İzmir Filmekimi Güncesi – 1

İzmir Filmekimi Güncesi – 1

Share Button

İKSV’nin organizasyonu ile bir süredir İstanbul dışına çıkan Filmekimi’ni bu ay 15 filmlik bir seçki ile İzmir’de ağırlıyoruz. İstanbul ayağında yaklaşık 40 filmden gelse de izlesek dediğimiz filmler olsa da genel olarak iyi bir seçki yapılmış. Hatta yoğun talep üzerine Festivalin İzmir ayağı ek seanlar ile bir gün uzatıldı. Bu sayede festivalin süpriz filmi olarak lanse edilen Locke’yi de izlemiş olacağız.

İlk gün programın açılışını yapan film Ari Folman’ın animasyon ile gerçeği harmanladığı Son Şans (The Congress). Stanislaw Lem’in kült bilimkurgu romanı Gelecekbilim Kongresi’nden Ari Folman’ın serbest bir şekilde uyarladığı filmde Robin Wright performansıyla dikkat çekiyor. Yaşı geçmek üzere olan artistin stüdyo için tüm mimik ve jestleri bilgisayarda taratıp oyunculuğu tamamen bırakması, bir nevi kendini digital olarak stüdyoya satması oldukça ilgi çekici bir çıkış noktası. Folman sanal gerçekçilik, oyunculuk, duygu ve seçimleri filmin ana teması olarak belirlemiş. Kendi kişisel kararları olmadan digital olarak yaratılan bir karaktere dönüşme fikri filmin ikinci yarısında animasyon karakterlerin yer aldığı bir evrene evriliyor. Ancak sanal kongrenin olduğu oldukça karışık hikaye ana konuya dahil olduğunda, film yolunu kaybediyor. Beşir’le Vals ile harikalar yaratan Folman’ın filmin ilk kısmında tutturduğu etkili kimyanın animasyon bölümünde sekteye uğraması, derdini anlatamamasına sebep olmuş. Japon mangalarını düşündüren animasyon tekniği oldukça iyi olsa da duygu yoğunluğunun bozulduğu aşikar. Bu da filmin beklentilerin altında kalmasına sebep oluyor.

Programın ikinci filmi Heli, Cannes’da aldığu en iyi yönetmen ödülüyle ilgi çekiyor. Meksika’da uyuşturucu çetelerinin sürdürdüğü şiddet sarmalı filmin ana konusu. Oldukça küçük bir öyküyü merkeze almasına ragmen, anlattım şekli filmi önemli kılmış. Sinemada gerçekçilik ve şiddet tartışmaları yaratması da bu yüzden. İşkence sahneleri, yapaylıktan uzak cinsellik ve şiddetin sarsıcı etkisini betimleyen Amat Escalante; Sangre ve Los Bastardos kadar sert bir filme imza atmış. Sıradan bir ailenin başına gelen; her türlü yapaylıktan arındırılmış görüntüler, polis teşkilatının basiretsizliği ve çetelerin gücü filmin çıkışsızlık hissini kuvvetlendiriyor. Yer yer oldukça rahatsız edici anlar barındırsa da, Escalante  sinemanın saf gerçeklik hissini izleyiciye aktarmayı başarıyor.

Ain’t Them Bodies Saints (Ölümsüz Aşk) 70’ler Teksas’ında, suç batağına batmış bir çiftin aşk hikayesini anlatıyor. Tutkuyla birbirlerine bağlı, suça bulaşmış bir çift olan Bob ve Ruth yakalanırlar. Yakalandıkları çatışmada Ruth bir polisi vurmuştur ama suçu Bob üstlenir, Ruth hamiledir. Dört yıl sonra Bob hapisten kaçar. David Lowery’nin filmi tematik olarak Bonnie and Clyde’da öykünüyor. Film, bir bakıma onların suç dolu yolculuklarının bitiminde başlıyor diyebiliriz. Dört yıl içinde tutkulu aşkın yerine kızını koyan Ruth ile herşeyini Ruth’a adayan Bob arasındaki ilişki değişim geçiriyor. Ruth’un vurduğu polisle olan yakınlaşması O’nu, aşk ya da gelecek arasında seçim ikileminde bırakıyor. Lowery öyküyü dallandırıp budaklandırmadan, odağını kaybetmeden anlatmayı başarıyor. Minimalist oyunculuklar da filme büyük katkıda bulunuyor.

Çin’li sinemacı Jia Zhang-ke’nin Weibo’da gördüğü dört gerçek olayı anlattığı Günahın Dokunuşu (A touch of Sin) ise izlemesi hayli zorlu bir film. Birbirleri arasında direk bağlantılar bulunmayan ve cinayet, intihar, ölümle sonuçlanan hikayeler kasvetli ve karanlık bir atmosferde anlatılıyor.  Çaresiz anti-kahramanların, sıkışmış olduğu hayattan kurtulmak için seçtikleri şiddet bir noktadan sonra Çin’in kaotik atmosferine dönüşüyor. Her ölüm, akan her kan yaşanılan toplumun acımasız düzenine bir tepkiye dönüşüyor. Zhang-ke hikayeleri birbirine bağlarken yaşanılan mekanlarını kullanarak toplumsal bir panaroma çıkarmayı başarıyor.

Cannes film festivalinde içerdiği seks sahneleriyle olay yaratan ve Altın Palmiye’yi kazanan Mavi En Sıcak Renktir (La Vie D’Adele), lezbiyen bir ilişkiyi oldukça sağlam bir zeminde anlatıyor. Adele ve Emma arasındaki ilişkiyi tüm detaylarıyla ekrana getiren Kechiche, karakterlerin gündelik hayatlarının detaylarını yansıtmakta oldukça başarılı. Cinselliği ele alış biçimi açısından pornografiyle suçlansa da oldukça naif bir filmle karşı karşıyayız. Kechiche’nin kamerası özgürce dolaşıyor, gizlenmiş detaylara dalıyor, hayatın akışını başarıyla yakalıyor. Filmin aile kavramına bakış açısı da oldukça ilginç. Marjinal bir ilişki olsa da Kechiche, aile kavramının öneminin altını çizmekten geri kalmıyor. Spielberg’in başkanlığındaki jürinin Altın Palmiye’yi neden bu filme verdiği sorusunun cevabının, biraz da aile kavramına gösterdiği özenden kaynaklandığını düşünüyorum. Son tahlilde Mavi En Sıcak Renktir festivalin en ilginç ve iyi filmi olarak göze çarpıyor.

twitter.com/gok_gkhn

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir