Stranger by the Lake (2013): Hazzın Karanlık Yüzü

Stranger by the Lake (2013): Hazzın Karanlık Yüzü

Share Button

Önceliklerin saptanması açısından bakarsak varoluş ve kimlik kaygıları giderilmeden -bir anlamda normalleşme gerçekleşmeden- Queer Sinema’nın belli kalıpların dışına çıkabilmesi güç görünüyor. Özellikle ana akım sinemanın kendilerine biçtikleri “öteki” imajı her ne kadar genel izleyicinin algı seviyesini arttırsa da, eşcinselleri belirli stereotiplere hapsediyor. Ancak son yıllarda eşcinsel sinemanın belli eşikleri geride bıraktığını, gerek öykü gerekse anlatı açısından yol aldığını söylemek mümkün. Kimlik mücadelesi başat öğe olarak yerini korumasına rağmen güçlü bireysel hikâyeler, genel izleyiciye yabancı konular ve yönetmenlerin farklı vizyonları göze çarpıyor: Blue is the Warmest Color’da olduğu gibi lezbiyen bir aşk hikâyesi toplumsal katmanlı bir eleştiriye dönüşebiliyor ya da L’inconnu du Lac’taki cinsel serbestliğinin muğlâklaşan sınırları hakkında düşünebiliyoruz.

Alain Guiraudie’nin izleyiciyi sarsmaktan çok eşyanın tabiatına uygun, estetize edilmemiş grafik seks görüntülerini etkin bir sinematografi ile kurgulayarak sunduğu Strange by the Lake (Göldeki Yabancı) örtük cinsel göndermeleri, karakter yaratmadaki başarısı ve haz ile kurduğu ilişki açısından oldukça tedirgin edici bir film. Tam da bu özellikleri yüzünden eşine pek rastlamadığımız korkutucu bir samimiyet barındırıyor.

Eşcinsel erkeklerin seks ve çark için kullandıkları bir gölün çevresine kamerasını çeviren Guiraudie minimalist bir erotik gerilime imza atıyor. Buranın müdavimlerinden olan Franck gölün plajında görüp etkilendiği Michel’in bir akşamüstü işlediği cinayete tanık olur. Buna rağmen ona karşı duygularında bir değişiklik olmaz. Hatta Michel ile birlikte olma isteği korkusunun daha büyük bir hazza dönüşmesine sebep olur.

Söz konusu bedenden etkilenme olduğunda heteroseksüel kalıpların biraz dışına çıkmak gerekir. Aynı olgunun eşcinsel ilişkilerde bir itici güç hatta arzu nesnesi için erk göstergesi olduğunu da yadsımamak gerekiyor. Diğer taraftan daha özgür ifade edilen cinsel serbestliğin bir “score” göstergesine dönüştüğünde bir süre sonra bireyin öz yıkıma kadar varan sonuçlar doğurduğunu da gözlemlemek mümkün. Göldeki Yabancı’nın asıl derdi de bu aslında: Ölmek için doğduğu yere dönen filler misali aynı rutinin içine hapsolmuş, haz peşinde koşarken gerçeği ıskalamış bireylerin yansımasına dönüşüyor. Bu açıdan filmin alt metnini -özellikle sonunu düşünürsek- Aids ile bağdaştırabiliriz. Aids nasıl kişinin kendi hücrelerine saldırıyorsa göl çevresinde dolaşanlar da kendi bedenlerine saldırıyorlar. Franck’in korunmayı hiç dert etmemesi, Henri’nin kendini kabul etme yerine ölümü tercih etmesi hatta Michel’in işlediği cinayetleri düşünürsek öze yapılan saldırının tablosu netleşiyor. Şiddeti betimlemek konusunda kameranın rutine çevrildiği her an izleyicilere yeni kapılar açıyor. Bir tarafıyla sıkışmışlık, kurtulamamazlık hissi verirken haz karanlık yüzünü gösteriyor.

Bu bakış açısını haz arayışının mutlak kötü sonuçlar doğuracağı şeklinde yorumlamamak gerekiyor. Guiraudie cinsel serbestliğin getirdiği hazzın sezgisel bir davranış biçimi olduğunu ve pragmatik bir sonuç doğurmadığını, bu yüzden bir çıkarımdan çok tespit olduğunu vurgulamak için karakterleri tekrara düşürüyor. Franck’in cinayeti gördükten sonra ilişkisinde yaşadığı heyecanı ile, Henri ile yapmış olduğu örtük cinsel sohbetin film içinde bir ritüel olarak defalarca tekrarlanması; koruda yaşanan eşcinsel ilişkilerin tüm detaycılığına rağmen belli stereotiplerle yinelenmesi örneklerinde olduğu gibi sözde marjinal grupların bile tektipleşmeden muzdarip olduğunun altını çiziyor. Bu tektipleşmenin toplum ahlakını izaha çeken, “ahlak bekçiliği” yapanlar tarafından değil bizzat grupların kendileri tarafından gerçekleşmesi de filmde oldukça önem arz ediyor.

20. yüzyılın en çok tartışılan filozoflarından olan Henri Bergson, yaşamın mekanik olamayacağını ya da materyalizmle açıklanamayacağını savunur. Sadece sezgi gerçeği açıklayabilir. L’inconnnu du Lac’ı tamamen sezgisel bir dışavurum olarak tanımlamak yanlış olmaz. Bu noktada filmi haz peşinde koşan histerik eşcinsel şeklinde okumak oldukça sığ ve yanlış olacaktır. Bergson mutlak devinimden söz ettiğinde, devinilen nesneye bir içsellik yükler. İçsel olanı kavramak o şeyin özünü kavramaktır. Hazzı doğru konumlandırmak bu açıdan oldukça önemlidir. Frank sadece bedensel etkilenme yaşadığı için değil, rutini kırdığından dolayı Michel’in cinayetlerini görmezden gelir. Kıyas kabul etmese bile sevdiğinin hatalarını göz ardı etmek gibidir. Bu açıdan tıpkı Bergson’daki “simgelerden sıyrılma savı” gibi düşünülebilir. Yani bir şeyin kendisini bilmek onu simgeler olmaksızın kavramaktır. Haz bu noktada bir var olma çabasıdır.

Sınırları çizilmiş alanları reddeden, kumda değil kendi bahçelerinde oynayan hatta bu bahçeleri dağıtılmak pahasına halka açan L’inconnu du Lac, sahip olduğu atmosferi ve Guiraudie’nin Hitchcook’u yâd eden kamerasından güç alan olgun bir film.

twitter.com/gok_gkhn

, , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir