Kuram her ne kadar soyut bir kavram olsa da, yaşadığımız dünyadan kopuk açıklamalar olarak görülmemeli. Aksine, kuram belli bir konunun derinlerindeki gizli anlamları bulup ortaya çıkararak açıklamaya yarayan varsayımlardır, yani yaşadığımız dünya ile doğrudan ilişkilidir.
Aynı mantıkla sinemada da kuramlar, yüzeysel bakışla görülemeyecek anlamları keşfederek sinemanın bir sanat olduğunu ispatlamaya yöneliktir. Sinemanın özünde var olana ulaşmaya ve onu açıklamaya çalışır. Sinemanın diğer sanatlarla, seyirciyle, toplumla ve gerçeklikle olan ilişkisini sorgular. Yönetmenin sezgileriyle yaptıklarını rasyonalize ederek hem yönetmenin kendisine, hem de seyirciye aktarır, ama bunu yaparken tek tek filmlere bakmaz. Kuram, genel ile ilgilenir. Bütün filmleri içinde barındıran sinemayı bir sistem olarak ele alır. Bir araya gelerek sistemi yapılandıran tüm parçaları tek tek ayırır ve onları yeniden birleştirerek sinemanın özündeki anlamı gösterir. Yani, bir kadavrayı parçalayarak tüm parçalarını tek tek inceleyen ve sonra parçaları yeniden birleştirerek insan vücudunun sırlarına ulaşan bir doktor gibi kamerayı, sinema salonunu, seyirciyi, yönetmeni, senaryoyu, kurguyu, mizanseni, sinematografiyi ve daha birçok unsuru tek başına değerlendirerek yeniden bir araya getirir ve sinemanın genel düzeyde ne olduğunu açıklar.
Kuram, sanat eserini takip eder. Sanatta yeteri kadar özgün ürün üretilmeden kuramın ortaya çıkabilmesi mümkün değil. Sanatın disiplinine uygun yöntemlerle özgün bir anlayış ve bu anlayışa bağlı eserler ortaya çıktıktan sonra kuram gelir ama kuram sanatı tamamıyla kapsayamaz. Mutlaka kuramla ters düşecek örnekler bulunur. Zaman içerisinde sanat gelişeceği ve değişeceği için bu aykırı örneklerin sayısı da git gide artar. Bu durumda kuram, sanatın peşinden gider ve o da yenilenir ama eski kuramlar asla ölmez. Onlar yenileri için birer dayanak noktası olarak kalırlar. Kuram sanatı kapsayamasa da bu onu önemsiz yapmaz, çünkü her haliyle kuram sanatın nasıl anlamlandırılabileceğine dair yol gösterir. İşte bu yüzden sinemayı hem yapanlar, hem de seyredenler açısından kuramlar önemlidir.
Sinemada kuramın ortaya çıkışı sinemanın icadından hemen sonra, 1910’lu yıllardadır. İlk başlarda sinemanın eğlendirici özelliğinden başka bir anlamı olmadığı düşünülüyordu fakat zaman içerisinde sinema üzerine düşünülmeye başlandı ve ilk kuramlar sinemanın basit bir teknolojik icat olmadığını, sanatın yedinci dalı olarak diğer sanat dalları kadar değerli olduğunu ispatlamak amacıyla ortaya çıktı.
Bu amaç doğrultusunda ilk düşünenlerden biri Vachel Lindsay’dir. Lindsay filmleri üçe ayırır: Aksiyon filmleri, samimi filmler ve şahane filmler. Her ne kadar şu an gözümüze ilkel görünse de, Lindsay’in sinemaya bütüncül bir bakışı olduğu aşikâr. Diğer yandan şematize etmesi de bilimsel bir yöntem olarak değerlendirilebilir.
Hugo Munsterberg ise sinemanın ilk büyük kuramcısı. Sinemayı bir anlatım aracı olarak gören Munsterberg, henüz 1916 yılında sinema ve psikoloji arasında bağlantı kurarak sinemayı entelektüel bir yapıya kavuşturma yolunda önemli adımlar attı. Biçimci kuramcıların da ilki olarak kabul edilen Munsterberg ile ilgili olarak Jean Mitry’nin şu sözleri onun değerini net olarak gösteriyor: “Bu kadar uzun yıllar boyunca onun teorisini nasıl bilemedik? 1916’da bu adam sinemayı neredeyse hiç kimsenin anlayamayacağı kadar anlamış.” Munsterberg’in ardından gelen Arnheim, Balazs ve başta Eisenstein, Pudovkin ve Vertov olmak üzere Sovyet sinemacılarla biçimci kuram tam olarak ortaya konulmuş oldu. Biçimcilere göre sinema bir tasarım ve anlatı formudur. Kendine özgü bir dile sahiptir. Biçimciler bu dili deşifre edip baştan kurdular. Görüntünün değişimi ile seyircinin algısının nasıl etkilendiği üzerine çalışmalar yaptılar. Bu noktada en fazla kurgudan yararlandılar.
Biçimci kuramla birlikte sinema ve gerçek sorusu ortaya çıkmış oldu ve biçimcilerin ardından gerçekçi kuram geldi. Gerçekçiler, sinemanın gerçeği ne kadar yansıtabileceğine ve sinema ile gerçeğin yakalanabilir olup olmadığına baktılar. Biçimi tamamen reddetmiyorlardı ama sinemayı hayata benzettikleri ve sinemanın hayatın taklidi olduğunu düşündükleri için “Sinema hayatın ta kendisi olabilir mi?” diye araştırdılar. Kracauer ve Bazin’in başı çektiği gerçekçi kuramda, gerçeği olduğu gibi kaydedebilmektir önemli olan. Özellikle Kracauer sinemanın gerçeği olduğu gibi verebileceğini öngörüyordu. Diğer yandan Bazin ise her ne kadar sinemanın gerçeğe çok çok yaklaşabileceğini düşünse de, asla gerçek olamayacağını kabul ediyordu. Sinema onun gözünde İsa’nın yüzüne dokunan Veronika’nın mendiliydi. Bir ölüm maskesiydi. Gerçeğe dokunabilen ama asla gerçek olamayan bir maske.
Bana kalırsa, Lumiere kardeşlerin ilk filmlerini seyreden insanların, perdede üstlerine doğru gelen treni gördüklerinde birden heyecanla kaçışmaları boşuna değildi. O insanlar için bu içgüdüsel ve doğal bir hareketti. Seyirciler, o anda perdedekinin sadece bir projeksiyon olduğunu unutuverdiler ve gerçek sandılar, çünkü sinemanın doğasında gerçeğe yakınlık vardır. Sinema ne kadar istenirse istensin, gerçeklikten tamamıyla koparılamaz. Öte yandan Bazin’in de söylediği gibi sinema asla gerçeğe yüzde yüz ulaşamaz, yani hayatı olduğu gibi yansıtamaz. Bu durumda sinema gerçekliği kendi yöntemleriyle yeniden üretmek zorundadır. Onun kendine göre bir gerçekliği vardır. Hayatın gerçeğine bakar ve onu kendi yöntemleriyle -senaryo, mizansen, sinematografi, kurgu vs.- yeniden biçimlendirerek seyirciye sunar. Zamanı, mekânı, hikâyeyi istediği gibi bozar (ki dijital teknoloji çağında bunu kolaylıkla yapabiliyor), böylece kendi sinemasal gerçekliğini yaratır. Sinemasal gerçeklik hayatın gerçekliğinden farklıdır. Sinemasal gerçekliğin düzeyi, hayatla ne kadar benzeştiğine değil; aksine sinemasal yöntemlerle gerçekliği biçimlendirme başarısına bağlıdır.
70’lere gelindiğindeyse sinema kuramının altın çağı başladı. Bu yıllarda göstergebilim, yapısalcılık, psikanaliz, Marxizm, feminizm gibi farklı anlayışlar sinemayı anlamlandırmak üzere kullanıldı ve böylece modern kuramlar ortaya çıkmış oldu.
Tüm bunlar, açıkça gösteriyor ki kuramlar sadece var olanı açıklamakla kalmıyor, olması gerekeni de öne sürüyor. Sessiz film döneminde kuramcıların sesli film tasarımlarının sinema için yol gösterici olduğu yadsınamaz ya da bugünkü 3D teknolojisinin çıkış noktasının, Bazin’in sinemada gerçeklik argümanlarına dayandığını söylemek mümkün. İşte bu şekilde sinemanın gelişimi için yol gösteriyor olması, kuramın en az sinemayı anlamlandırması kadar önemli bir özelliği.
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.
Çok güzel ve açıklayıcı bir yazı olmuş çok teşekkürler.
Çok güzel bir yazı. Emeğinize sağlık. Yüksek lisans mülakatı öncesi aranan kan buydu 🙂