Konuk Yazar: Burç Karabulut
Utanç, ideolojisiz bir dünya hayalini yaşamak isteyen bir çiftin entelektüel sorumluluğu, apolitikliği ve ahlaksızlığını savaşa karşı olan duruşuyla ele alır. Bir entelektüel yaşadığı hayatta savaşlara karşı kayıtsız mı kalmalıdır; yoksa kendini olabildiğince bu savaşlara, ahlaksızlığa kaptırıp içinde kaybolup gitmeli midir? Ya da ideolojisiz, apolitik yaşamak mıdır hayat? Eva ile Jan en baştan beri birbirlerine olan aşklarının varlığı ile her şeye ve herkese kayıtsız kalmışlardır. Öyle bir kayıtsızlık ki, savaş -kendi canlarını da ilgilendiren- ülkelerinin sınırının içine yayılma eğilimindeyken bile mikro anlamda dünyayla bir iletişim kurmak, düşünce yaratmak istemezler. Kendi sınırlarına gelen bir savaşa kayıtsız kalmak ne kadar güçlü bir tema gibi görünse de (kara mizah öğesi olarak da görülebilir); bir o kadar da Bergman’ın Utanç’ını savaş temasıyla değerlendirmek haksızlık olur. Savaş keza burada çöküşe giden geçiştir. Bergman burada kesinlikle tasasız bir dünya yaşamak isteyen iki insanın iletişimsizlik becerisine odaklanarak savaş aracılığıyla ideolojisiz yaşamanın ütopyasını kurarken bir yandan da bu ideolojisiz yaşam düşüncenin bir hiçlik olup olmadığını araştırır.
Ne ilginçtir ki Eva ile Jan savaş sırasında kaçmaya çalışıp gerçek anlamıyla yaşamayacakları gelecek hayalleri kurarlarken bunların hiçbirinin gerçekleşebileceğini sorgulamadan naif bir akılla bu değerlendirmeyi yaparlar. Oysaki kilise çanının çaldığı; Jan’ın bir anlık başını çevirecek kadar dikkatine mazhar olduğu o an savaşın başladığını belirten anlardan biriydi. Jan’ın kiliseye bakışı aslında hayata bakışı; çalışmayan radyonun çalıştırılmaması savaştan habersiz kalmak anlamına geliyordu. Ya da müzisyen arkadaşlarını görmek üzere gidecekleri yola çıkmadan önce geçen kamyonlar, üstlerinden geçen jetler hepsi basit bir şekilde savaşa delalet ediyordu.
Eva ile Jan her şeye rağmen kayıtsız kalmayı tercih ediyorlar. Daha önemli meseleleri var: Diş ağrısı, Eva’nın bebek doğurma isteği ve dahası, çiftin yaşadığı basit hayatı örnekler gibi. Filmdeki bu kayıtsız kalma eylemi de basit bir yaşama biçimi olarak sunulur. Eva ile Jan belli ki basit insanlar. Ne büyük idealleri ne de onların peşinden gidecek cesaretleri var. Bundandır ki; filarmoni orkestrasında çalışan iki genç insanın küçük bir bölgeye yerleşmesi sorun değildir. Eva ile Jan ideolojisiz hayat için ideal bir çift olsalar da idealize edilmeyecekler. Bu bir utanç vesilesi gibi görünebilir ama esas utanç başka bir yerde gizlidir.
Savaş Utanç filminde bir konu yerine araç olarak dikkate alındığında, Eva ile Jan’ın ilişkilerinde birer dönüm noktasına dönüşür. Savaş sırasında savaşa bulaşmadan kendilerini ütopik bir biçimde gelecek planlarına ve kaygılarına kaptırmış çift, esir alınmaları ile tüm hayati isteklerinden vazgeçer. Tartışma üstüne tartışma, kavga üstüne kavga bir çırpıda ayrılma noktasına gelir ve para/maddiyat beklenmedik bir şekilde ön plana geçmeye başlar. Savaş bu noktada çiftimizi psikolojik olarak değiştiren (büyüten değil yıkan) bir değişimin de aracı haline gelerek; karakterlerimizin bir anlamda hayatlarını melodramatik olarak kaçınılmaz sona, savaş sonrası yıkıma, yani mutsuzluğa sürükler. Eva ile Jan savaş esiri olarak alındıktan sonra sıra psikolojik yıkıma gelmiştir. Andersonların ilişkisi üzerine kurulan ütopik gelecekten vazgeçilerek artık savaş zamanına gelinmiş ve asıl utanç, her şey kaybedildikten sonra ortaya çıkmaya başlamıştır.
Her şeyin kaybedildiği yerde, savaş perdesinin altında kaçınılmaz bir son olarak yatan ahlak da kaybolmaya yüz tutar. İnsanın kurdu olan paranın kendini göstermesiyle, bir kâğıt parçası uğruna insanın kendisi de kaybedilir. Eğer Utanç filminde bir utanç olgusu aranacaksa bunun yeri burası çünkü savaş insanın utancıdır bir nevi. Menfaatleri uğruna konuşmadığı ama milyon kişi seferber edip küçük bir azınlığın konduğu ganimetin adıdır o. Jan’ın sahibi olduğu gibi paradır. Uykusuz askerin bir bilgi olarak görülmesi, boğulan askerin çantasındaki mallardır. Gelecek bir rüya kadar uzak görünür o zaman. Beraber kurulacak geleceğin, ütopyanın, ideolojisiz apolitik hayatın bir hiç olduğu gelir gündeme. Bir botta bir mülteci gibi yeni bir hayat ancak gerçekleşmesi pek de mümkün olmayan bir rüya halini alır. Ne çocuk, ne orkestra ne de başka beklentiler karşılığını bulabilir. Eva ile Jan adeta ölümü bekleyen mülteciler gibi hayatlarının bir sonraki evrelerine doğru yol alırlar.
Bergman, dünyayı “Utanç” kurtaracak derken belki de saf bir utanma duygusunun insanların içine nüfuz edeceğini ve onların ahlaki açıdan doğruluğa yönlendirileceğini umuyordu sanırım. Dünyayı “utanç” değil menfaatlerini geride bırakan, çevresindeki olaylarla hassasiyetle yaklaşabilen bireylerin kurtarmasını daha olanaklı görüyorum. Dünyayı ideoloji, inanç, iletişimsizlik değil, insanların ahlakı kurtaracak.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.
Başarılı bir değerlendirme.