Son of Saul (2015): Yitirilen Değerler mi Daha Fazlaydı, Kaybedilen Canlar mı?

Son of Saul (2015): Yitirilen Değerler mi Daha Fazlaydı, Kaybedilen Canlar mı?

Yazar Puanı4.5
  • Nemes’in, sürekli hareket halinde olan Saul’ü takip eden ve onu baş planıyla çerçeveye yerleştirmeye çabalayan kamerasında flu bıraktığı halde, zihnimizi olan biten hakkında canlandırmaya, hatta hissetmeye ve cesetlerin küllerinin kokusunu almaya iten başarılı arka plan çalışması ile film, soykırıma dair unutul(a)mazlar arasında yerini alıyor.
Share Button

Nazi dönemi Almanya’sının Yahudi soykırımına dair toplama kampları, bu kamplarda yaşanan katliamlar, esirleri zorla çalıştırmalar, cesetler üzerinde yapılan tıbbi çalışmalar; her gün binlerce Yahudinin gaz odalarında toplu olarak öldürülmesi ve sonrasında yakılması gibi detaylar daha önce de defalarca kez beyazperdeye taşındı. Macar yönetmen László Nemes de ilk uzun metrajlı filmi Saul Fia’da (Son of Saul – Saul’ün Oğlu) yine 1941–1945 yılları arasında 400 bin Macar vatandaşının öldürüldüğü Auschwitz toplama ve imha kampını kendine mekân ediniyor. Ancak sıra dışı bir şekilde Nemes, seyircinin karşısına daha fazlasını bilmek veya daha fazlasını görmek, yaşanılanları daha dramatik anlatarak kalbimizi daha da burkmak vaadiyle gelmiyor. Onun kamerasını yerleştirdiği noktada yer alan Saul gibi seyirci için de ne duygulanmaya, ne düşünmeye ne de olanı biteni anlayıp analiz etmeye zaman ya da imkân yok.

Film, ilk önce Almanca bir kelime olan “sonderkommando”yu açıklayarak başlıyor. Sonderkommando, toplama kamplarındaki Yahudiler arasından seçilerek dört ay daha uzatılmış ömür, biraz daha iyi yiyecek ve daha konforlu yatacak yer karşılığında, imha edilecek esirleri gaz odasına götürmek, çıkarılan kıyafetlerin ceplerindeki değerli eşyaları toplamak, cesetleri yakmak ve külleri temizlemek gibi işlerin zorla yaptırıldığı esir çalışanları tarif etmektedir. Ekim 1944’de geçen ve bir sonderkommando olan Saul Ausländer’ın iki günlük süre içerisinde yaşadıklarını konu edinen filmde, cereyan eden olayların insanlık dışılığını ve buna alet olmanın rahatsız ediciliğini çoktan geride bırakıp durumunu normalleştirmiş gibi görünen Saul için baş edilmesi gereken iki farklı baskı oluşmaktadır. Saul bir taraftan, dört aylık çalışma süresini doldurdukları için bir an evvel toplama kampından kaçmaları gerektiği bilen ve nöbetçilerle çatışmak için silah ve barut, gizli anlaşmalar yapmak için de kıymetli eşya gibi malzemeleri toplamaya çalışan diğer sonderkommandoların yükledikleri sorumluluklar ile uğraşmaktadır. Bütün bunların arasında, gaz odasından canlı çıkan bir çocuğun, doktorlar tarafından nefes alması engellenerek öldürülmesine tanık olan Saul, bir haham bularak cesedi usulünce gömmek istemektedir. Çektiği tepkiler üzerine kendi çocuğu olduğunu belirttiği cesedi oradan oraya taşırken, onun hem son derece riskli bireysel planına hem de mensup olduğu grubun kaçma planlarına uymaya çabalamasını, aynı stresi üzerimizde hissederek izleriz.

Saul’ün Oğlu için, döneme ve yaşananlara dair ilave bir bilgi veya farklı bir yorum sunduğu söylenemez. Ancak farklı bir noktadan, katliamın tam içinden aktarılan ve neredeyse gerçek zamanlı olarak yeniden yaşatılan infazları görselleştirmeden, destansılaştırmadan, dramatize etmeden, sadece o anları tecrübe etmeye davet eden anlatımıyla, benzerleri arasında en çok Nemes’in kendisinin de favorisi olduğunu ifade ettiği Elem Klimov’un Idi i Smotri (Come and See / Gel ve Gör) filmini anımsatıyor. Biz, Gel ve Gör filminde, Florya’nın yüzündeki ifadelerle kahrolmuş ve insanlığımızdan utanmıştık; ancak Saul’ün Oğlu’nda, Saul’ün yüzündeki ifadesizlik, yaşadığı insanlık dışı durumu dahi kanıksamaya itilmişliğinin bir yansıması olarak bize soykırımın bir başka vicdansız tarafını gösteriyor. Örneğin filmde Saul’ün, oğlunun cesedine sarılması veya duygulanması gibi anlar gerçekleşmiyor. Cesedin Saul için ifade ettiğini tek anlam, ölünün usulüyle gömülmesi gerektiğidir. Hatta cesedin gerçekten Saul’ün oğlu olduğu da muammadır. Çünkü tüm insani değerlerin yitirildiği ve unutulduğu bir ortamda bulunan Saul için, erişebildiği ve yaşatılabileceği bu tek değeri diğerlerine izah edebilmenin veya tekrar hissettirebilmenin zamanı çoktan geçmiştir.

Gündüz ve gece vardiyası şeklinde ayrılan ve farklı gaz odalarına göre gruplaşan sonderkommandolar hiç ara vermeden toplu infazlara devam ederken László Nemes’in filminin asıl başarısı, bu trajediyi ve kargaşayı hem gaz odalarının ve yakma işleminin tam içinden aktarması hem de bunu yaparken hemen hemen hiçbir detayı net olarak ekrana taşımıyor oluşundan kaynaklanır. Nemes’in, sürekli hareket halinde olan Saul’ü takip eden ve onu baş planıyla çerçeveye yerleştirmeye çabalayan kamerasında flu bıraktığı halde, zihnimizi olan biten hakkında canlandırmaya, hatta hissetmeye ve cesetlerin küllerinin kokusunu almaya iten başarılı arka plan çalışması ile film, soykırıma dair unutul(a)mazlar arasında yerini alıyor.

Yurt içinde 22. Altın Koza Film Festivali, 14. Filmekimi ve 6. Malatya Film Festivali’nden sonra 52. Antalya Film Festivali’ni de ziyaret ederek mümkün olduğunda çok kişiye ulaştırılmaya çabalanan Saul’ün Oğlu, yine de bu senenin en çok izlenen, en popüler filmlerinden biri olmayacaktır; ancak Nazi toplama kamplarında yaşananlar ile ilgili referans niteliği taşıyan ve en vurucu şekilde anlatanlardan biri olan film, gelecek zaman içerisinde her sinemaseverin mutlaka karşısına çıkacak, onlarla bir gün bir şekilde buluşacaktır.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir