Autumn Sonata (1978): Sonbaharın Gölgesinde Açan Kır Çiçekleri ve Anne ile Çocukları

Autumn Sonata (1978): Sonbaharın Gölgesinde Açan Kır Çiçekleri ve Anne ile Çocukları

Share Button

Konuk Yazar: Kerem ERGİN

Nesiller boyunca kuşaklar arası gen transferi olduğu gibi hafızanın da transferi gerçekleşmektedir ve bu hafıza transferi sonucunda daha önceki nesillerin yaşayış biçimlerinden yola çıkarak belirli yaşam formlarını ezberlemiş bir şekilde büyürüz. Kültürlerin de bu yolla taşındığı hafıza transferi sonucunda oluşan şablonlar ‘ideal’ aile kavramını, ‘klasik’ anne-baba figürlerini ortaya çıkarır. Bu arketiplere göre anne çocuğunu sevmelidir, anne doğal olarak çocuğunu sevecektir ve çocuk ise doğuştan itibaren bu sevgiye muhtaçtır, bu sevgi olmazsa yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürmesi düşünülemez. Sinema tarihinin en iyi yönetmenlerinden biri olan İsveç’li yönetmen Ingmar Bergman, “Autumn Sonata” filminde daha önceki pek çok filminde değindiği ‘benliğin inşası ve yıkımı’ konularını anne-kız karakterleri üzerinden tekrar masaya yatırıyor ve kalıplaşmış ‘anne’ figürünün özellikleriyle oynuyor. Felsefi alt metni ve filmin geneline sirayet eden teatral hava ile birlikte, filmin dikkat çekici üçüncü özelliği Ingrid Bergman ve Liv Ullmann’ın oyunculuk sanatını zenginleştiren karşılıklı tiradları.

Hayatı dört mevsime, dört mevsimin her birini de sonatın bir parçası haline getiren usta yönetmen, karakterlerin hikâyede yaşadıkları bunalımlı dönemi Sonbahar sonatı olarak adlandırmış. Sonbahar mevsimi kışın gelmesinden önce son kez hasat yapılması gereken, insanların kendilerine yaşamaları için son kez erzak depolayacakları mevsimdir. Hayatımızın sonbaharında da ayakta durabileceğimiz bir kış mevsimi için ruhumuzu doyuracak ürünler hasat etmeliyiz. Bergman’ın ideal ailesinin merkezinde olan Eva’nın (Liv Ullmann), annesi Charlotte’yi (Ingrid Bergman) ziyarete çağırması, aile bireylerinin bir süre sonra yaşadıkları evde kendilerini bir yüzleşme arenasında bulmalarına sebep oluyor.  Eva’nın annesini yanına çağırması ve ruhunda sakladığı sıkıntıları ortaya çıkarması kış öncesi son hasadın toplanmasına benzer bir duygusal ihtiyaçtan kaynaklanıyor aslında. Zaman herkesi olgunlaştırıp büyütürken, annesiyle arasındaki iktidar mücadelesini konuşabileceğini zanneden Eva, annesinin zaman tarafından hiç ziyaret edilmediğini anladığında tam bir şok yaşar. Charlotte kariyerinin sonbaharında bir piyanisttir, en parlak dönemini Eva’nın çocukluğunda yaşamış ve uzun bir süre çocuklarından uzak kalmıştır. Bir anne figürü olarak diğer annelerle karşılaştırılmayacak kadar benmerkezci ve narsistir, öyle ki onun davranışlarından yola çıktığımızda normalde çocuğuna karşı uygulaması gereken davranış biçimlerini işine/müziğe karşı yaptığını görürüz. Yıllar geçtikçe Charlotte kariyerindeki parlak günlerini yitirir ancak egosunda herhangi bir değişme olmamıştır, Eva’yla karşılaştığında takındığı ‘sahne yüzü’, Helena’nın da aynı evde olduğunu öğrendiğinde duyduğu rahatsızlık, ruhundaki kasveti dağıtmak için giyindiği parlak elbiseler Eva’ya çocukluk dönemini tekrar yaşamasını sağlar. Ancak Eva, artık konuşması için, hareket etmesi için, yaptığı işi takdir etmesi için annesinin ağzına bakan küçük bir kız değildir; oğlunu küçük yaşta kaybetmiş, aşk yaşamadığı bir adamla hayat arkadaşlığı yapan bir annedir.

Eva karakteri, anne merkezli bir çocukluk döneminden sonra, annesine kendini beğendirme, annesine kendisini gösterme üzerine obsesif kompulsif bir kişilik bozukluğu yaşamaktadır. Onun annesine ulaşmaya çalışması ve bunda başarılı olamaması, onu hem annesinin yokluğunda onun karakterine bürünmeye, hem de annesinden büyük bir nefret duymasına sebep olmuştur. Annesinin gölge karakteri olarak Eva, Charlotte’nin eksik olan bütün özelliklerini kendi bünyesinde toplar; kocasına karşı şefkatlidir, onsuz bir hayat düşünemez, evine bağlıdır, piyano çalmayı tutku haline getireceği bir iş olarak görmez ancak çalmaktan da vazgeçmez ve en önemlisi, annesinin göz ardı ettiği Helena’yı sahiplenir, ona göz kulak olur. Annesinin tam tersi karakterde olmasını annesine karşı aldığı bir intikam olarak değerlendirmek mümkün; ancak ilerleyen bölümlerde çözümün bu olmadığı anlaşılır. Annesiyle yüzleşmeye başladıkları ve duyguların ifşasında geri dönüşü olmayan bir yola girdiklerinde, Ingmar Bergman’ın daha önceki filmlerinden de gördüğümüz bir gerçekle karşı karşıya geliriz, karakterlerden biri diğerinin iyi hali ya da kötü hali değildir; aksine arketip özellik gösteren karakter de, onun gölgesi olarak hareket eden prototipte aslında birleştikleri vakit birbirlerini tamamlarlar. Anne ve kızın filmin son yarım saatlik kısmında birbirlerine açıldıkları sahnede, hem Charlotte’nin hem de Eva’nın önlü arkalı durdukları bir sahnede aynı anda kendi yüzlerine dokunmaları ve Bergman’ın iki karakteri birbirlerini tamamlayıcı bir ifadeyle resmetmesi, Eva’nın saplantısından kurtulması için Charlotte’yi anlaması gerektiğini açıklar. Sonuçta Charlotte yüzleşmeden yara almadan kurtulur, egosu benliğinin önüne geçmiş bir karakter olarak egosuna saklanır ve kimliğinden bağımsız oluşturduğu sahte kişiliğine sımsıkı sarılıp kızının evinden uzaklaşır. Eva’yı ise yüzleşmenin ardından evinin yakınlarındaki bir mezarlıkta görürüz; anne bağımlılığının bir imgesi olarak mezarlık, Eva’nın nasıl bir karmaşa içerisinde olduğunu açıklar ve Eva mezarda tek başına durup düşünceleriyle boğuştuktan sonra mezar yerinden uzaklaşıp ailesinin yanına döner. Yola çıktığı nokta ile vardığı nokta arasında değişen hiçbir şey olmamıştır hatta annesine yazdığı son mektupta da gördüğümüz üzere takıntılı ruh hali devam eder.

Film ne kadar yüzleşmeler üzerinden ilerlese de aslında temelinde iletişimsizlik ve bu iletişimsizliğin oluşturduğu hastalıklı yeni nesiller üzerine ilerlemekte. Anne-kız arasındaki iletişimsizlikten kaynaklanan takıntılı ruh halinden bahsederken ön planda Eva ile anne Charlotte’yi görüyoruz ancak filmin asıl can alıcı kısmı arka planda sessizce, neredeyse hikâyenin özüne rahatsızlık vermek istemeyecek kadar uysal bir şekilde ilerleyen yan hikâyede Helena’nın başına gelenler. Helena annesiyle de dolaylı yoldan bağlantılı olan bir olaydan sonra iyice hastalanır ve bakıma muhtaç bir hale düşer, yaşadığı trajedi annesinin ondan iyice uzaklaşmasına sebep olur, öyle ki egosuna yenik düşen annesi, kızının başından geçen olayı kabullenmez ve kabullenmeyişinin son aşamasında anne Charlotte kızı Helena’nın neden ölemediğini soracak kadar cani bir hale düşer. Sorunu kabul etmekten çok, sorun yaşayan kişiyi ortadan kaldırmayı isteyecek kadar kendi refahına düşkün olan anne Helena’yı yok saydığı bir hayat tercih eder, ne var ki büyük kızı Eva onu eve çağırdığında mecburen Helena’yla karşılaşmak zorunda kalır. İlk karşılaşmasında ‘sahne yüzüne’ bürünüp Helena’ya karşı çok ilgiliymiş gibi gözüken Charlotte, Eva’yla yüzleşmesi sona erdiğinde ve maskesi düştüğünde Helena’nın bütün tepkilerine kulaklarını kapatır. Helena yattığı yataktan kendisini aşağı atıp sürünerek annesinin yanına ilerler ve çığlıklar atarak annesine seslenir ancak Charlotte bu sesi duymaz bile. Helena’nın seslenişini geçmişte yaşanan bir sahne olarak değerlendirmek mümkün ancak Bergman görüntüleri usta bir şekilde üst üste bindirerek annenin kayıtsızlığını etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor. Özetle ailede en çok yüzleşilmeyi hak eden Helena kendi yalnızlığında kayboluyor ve bu ego duvarını aşamıyor.

Usta yönetmen Ingmar Bergman, karakterlerin yüzleşmeleri için uygun ev ortamını oluşturarak, yüzleşme bitmeden karakterleri evden dışarı çıkarmayarak boğucu bir atmosfer meydana getiriyor. Ayrıca renkleri soldurarak kullandığı ışık tekniğiyle, karakterlerin sahip olduğu buhranlı psikolojiyi de başarılı bir şekilde ekrana yansıtıyor. Filmin en etkileyici sahnelerinden biri, anne-kızın piyano başında aynı parçayı farklı duygularla çaldıkları sahne. Eva o an yaşadığı duyguyu çaldığı parçaya yansıtırken, anne Charlotte parçanın oluşturulduğu haliyle çalınmasını savunur. Filmin bahsetmek istediği sorun bu örnek üzerinden incelendiğinde daha net bir şekilde anlaşılır: İnsanlar daha önceki nesillerin çizdiği sınırlar çerçevesinde gezinerek o sınırların seviyesini daha yükseltirken, aslında insanı huzura ve mutluluğa iten o sınırların dışına çıkmak ve sınırların dışarısında özgür adımlar atmak. Carl Gustav Jung ve Sigmund Freud’un teorilerinden bolca beslenen Bergman’ın bu etkileyici filmiyle ilgili son olarak, Ingrid Bergman ile Liv Ullmann’ın kusursuz performanslar gösterdiğini ve filmin bu performanslardan doğan dinamizmle bir an bile temposunu kaybetmediğini söylemek gerekir.

, , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir