- Klişeleşmiş, senaryo pelesengi olan altın üçgeni tanınmaz hale getirmek bütünlük kurmayı becerebilen bir zekâ ister. Campion, The Piano'da Yeni Zelanda’nın kıyılarını, Maorileri, çamuru, ağaçları ve yağmuru kullanarak altın üçgeni sinema dilinin olağanüstü seviyesine çıkarıyor. Her adımda her saniyede filmi şevkle izlettirip, çürüdüğünü sandığımız konuyu tanınmaz hale getiriyor.
Konuk Yazar: Besna Ağın
“Bu ne ölüm ama. Bu ne şans. Bu ne sürpriz! Arzum yaşamı seçti.”
Ada McGrath
Ada, Yeni Zelanda kıyılarından henüz ayrılmışken, George’dan piyanosunu denize atmasını ister. Fakat önce denizi gezdirir parmaklarının arasında, doğru sıcaklıktan emin olmalıdır; piyanosu doğru sıcaklığa kaybolmalıdır.
Sinema tarihinin avucunun içi kadar iyi bildiği ve sürekli işlediği bir konu; altın üçgeni oluşturan iki erkek ve bir kadın. 19. yüzyıl Yeni Zelanda’sında Maoriler, taze yağmur kokuları ve çamurlar arasında iki erkek ve bir kadın.
Klişeleşmiş, senaryo pelesengi olan altın üçgeni tanınmaz hale getirmek bütünlük kurmayı becerebilen bir zekâ ister. Campion, The Piano’da Yeni Zelanda’nın kıyılarını, Maorileri, çamuru, ağaçları ve yağmuru kullanarak altın üçgeni sinema dilinin olağanüstü seviyesine çıkarıyor. Her adımda her saniyede filmi şevkle izlettirip, çürüdüğünü sandığımız konuyu tanınmaz hale getiriyor.
Avustralya kıyılarına uzak bir diyardan üç kişi gelir; Ada, kızı Flora ve piyano. Fırtınayla adım atarlar yeni evlerine, fırtınalı geçecek zamanlarının habercisidir hava. Onları satın atan Alisdair daha ilk karşılaşmalarında yüzeyselliğini koyar ortaya, etrafta iki dişi ve gelişigüzel dağılmış eşyalar görür sadece. Eşyaların en büyüğü olan piyano sahilde bir süre bekleyecektir, taşımak için fazla ağırdır.
Kendine güvensiz, yarı-feodal Alisdair, Ada’yı gördüğü ilk an arkadaşı George Baines’e sorar; “Ne düşünüyorsun?” Baines: “Yorgun görünüyor”, der. Alisdair ise şöyle cevap verir: “Bodur biri, orası kesin.”
Alisdair gibi “demokratik” erkekler, babahanlıktan gelen yarı-feodalliklerini, toprak ve para düşkünlükleriyle birleştirir ve kadını mal olarak gören bir anlayışla kişiliklerini şekillendirir. 19. yüzyıldan çağımıza Alisdair’in uzantılarının geleceğini söyler adeta film. Etrafımız Alisdairlerle çevirili ve geçen 200 yıl içinde değişenler olması gerekenin çeyreği kadar bile değil.
Erkek egosu öyle güçlü ve yıkıcı bir hal alabilir ki, erkek kişi gerçekliği bütünüyle yitirebilir. Alisdair, Ada’nın tahta masaya oyduğu piyanoyu tutkuyla çalışına anlam veremeyip, evdeki kıdemli hizmetçilerden birine bunun ne anlama gelebileceğini sorar. “Çok tuhaf, öyle değil mi? O bir piyano değil. Hiç ses çıkarmaz.” Bir yük olarak geride bıraktığı piyanonun Ada’nın her şeyi olduğunu anlayamaz; çünkü o, bu konseptle tanışık değildir. Ada’nın dilsiz oluşundan beyninin etkilenip etkilenmediğini merak etmeye başlar. Bir insanın masaya piyano çizip çalmaya çalışması ancak psikolojik bir rahatsızlık anlamına gelebilir nitekim onun için. Asıl beyni etkilenmiş olanı da tanımış oluruz bu sayede. Alisdair’in yıllar süren sevgisiz ve açgöz halleri beyninde belli başlı -geri döndürülmesi namümkün- etkiler yapmıştır. Velhasıl Ada ile ilgili böyle bir kanıya ancak böylesine sığ bir karakter varabilir.
Alisdair’in sığlığı ve “erkekliği”, Baines’in derinliği ve insanlığı karşısında buhar olur uçar neyse ki. Ne tam anlamıyla bir Maori, ne de sömürgeci olabilen, yüzünün yarısı dövmelerle kaplı, diğer yarısı ise eskiden yaşadığı medeni hayattan kalma Baines, belki de kendini ilk kez tam anlamıyla bir şeye adar. Ada’yı istemek, onu bir erkeğin bir kadını isteyebileceği bütün donelerle istemek Baines’i bir savaşçı kılar.
Ada’nın ilk tepkisi, Baines’in okumayı bilmediği ve cahilliği üzerindendir. Tersine, büyük bir sezi ve akılla Ada’yı anlayabilmenin tek yolunun piyanodan geçtiğini görür Baines. Piyanonun bir yük değil, yükü yok etmek demek olduğunu anlar; içindeki doğayı tutkulu aşkıyla birleştirir. Baines’in yaşam ve sevda tutkusu, Ada’nın piyano tutkusuyla birleşir ve birbirlerinin tutkularını tamamlarlar, kendilerinde olmayanı birbirlerinde bularak.
Kadınla en ilkel haliyle iletişim kurmayı beceren Baines, Ada’nın yeteneklerine değer verir. Kibarlık ve korumacılık kisvesi altında her türlü sahiplenmeyi ve yücelim yarışını ayyuka çıkarmak yerine, Ada’nın piyanosuz yaşayamayacağını anlar. Sevgi alışverişi yapmak için karşı tarafa değer vermek ve onu anlamak gerektiğini içten bilir; Ada ile arasında tamamlayıcı bir iletişim kurar. Ada piyanoyu ve hayatındaki yerini abartıp bir sansür mekanizması haline getirecekken, Baines’le yücelim ve cinselliğini dengeler. Ada da zaten Baines’in o derinliği anlamasına âşık olur bir yandan. Baines’in onu anlamasına, piyanosuna duyduğu sevgisine âşık olur. Vahşiliğine, doğallığına, onu izlemesine âşık olur. Piyanonun ona verdiği zevkin türevini Baines’de bulur. Elleri nasıl piyanoyu arzuluyorsa teni de onu öyle arzular. Bunların doğal bir akışla olması ise işin en güzel yanıdır.
Aralarındaki anlaşma gün be gün yakınlaştırır onları. Baines hem Ada’yı görebilme, ona dokunabilme şansını yakalar hem de piyanoyu sahibiyle kavuşturur. Bu özgür ruhlu kadının ilgisini çekebilmenin tek yolunun onun en çok ilgisini çekene değer vermek olduğunu anlar. Ormanda çişini yaparken Ada’nın piyano çalışını ürkütücü bulduğunu söyleyen ve daha fazla toprak alabilmek için Ada’nın piyanosunu satan Alisdair’in aksine, uyur gezer haliyle bile piyano çalan Ada’yı, tek anlayan Baines olur. Sevgisinin gerçekliği de burada sunulur seyirciye; anlamak ve sevmek arasındaki güçlü ilişkiyle.
“Mutsuzum… Çünkü ben… Seni istiyorum… Çünkü aklım sana tutuldu ve başka hiçbir şey düşünemiyor. Bu yüzden acı çekiyorum.”
Erotizmi yeniden anlamaya çalıştığını söyleyen Campion, iki santimetre etle erotizmi yaratmaya çalışır tekrardan. Ada’nın ayak bileği, sırtı, gerdanı tertemiz bir erotizmle iç içedir. Cinselliğin hiçbir açıdan sırıtmadığı, anlam yaydığı değer dolu bir sevişme. Kullanılan kamera açıları ve kadrajlar cinselliğin yansıtılmak istenen boyutuna hizmet eder. Victoria dönemi kadınlarının tüm o şaşaalı ve kocaman elbiselerinin altında iç çamaşırının kasık kısmı açık olması şaşırtıcıdır. İroniktir de, çünkü erkekler bundan haberdardır. O kıyafetin sadece şişirilmiş bir balon olduğunu herkes bilir.
Balon kıyafet, 19. yüzyıl şişirilmiş erkeklerine benzer. Sevgi dolu, kibar ve sofistike görünümlü erkekler en tehlikeli olanlardır; çünkü barbarlıklarını gizlerler. Şiddete meyilli erkek kendisini saklar, psikopatlığını ilmik ilmik işler. Onlar her türlü barbarlığa ve vahşete yatkın, insanlık kelimesini sorgulatan varlıklardır. Ne yapacakları kestirilemez, öfke patlamaları öngörülemez ve ellerine bir baltayı alıp bir kadının parmağını kesebilecek kadar mahlûkatlaşabilirler.
Önceleri belki zamanla benden hoşlanmaya başlarsın diyen Alisdair, Ada’nın Baines’e yolladığı piyano tuşu üzerinde yazan “kalbim sende George” yazısına tahammül edemez; piyanosuna baltayı geçirir. Ada’yı iki kere aynı yerden sakat bırakır; piyanosunu ve sesini, parmağını ondan alır.
Sana güvenmiştim diye bağırır Alisdair cinnet anında. Tekrar bağırır: “Sana güvenmiştim!” Ona kendisine güvenmesi için hiçbir sebep vermeyen Ada’yı umursamadan, kendi zavallılığı içinde çırpınıp durur. Neden sana zarar vermeye beni mecbur ediyorsun diye sorarak vahşeti aklamaya çalışır. Ada’nın parmağı, tüm kadınlara ödetilen bedeldir. Tiksindirici bir şekilde şöyle der: “Seni sevmek istemiştim. Kanadını kestim, hepsi bu.” Oysa piyanosuyla birlikte, dilini, sesini, ruhunu, her şeyini keser.
Campion, The Piano’da sömürgeciliğin sadece İngilizler ve Maoriler arasında değil, kadın-erkek ilişkisinde de aynı zalimlikle işlendiğini ustalıkla anlatır. Kendi evinin renklerini öyle bir toplum aşamasıyla harmanlar ve konu bütünlüğü yaratır ki; bütün kavramların iç içe geçtiği, fakat hepsinin de bir o kadar keskin olduğu bir dünya oluşturur. Sömürgecilik ve faşizm ikili ilişkilerle başlar der, sonra da topraklara yayılır.
Ve önce Ada’nın piyanosu gider derinlere. Suyun sıcaklığı kendisi için de piyanonunki kadar doğrudur ve şimdi denizin derinliklerine inme sırası ondadır. Fakat vazgeçmekten vazgeçer. Gerçek hayatın derinliğini okyanusa tercih edecektir. Kanadı kesilmiş olsa bile.
Silence / Sessizlik
There is a silence where hath been no sound / Sesin olmadığı yerde bir sessizlik vardır
There is a silence where no sound may be / Sesin olamadığı yerde bir sessizlik vardır
…
There the true Silence is, self-conscious and alone / İşte asıl Sessizlik oradadır, yalnız ve farkında
Thomas Hood
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.