikle Narmanlı Han’ı ve Kamondo Han’ı bir sanat merkezi haline getirmişler. Böylelikle Beyoğlu bir anda tekrardan kültür merkezi hüviyeti kazanmış. Bugün bu bir kez daha gerçekleşebilir ve bu, bir sinema salonundan başlayabilir. Bunun için öncelikle kamunun desteğinin alınması gerek. Bu destek alınırken de patronaj ilişkisi içinde olunmamalı. Durum, kamuoyuna çok iyi anlatılmalı. “Benim özgürlüğüm, sizin özgürlüğünüzdür,” denilebilmeli. Zaten kamudan destek almak için bütün kurumlar takla atıyorlar. Başta müteahhitler olmak üzere Türkiye’deki güçlü kurumların ve vakıfların hepsi bu ilişki biçimini benimsemiş durumda. Hatta vakıflar, kamu yönetiminin bir uzantısına dönüşmüşler. Örneğin, bir ara Gezi’yi Trafik Vafkı kullanıyor, oraya her gün park eden 5000 tane otomobilden para alıyordu. Demek ki kamu alanını vakıflar kullanabiliyor. Peki, o zaman İstiklal Caddesi’ne yatırılan paranın onda biri neden sinema salonlarına verilmesin? Tabii bu parayı Beyoğlu Sineması tek başına isteyemez. Bunu tek başına istediği takdirde diğerleri gibi davranmış olur. Bu nedenle, bunun bir vizyon haline getirilip hep birlikte söylenmesi gerek. Fosil bir şehir olan Venedik’te kültür kurumlarına en büyük katkıyı belediye yapıyor. Venedik Belediyesi İstiklal Caddesi’ne harcanan para kadar bir bütçeyi her sene Bienal’e ayırıyor. Peki, Beyoğlu’ndaki bienali kim yapıyor? Hayırseverler yapıyor. Niye belediye yapmıyor, niye belediye para ayırmıyor? Kültür A.Ş.’nin bütçesi İKSV’nin bütçesinin en az dört-beş katıdır. Bu durumda bizim paralarımızla elde ettiği geliri Kültür A.Ş. doğru kullanmıyor demektir. Sürekli süslü süslü kitaplar basıp İstiklal Caddesi’nin taşlarını değiştirmek dışında bir çalışma yok ortada.
Beyoğlu Sineması’nın bunu kamuya anlatması lazım. Yani, amaç burasının tek başına yaşaması değil; herkesin kendi geleceğini özgürleştireceği, enerjisini katabileceği bir durumun yaratılması olmalı. Bunun için de kamunun taşlara ayırdığı para kadar kültüre de para ayırması gerek Beyoğlu’nda. Kamu sadece çöp toplamak, maaş ödemek için mi vergi topluyor? Hayır. Bence kültür en önemli alanlardan biri ve Beyoğlu Sineması da bütün kültür kurumları gibi kendi projesini hazırlayıp bir hakemlik mekanizmasıyla bunu kamuya iletmeli. Kamudan yardım isteyerek bir başvuru yapmamalı. Bu ilişkiyi paternalist değil, bağımsız hakemlik mekanizması üzerinden yürütmeli. Bu olmadığı taktirde, karar kamu yöneticisinin kendi siyasi tercihine bırakılır. Bu nedenle, bir hakemlik müessesesinin oluşması çok önemli. Kamu, topladığı vergilerden kültür kurumlarına destek vermeli. Başka çare yok. Beyoğlu Sineması şu anda zarar etmese, kapanma tehlikesi altında olmasa dahi bence yetmez; çünkü amaç, insanların burada sadece bilet alıp film izlemesi olmamalı. Beyoğlu Sineması’nın şehrin kültürel hayatında ele alabileceği çok farklı şeyler vardır mutlaka. Örneğin; çevre sorunları üzerine, kültürel mirası üzerine bir sinema salonu olarak katkı sağlayabilir. Burada bir şehir festivaline, bir sinema festivaline katkı sağlanabilir. Beyoğlu Sineması’nı bildiğimiz, statik manada bir sinema salonu gibi düşünmemek lazım. Etkinlik temelli bir kurum olarak düşünülmeli. Ben bunun örneklerini gördüğüm için burada da bu modelin uygulanabileceğini düşünüyorum. İstanbul gibi çok büyük imkanları, potansiyeli ve genç nüfusu olan bir şehrin, benzer şeyler bu tip dinamiklere sahip olmayan şehirlerde bile yapılırken bunu yapamaması söz konusu olamaz. İstanbul’dan çok daha küçük şehirlerde sinema salonlarının proje üreterek şehrin hayatını zenginleştirdiğini ve böylece destek aldığını gözlerimle gördüm. Bu, Beyoğlu’nda da çok rahat yapılır; çünkü burada daha fazla imkan var, burası çok zengin bir yer. Eğer bu başarılabilirse, hani insanlar Beyoğlu’na gelmiyor deniyor ya, işte o zaman Beyoğlu Sineması tam tersine bir mıknatısa dönüşür. Bunun için de daha fazla destek verilmesi gerek. Tabii ki kamu, hibe şeklinde parayı verirken bunun karşılığını ister; çünkü bu onun politik sorumluluğudur. Bu nedenle, verdiği desteğin nasıl etkiler yaratacağını gözlemlemesi gerekir. İşte başarılı bir kültür yönetimi böyle olur.
Fransa’nın her sene farklı bir yerde yapılan bir yerel kültür yöneticileri toplantısı (Direction Régionale Artistique) vardır. Bunların birisi İstanbul’da oldu ve bütün direktörler burada toplandı. Bu direktörlerin her biri başka bir bölgenin kültür yöneticisi konumundadır ve bunlar merkezi yönetimin atadığı insanlar değillerdir. Hepsi birer kültür insanıdır. Hepsi bulundukları pozisyona gönüllü olarak başvurur ve seçilerek gelirler, bürokrat olarak atanmazlar. Bu insanların yaptığı şey, indikatörleri karşılaştırmak ve diagnostikleri çıkarmaktır. Bulundukları bölgedeki hayatı kültür yoluyla nasıl iyileştirebileceklerine bakarlar. Beyoğlu’nda bunu kamu adına yapan hangi kurum var? Bir İl Kültür Müdürü var, ama bu müdürlük herhangi bir İstanbul ilçesindeki tarım ve hayvancılık müdürlüğü veya emniyet müdürlüğü gibi bir müdürlükten ibaret. Peki, o zaman ben merak ediyorum; buradaki kültür müdürü kim? Kültürü kim yönetiyor Beyoğlu’nda? Burada kültür yönetiminden kim sorumlu ve harcadığı bütçe nedir? O bütçenin sonuçları nedir? Sinemaların yaşamasını istiyorsak, o bütçelerle sinemalarda hangi projelerin yapıldığını bilmemiz gerek. İstanbul Film Festivali ve onun türevi, alternatifi olan bir dolu etkinliğe yönetimin sağladığı imkanlar nelerdir? Bunu vergi veren bir vatandaş olarak ben bilmek istiyorum. Sinemaya geldiğim zaman benden vergi alınıyor. Satın aldığım biletten kültüre para ödüyorum ben. Demek ki kültür faaliyetlerine bir bütçe ayrılıyor. Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Kültür A.Ş.’nin acayip büyük bir bütçesi var. O bütçe nasıl kullanılıyor bilmiyorum, ama en azından Beyoğlu’ndakini bilebilsek… Sinemalara ne kadar ve nasıl destek veriliyor, bilmek istiyorum. Buna karşılık bakan ve sinemacıların toplantı yaptığını biliyorum. Bu toplantılardan sonra birçok şey iyileşiyor; fakat bu, her koyun kendi bacağından asılır modeli direkt bir ilişkidir. Herkes bakanın kolundan yakalayıp bir şey istiyor, ama bu ilişki bir vizyon etrafında şekillenmiyor. Beyoğlu’ndaki sinema sanatının nasıl yaşayacağına dair bütün kültür bakanları harika laflar ediyor, ama yaptıkları şey bire bir ilişkinin ötesine geçemiyor. Falanca bizim dostumuzdur, ona destek verelim… Ama bir hakemlik mekanizması yok. Yani, kültürel alanı bir futbol maçına benzetirsek, durum şudur: Siz bir maç izlemek istiyorsunuz. Maçın olması için önce hakemin olması gerekir. İşte burada hakemler oyuncu, oyuncular ise hakem olmuşlar. Maçın olup olmayacağına, ne zaman başlayacağına, nerede olacağına onlar karar veriyor. Sizin maçı izleme imkanınız kalmıyor. Bir maç olup bitiyor ve size de sonuçları yansıyor. Burada kamuoyuyla ilişkilerde bir tuhaflık var. Türkiye’nin kamu sahası ile sivil sahası arasında ahbap-çavuş ilişkisi egemen durumda. Sinemacılara ve sanatçılara kültür bakanları çok hürmet ediyorlar, saygıyı esirgemiyorlar – ki bu çok iyi bir şey – fakat onun arkasında ikiyüzlü bir durum var olmaya devam ediyor; çünkü sadece doğrudan erişimi olanlara destek veriliyor. Yeni sanatçılara, kayıttan silinmişlere, alternatiflere, yeni fikirlere saygı gösterilmiyor; çünkü onları bilmiyorlar. İşte onları ortaya çıkarabilmek için bu hakemlik lazım. Yani, amatör kümede oynayan futbolcuları, hatta sporun ne olduğunu bilmeyen çocukları da bu işin içine katmak lazım; çünkü gelişme ancak böyle olur. Hakemin ve maçın olmadığı yerde sporcu yetişmez. Dolayısıyla sinemanın gelişmesi piyasaya bırakılamaz. Piyasaya dağıtılmış bir sinema ölü bir sinemadır. Piyasa, sinemanın mezarıdır. Sinemayı ticari bir faaliyet olarak gördüğümüz zaman sinemanın bütün ruhunu öldürmüş oluruz. Aynı durum mimarlıkta da vardır. İnşaatla mimarlığı karıştırmamak gerekir. Mimarlığın mezarıdır inşaat. İnşaata başladığın zaman yaratıcılık ve fikir sona erer.
İstanbul’un hatırı sayılır bir sinema geleneği var. Herkes bu tarihin farkında, ama bu hep nostaljik bir şey gibi ele alınıyor. Oysaki nostalji travmatik bir durumdur. Başımıza anlayamadığımız bir şey geldiğinde nostaljiye kapılırız. “Ay, neydi o güzelim Yeşilçam sineması.” “Ay, ne güzeldi o Beyoğlu’nun eski sinema salonları.” Nostaljiye kapıldıysak, bilmeliyiz ki travmatik bir hafıza kaybına uğramışızdır; çünkü sebebini anlayamadan kaybettiğimiz bir şeyi hatıra olarak yaşatmak için bir takım nostaljik telafi duyguları geliştiririz. Bu, yaşamsal bir değişikliğinin olması anlamına katiyen gelmiyor. Tam tersine, savunma ve travmatik bir şeyle başa çıkmak anlamına geliyor. Yeşilçam sineması küçük üreticilere dayanan, kendine özgü bir sitili olan periferi sinemasıydı ve İstanbul’un kimliği ile çok örtüşürdü. İstanbul bir sinema merkezidir. Bu özelliğini de hala koruyor, ama burada kamunun desteği olmadan bu işin sadece piyasayla devam ettirebileceğini düşünmüyorum. Sanat ticari bir faaliyet değildir. Nasıl ki üniversite eğitimi ticari bir faaliyet değilse, arkeoloji ticari bir faaliyet değilse; sinema da öyle. Kusura bakmasınlar, ben eğlence kültürü tanımı içerisine sinemayı sokamıyorum. Sinema sadece eğlence olamaz. Eğlence izleyiciyi aptal yerine koyar. Eğlencede sen sadece sana sunulana maruz kalırsın; sinema ise izleyicilerin zekasını gıdıklayan şeydir ve her sinema eseri bir değişim yaratır. Sanat yapıtları izleyiciyi sadece mutlu edip gözlerini kamaştırmak için sunulmazlar, izleyicinin aynı zamanda entelektüel birikimine de katkıda bulunurlar; çünkü bir şeyi beğenebilmek için önce onu anlamak ve yorumlamak gerekir. Yani, sinema tek yönlü değildir. İşte bunun teşvik edilmesi için de Beyoğlu’na özgü yönlendirici bir yerel kültür komisyonu olması lazım. Bu yönlendirici organ, sinemanın geleceği için başı çeken unsurlardan biridir. Sinema üzerine bir vizyonun olması lazım. Bu vizyonunun oluşturulabilmesi için başka disiplinlerden faydalanılması, küresel bağlantıların kurulabilmesi, başka şehirlerde nelerin yapıldığının biliniyor olması lazım. Sadece maddi destek vermek yetmez. Bir yangın söndürme işi değil; kalıcı bir strateji lazım. Bizde itfaiye gibi hareket etme alışkanlığı var. Örneğin; Alkazar kapanıyorken herkes “Ne yapalım?” diye ortalığa düşmüştü. Orada yapılacak şey çok belliydi. Evet, herkes tek tek oraya dayanışma gösterisine gidebilirdi. Şimdi Beyoğlu Sineması’nda olduğu gibi kart çıkarılıp bu kartlar, biletler satın alınabilirdi; ama yine de yeterli olmazdı. Çünkü yapılması gereken şey bundan daha fazlası. Bizim, buradaki kültür yönetiminin kendi yönetim planı içinde sinemaya nasıl bir yer ayırdığını ve bunun da nasıl bir katılımla belirleneceğini bilmeye hakkımız var. İşte biz bu hakkımızı kullanmalıyız. Ancak o zaman Emek Sineması’nın yıkımı karşısında protesto etmekten daha fazla bir şey yapmış oluruz. O zaman o salonların nasıl yaşayacağını ve salonların işlevinin ne olacağını düşünmüş oluruz. Ayrıca, üretimle kurulan ilişkinin bu tip paternalist bir modelle gelişmemesi için de bir ara yüz oluşturmuş oluruz. Ben bu ara yüzü çok önemli buluyorum. Bu ara yüz sayesinde gölgede kalanların kendilerini gösterebilecekleri bir ortam yaratılabilir. Benim asıl derdim görünmeyenlerdir; görünmeyen sanat potansiyeli, görünmeyen kabiliyetler, görünmeyen projeler, görünmeyen fikirler… Asıl odaklanılması gereken görünenler değil; onlardır. Görünenleri zaten herkes tanıyor. O görünen aktörlerin de bence yapması gereken şey, artık kendi hırslarının peşinden koşmak yerine, kamusal alanın unutulan ve gölgede kalan asıl dinamiklerini, yeni insanları öne çıkarmak olmalı.
Bunun dışında sinemayı bir kalkınma aracı olarak da düşünebiliriz. Örneğin, Fransa’nın Lille kenti endüstri ve sinemayla dönüyor. Orada Avrupa’nın en gelişmiş sinema platformları var. Yönetim de bu platformları teşvik ediyor, prodüksiyon yoluyla sinema sektörünü geliştirmek istiyor. Brüksel’de de şehrin içinde eğitim alınan, sahnelerinin kullanılabildiği ve film gösterimleri yapılan kompleks merkezler var. İçinde hem kütüphaneler olan hem de küçük yapımcılara ve gençlere kendi prodüksiyonlarını ucuza yapabilmeleri için ekipman ve ortam imkanı sağlayan böyle karma kurumların varlığı çok önemli. Bizim Yeşilçam’ın modern versiyonları bunlar ve Beyoğlu Belediyesi’nin de böyle şeyler planlaması lazım. Bu belediyenin vizyoner olması gerekiyor, çünkü sinema sadece belli kişilerin eriştiği bir alan olmaktan çıkarılmalı. Bu bakımdan, bilgi yönelimli bir sürecin bütün aşamalarının değerlendirilmesi ve Beyoğlu Sineması’nın çok iyi bir ders olarak çalışılması gerekiyor. Beyoğlu’nda bir kültür yönetimi oluşturulmalı ve sinemanın bu noktada nasıl bir işlev göreceği ortaklaşa bir akılla düşünülmeli. Buradaki piyasa odaklı olmayan kurumsal yapıların fizibilitesinin yapılması lazım. Bu fizibiliteyi piyasa aktörleri yaparlar, ama kendileri için yaparlar. Müşterek bir alanda fizibilite yapmak için ise bu bağımsız kurumları kullanmak gerekir. Beyoğlu’nda bu açıdan muazzam bir fırsat var. Yani, Beyoğlu Sineması’nın burada gelişmesi bir tesadüf değil. Dünyanın ilk sinema gösterimlerinden biri burada, belediyenin Tepebaşı’ndaki parkında yapılmış. İstanbul’un sinema ile ilişkisi çok çağdaş bir ilişki. Paris’te ne yaşanmışsa, aynı anda İstanbul’da da o yaşanmış. Burada İtalyan Kültür, Fransız Kültür hala işlev görüyor. Bu muazzam bir potansiyel, ama farkında değiliz. !f İstanbul’un burada olması kesinlikle bir tesadüf değil; ama bugün Beyoğlu’nun bir kültür yönetimine açıkça ihtiyacı var ve Beyoğlu Sineması gibi bir kurumun da bahsettiğim kapsayıcı sinema vizyonu içinde işlev görerek kendisini var etmesi beklenebilir.
“Bunu söyleyince ne değişecek?” diyeceksiniz. Ben doğrudan doğruya bir para yardımı yapmayı anlamlı bulmuyorum, çünkü para yardımı yaparak kurumu takside bağlama anlayışı – kusura bakmasınlar – hiçbir zaman çalışmaz; çünkü bu bir patronaj ilişkisidir ve sinemanın asıl ölümü işte o zaman gerçekleşir. Sinema bağımsız kanallarla desteklenmiyorsa, o destek değildir.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.