Ben Senin Zencin Değilim / I Am Not Your Negro (2016) – Raoul Peck (ABD, Fransa, Belçika)
Şaşkınlık, Keder, Utanç ve Derin Düşüncelerle Dolu Bir Seyir
Raoul Peck bu yıl iki filmle karşımızda: Bunların ilki olan ve Marx’ın gençlik yıllarının konu edildiği Le jeune Karl Marx sinema severleri tatmin etmekten ne kadar uzaksa, belgesel çalışması Ben Senin Zencin Değilim de insanı kendisine bir o kadar hayran bırakıyor. Geçtiğimiz Şubat ayında en iyi belgesel dalında Oscar için yarışan film, ünlü yazar James Baldwin’in suikast sonucu öldürülen Afro-Amerikan hakları savunucuları Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King, Jr. üzerinden kendi Amerika hikayesini anlatmak amacıyla kaleme aldığı fakat tamamlayamadığı Remember This House (Bu Evi Hatırla) adlı kitap çalışmasından yola çıkarak bir ülkenin yakın tarihine ışık tutuyor. Samuel L. Jackson’ın sesiyle, Baldwin’in ağzından anlatılan filmin ilk bölümünde bir siyah entelektüelin adım adım büyümesine, yaşadıklarının kendisinde nasıl izler bıraktığına, düşüncelerinin zamanla nasıl şekillendiğine tanıklık ediyoruz. Baldwin’in siyah hareketi içerisinde öne çıktığı yıllarda ise hareketin diğer öncüleriyle birlikte siyah halkın neler yaşadığını tarihsel gerçekliği içinde sunuyor bize film. ABD’de “Siyah Sorunu” olarak adlandırılan durumun beyazların zihinlerinde yarattıkları dehşet figürüne duydukları korkudan kaynaklanması nedeniyle aslında bir “Beyaz Sorunu” olduğunu geçmiş ve günümüz arasında gidip gelen belge görüntülerle ortaya koyan Ben Senin Zencin Değilim, özellikle 2014 yılında Ferguson’da yaşananlar üzerinden aynı sorunun hala devam ettiğini açıkça gösteriyor. Haitili yönetmen, sosyal ve politik olaylara dair belge görüntülerin yanı sıra popüler kültür eserlerine de o kadar çok referans veriyor ki Afro-Amerikan tarihinden bihaber olanlarımıza bile “Sorun ne kadar da gözümüzün önündeymiş; meğerse biz fark etmemişiz,” dedirtecek türden şaşkınlık, keder, utanç ve derin düşüncelerle dolu bir seyir deneyimi sunuyor. Ve tüm bunların ışığında ABD ile Türkiye arasında bağ kurmak da kaçınılmaz oluyor. Filmi izlerken kendinizi sık sık Türkiye’nin Kürtleri, Alevileri, LGBTİ bireyleri ve iktidar sahibi çoğunluğun nefretinden nasibini alan diğer kitleleri üzerine düşünürken bulabilirsiniz.
İşe Yarar Bir Şey / Something Useful (2017) – Pelin Esmer (Türkiye)
Roman Doyuruculuğunda Bir Film
Oyun, 11’e 10 Kala ve Gözetleme Kulesi’nin yönetmeni Pelin Esmer’in, senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazdığı yeni filmi İşe Yarar Bir Şey 36. İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıktı. Avukat ve şair olan Leyla ile hemşirelik yapan Canan’ın yolları İzmir’e giden bir trende kesişir. İzmir’de Leyla’yı zorlu bir karşılaşma, Canan’ı ise zorlu bir görev beklemektedir. Haliyle bu yolculuk iki kadın için de oldukça zordur. Yolculuk sırasında birbirleriyle dertlerini, korkularını, hayallerini paylaşan kadınlar yavaş yavaş birbirlerinin hayatına dahil olurlar ve dahil oldukça da kendi karakterlerine dair yeni katmanları açığa çıkarırlar. Başak Köklükaya, Öykü Karayel ve Yiğit Özşener’in üst düzey oyunculuklarına ek olarak görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin de filmde kalitesini bir kez daha ortaya koyduğunu söylemeliyiz. Yönetmenin İşe Yarar Bir Şey’de yarattığı roman doyuruculuğundaki görsel dilde Tiryaki’nin katkısı oldukça fazla. Pelin Esmer filmlerini sevenler zaten seyredeceklerdir, ama sevmeyenlere de İşe Yarar Bir Şey’in yönetmenin en olgun filmi olduğunu söyleyelim. Hiçbir şey için değilse bile Leyla, Canan ve Yavuz’un sohbet ettiği o güçlü sahne için bu filmi mutlaka seyretmelisiniz.
Hayvanlar / Tiere (2017) – Greg Zglinski (İsviçre, Avusturya, Polonya)
Zihnin Koridorlarında Gizemli Bir Bulmaca
Hayvanlar belki de festivalin en şaşırtıcı filmiydi. Anna ve Nick evlilikleri pek iyi gitmeyen bir çifttir. Nick, Anna’yı üst kat komşusu olan Andrea’yla aldatmakta ve Anna bunu bilse de itiraz etmemektir. Evli çift çalışmak için 6 aylığına ülke dışına çıkarken yolda bir koyuna çarpmalarının ardından hayatlarında büyük bir değişim yaşarlar. Başlangıçta çok parlak görünmeyen bir “ilişkiler” filmi izlenimi veren Hayvanlar, işte bu andan sonra seyirciyi avcuna almaya ve onunla oynamaya başlar. Anna ve Nick başta olmak üzere, film önemli karakterlerin zihinleri üzerinden gizemli bir bulmaca kurar. Bu bulmacada hem karakterler hem de seyirci birçok kez yanılgıyla karşılaşır ve algısını tamamen yönetmene teslim etmek zorunda kalır. Yaşadıklarından emin olamamak ve gerçekle hayal arasında kalmak durumlarında karakterleriyle aynı kaderi paylaşan seyircisini duygu yaratımında işlevsel ışık kullanımı ve ses kurgusuyla da etkilemeyi başarıyor Greg Zglinski. Festivalde kaçıranların vizyon takvimini takip etmeleri önerilir.
Son Portre / Final Portrait (2017) – Stanley Tucci (İngiltere, Fransa)
Resim Soslu Sinema
1964 yılının Paris’indeyiz. Ünlü heykeltıraş ve ressam Alberto Giacometti, biyografisini yazan Amerikalı yazar James Lord’un “2-3 saat sürecek” bir portresini yapmaya başlar. Giacometti’ye göre bir portreyi tamamlamak imkansızdır; insan sadece bunu yapmaya çalışabilir. The Terminal, The Lovely Bones, The Hunger Games ve Spotlight filmlerinden tanıdığımız aktör Stanley Tucci de yönetmen koltuğuna beşinci kez oturduğu filmi Son Portre’de Giacometti’nin Lord’a yaptığı gibi filmiyle ressamın bir portresini yapmaya çalışıyor; fakat tamamlayıp tamamlayamadığından pek de emin değiliz. Giacometti’yle birlikte kardeşi Diego’yu, eşi Annette’i, evliyken açıkça ilişki yaşadığı hayat kadını Caroline’ı, Paris gecelerini, çokça tabloyu ve heykeli de bu portreye dahil eden film, belki hafızalara kazınacak bir değere sahip değil; ama nevrotik kişiliğiyle filmi izlenir kılan Giacometti’nin yaratma sancıları, sanat üzerine bolca diyalog ve dengesiz-aksi adamların perdedeki çekiciliğinin kanlı canlı kanıtlarından biri olan Geoffrey Rush’ın karizması sayesinde seyircisine oldukça eğlenceli bir seyir sunuyor.
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.