- Kynodontas’ta sentetik bir ev içinde korumacı bir aile çerçevesinde devlet ve modern çağ eleştirisi vardı. The Lobster’da da kapitalist sistem somut olan her şeyi tüketmiş, sıra soyut olanlara gelmişti ve sevgi/aşk kavramlarının yine aile kurumu çerçevesinde metalaştırılmasına dikkat çekiliyordu. Lanthimos, The Killing of a Sacred Deer ise çıtayı bir tık yükseltip yine diğer filmlerinde olduğu gibi içini boşalttığı aile kavramı ve mekanikleşmiş insanların yanı sıra, anne-çocuk arasındaki sevginin dahi hayati tehlike devreye girdiğinde nasıl aniden yok olacağını kan donduran bir şekilde işlemeyi seçiyor. Ayrıca yanına, kendisi için yeni olan adalet ve vicdan kavramını da ekliyor.
Yorgos Lanthimos’un Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü alan yeni filmi The Killing of a Sacred Deer (Kutsal Geyiğin Ölümü, 2017), Lanthimos’un en basit tabirle ‘garip’ sinema tarzının farklı bir uzantısı olarak karşımıza çıkıyor. The Lobster (2015) ve Kynodontas (2009) gibi mükemmel filmlere imza atmış yönetmen, bu sefer yine ilginçlikler evreninde, diğer eserlerine göre çok daha karanlık ve mizahtan uzak bir atmosferde, mitolojik bir olayın güncel bir uyarlamasını görselleştiriyor. Film, Martin karakterinin soğukkanlılığı ve sinir bozuculuğu ile Micheal Haneke’nin kült filmi Funny Games’i hatırlatsa bile, bir yerden sonra işin içine giren gerçek dışı, mistik ve mitolojik öğeler ile yoluna tek başına devam ediyor.
Kutsal Geyiğin Ölümü, ilk başta bize Lanthimos’un imzası olan robotlaşmış, donuk oyunculuklar ve absürt diyaloglar eşliğinde bir doktorun mükemmele yakın derecede başarılı ve mutlu ailesini gösteriyor. Adeta Funny Games’ten fırlayıp gelen Martin, ailenin ve seyircinin bütün huzurunu kaçırana kadar üst sınıf bir ailenin sıkıcı hayatlarını izliyoruz fakat Martin ileri gittikçe filmin rengi de değişmeye başlıyor. İlk başta Steven ile Martin’in arasındaki ilişki kafa karıştırıyor; evlilik dışı çocuk mu, akraba mı yoksa bir pedofili durumu mu olduğu anlaşılmıyor. Film ilerledikçe de bütün seçenekler silinip elimizde bir şey kalmadığı anda başarılı doktorumuzun alkollü girdiği ameliyat sonrası (yüksek ihtimalle ilk sahnede gösterilen ameliyat) bir hastasını kaybettiğini ve bu hastanın da Martin’in babası olduğunu öğreniyoruz. Yani Martin filmde tek başına bir birey olmanın ötesinde Steven’ın pişmanlık ve suçluluk duygusunun ete kemiğe bürünmüş halini de yansıtmaya başlıyor. Ayrıca Martin’in, babasını öldüren ellere olan takıntı derecesindeki hayranlığı kafa karıştırıyor. Olay, Martin’in intikamı mı yoksa Martin’in hikayesi dolayımında, Steven’ın yaptığı hatanın bedelini ödeyip adaletin yerini bulması mı, yoruma açık.
The Killing of a Sacred Deer ikinci yarısından sonra da Martin ve Steven’ın arasındaki güç değişimini izliyoruz, aslında bu kısımda daha çok Steven ve vicdanı öne çıkıyor. Olaylar çığırından çıkıp kan dondurucu bir şekle bürünse de Martin’in isteği çok basit, “Senin kolunu ısırdım, şimdi kendi kolumu ısırıyorum.” diyor ve kendi babasının ölümüne karşılık, ailesinden birini kurban etmesini istiyor. Bundan noktadan sonra da film mitolojik bir temsile dönüşüyor. Orijinal hikayede, Yunan kumandan Agamennon’un Tanrıça Artemis’e ait kutsal bir geyiği öldürmesi sonucu Artemis rüzgarları keser ve komutanın gemileri savaş alanına doğru hareket edemez. Filmdeki temsilde Tanrı rolünü Martin üstleniyor ve paralelinde Steven’ın çocukları yürüme yetisini kaybediyor. Hiçbir yere ilerleyemeyen askerlerin erzakları tükeniyor ve açlıktan ölmeye başlıyorlar, bu da filmde çocukların iştahlarının kesilmesiyle örtüşüyor. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu olan Agamennon’un kızını kendi elleriyle kurban etmesi, filmde Steven’ın ölmesi için ailesinden birini seçmesini temsil ediyor. En son kanayan gözlerle de döngü tamamlanıyor ve belki işin içine kutsal bir simge de katılmış oluyor.
Martin’in Tanrı rolünü üstlenmesi, istediği zaman çocuklardan hastalık belirtilerini yok edebilmesiyle pekişiyor ve normalde Tanrı rolü atfedilmesi beklenen doktor, bütün bilimsel gerçekleri bir kenara bırakıp Martin’e tamamen boyun eğiyor, bir seçim yapmaya karar veriyor. Sonrasında film, çıkabileceği en yüksek absürtlük seviyesine yükseliyor, baba seçim yapamayıp çocuklarının öğretmenlerine danışıyor. Filmin genelinde de Steven’dan daha endişeli ve anaç bir tavır takınan anne, çocukları için canını feda etmesi beklenirken ani bir atak yapıp evde, Steven’ın en sevdiği siyah elbisesi içinde çocuklardan birini seçmeleri gerektiğini ve bunun nedenlerini irdeliyor. Çocuklar ise babalarının gözüne girebilmek için birbirleri ile yarışıyorlar. Zaten sallantıda olan anne-kız ilişkisi de tamamen kopuyor. Yönetmen, yaşama içgüdüsünün insanı getirebileceği en üst durumu, bu durumun anne, baba, kardeş tanımayacağını, kan dondurucu ve yine mekanik, sakin bir şekilde sunuyor. En son Steven’ın kızını sokakta emekleyerek kaçmaya çalışırken bulduğunda, kızın Iphigenia tragedyasından kesitler söylemesi filmi en üst seviyeye çıkarıyor.
Steven aslında mesleği gereği işinde, karısının sevişirken aldığı anestezi pozisyonu nedeniyle de evinde ölümle çok iç içe bir karakter. Fakat her durumda, vicdanını rahatlatmak için bile olsa elinde somut bir neden tutabiliyordu. Bu sefer ya ölümün, yaptığı bir hatanın yıllar sonra karşısına sevdiği bir insan üzerinden çıkmasından dolayı ya da sadece düz mantıkla düşünmemiz gerekirse, gerçekten sadece ailesi arasında kimi öldüreceğini seçememesi nedeniyle farklı bir yöntem denemeye karar veriyor ve ekrana filmin en can alıcı son sahnesi geliyor.
Kynodontas’ta sentetik bir ev içinde korumacı bir aile çerçevesinde devlet ve modern çağ eleştirisi vardı. The Lobster’da da kapitalist sistem somut olan her şeyi tüketmiş, sıra soyut olanlara gelmişti ve sevgi/aşk kavramlarının yine aile kurumu çerçevesinde metalaştırılmasına dikkat çekiliyordu. Lanthimos, The Killing of a Sacred Deer ise çıtayı bir tık yükseltip yine diğer filmlerinde olduğu gibi içini boşalttığı aile kavramı ve mekanikleşmiş insanların yanı sıra, anne-çocuk arasındaki sevginin dahi hayati tehlike devreye girdiğinde nasıl aniden yok olacağını kan donduran bir şekilde işlemeyi seçiyor. Ayrıca yanına, kendisi için yeni olan adalet ve vicdan kavramını da ekliyor.
Yeditepe Üniversitesi Radyo,Televizyon ve Sinema Bölümü öğrencisi.