Giriş
Bu makale basit bir soru sorarak önemli bir sorunsala parmak basmak için yazıldı. Soru hepimizin kişisel deneyimlerimizle cevap verebileceğimiz türden basit: Neden film seyrederiz? Şüphesiz bu soruya verilebilecek yığınla cevap var. Nitekim “Hayal Perdesi” dergisi okurlarına internet ortamında bu soruyu sordu ve onlardan yanıtlarını paylaşmalarını istedi.(1) Zaman geçirmek, yaşadığımız sorunları bir an olsun unutmak, başkalarının dünyalarını seyretmek, merak etmek, gidemediğim ülkeleri ve farklı yaşantıları görmek, keyif almak… yanıtların bazıları. Yanıtların önemli bir bölümü “başkalarının hayatlarının içine dalmak” ile ilgili; yani röntgenciliğin modernize edilmiş hali: Kendimi eğitmek için başkalarının hayatını dikizliyorum. Hepimiz kendi deneyimlerimizle bu cevaplara ilave yapabiliriz; fakat ben Jacques Lacan’ın meşhur sorusunu “neden film seyrederiz” sorusuna eklemek istiyorum: Che vuoi? (Gerçekten istediğin şey nedir?). Ben bu makalede film seyretme deneyiminin kişisel (gündelik hayatta iktidar) ve toplumsal (kültürel hegemonya) bir iktidar kurma biçimine hizmet ettiğini iddia edeceğim.
Sinema ile ilgilenen insanlar iyi bir seyirci olmak ile çoğu zaman övünürler. Oysa bir olay karşısında hiçbir tepki göstermeyerek işe karışmamak, anlamında kullanılan bir deyimimiz var: Seyirci kalmak. Söz konusu bir de “başkalarının acılarına bakmak” olunca insan; içten içe bir iktidar kurma sorunuyla boğuşuyor demektir. Hele ki söz konusu acılar kurmaca bir filmin parçası ise bu iktidar kurma mevzusu meşru bir hal alıyor. Aslında çoğu zaman seyirci bir filme ya da bir görüntüye seyirci kalmıyor aktif olarak o seyirliğe katılıyor.
Holy Motors (2012) filminin baş karakteri Alex’in: “Bir başkasının ölümünü seyretmek kadar hayat dolu başka bir şey yok.” sözü bize tam olarak sinemanın bu işlevini anlatır: Hayattan zevk almak için başkasının ölümünü seyretmek. 1928 yılında Tom Howard küçük bir fotoğraf makinesi alıp sol dizine bantladı ve cezaevindeki idam odasına girerek, Ruth Snyder isimli katilin vücuduna 2 bin 200 volt elektrik verilişini izledi. Ortaya çıkan fotoğraf biraz fluydu; ama yine de New York Daily News’e manşet olmuştu. Başlığı ise tek kelimeden ibaretti: “Ölüm”. O gün gazete her zamanki günlük tirajından tam bir milyon daha fazla sattı.(2) Ölmüş bir insanın suratına bakmak acaba ne hissettirdi? Bosna savaşıyla ölüm televizyonların vazgeçemediği bir seyirlik haline dönüşmüştü. “ABD’nin Irak işgali sırasında Amerikan güçleri daha çok izlenmek için özellikle ABD saatini dikkate alarak operasyonlarını sürdürüyordu ve kısa süre sonra savaş bir alışkanlık olarak saat 18.00’da akşam yemeğiyle birlikte tüketilen bir şeye dönüştürüldü. Savaş; CNN izleyici sayısını on kat artırdı.(3) Peki sinema ya da diğer seyirlikler nasıl bir retorik kuruyorlar ki bizi iktidarın diline eklemleyebiliyorlar?
İktidarın Retoriği
Stuart Hall dilbilimcilerden aldığı argümanla bize farklılığın “anlam”ın temeli olduğunu hatırlatır.(4) “Her şey zıttı ile bilinir.” düşüncesi beyazın anlam kazanmak için siyaha ihtiyaç duymasını zorunlu kılmıştır. “Derrida’nın ikili karşıtlık yorumuna göre ikiliğin bir kutbu daima baskın olan taraftır, diğerini de uygulamalar alanı içinde etkisi altına alır. Böylece beyaz/siyah, kadın/erkek gibi ikili karşıtlıklar oluşturulur.” (Akt. Kırel, s. 329) Saussure’e göre farklılığa ihtiyaç duyarız çünkü anlam “öteki” ile kurulan diyalogdan doğar. (Akt. Kırel, s. 330) Örneğin; Batı, kendi anlamını Doğu ile kurduğu diyalog üzerine inşa etmiştir. Hall, Batı’nın kara derili insanlarla karşılaşmasının üç ana dönemi olduğunu söyler. İlki 16. yüzyılda Avrupalı tüccarlarla Batı Afrikalı krallar arasındaki ilişkidir ki köle ticaretlerinin başlangıcıdır. İkinci karşılaşma dönemi emperyalist Avrupa’nın Afrika’yı sömürgeleştirdiği dönemdir. Üçüncü karşılaşma ise İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve Kuzey Amerika’ya göçler dönemidir. Hall’un yorumuna göre bu talihsiz karşılaşmalar Batılı bilinçte “ırksal farklılıklar” imgesini birleştirmiştir. (Akt. Kırel, s. 331)
Horace Mac Coy’un meşhur romanı Atları da Vururlar’a bakalım. Sydney Pollack’ın 1969 yılında sinemaya uyarladığı(5) bu roman; ‘29 buhranıyla çalkalanmış ve sınıf farkının iyice belirginleştiği bir dönem olan 1930’lu yılların Amerika’sını anlatır. Büyük bir statta haftalarca süren bir dans yarışması düzenlenir. Büyük bir para ödülünün verileceği yarışmada sahnede en uzun süre dans ederek kalan çift ödülün sahibi olacaktır. Sadece uyku ve yemek molalarının verildiği yarışmaya ilgi büyüktür. Zenginler ve film yapımcıları yarışmaya ilgi duyarlar. Yarışmacılar arasında yapımcıların ilgisini çekmeye çalışan güzel kızlar da vardır. Gloria Beatty de bunlardan biridir. Yarışmanın devam ettiği bir anda Gloria mola verir; uyandığında son derece ilgi çekici olan kıyafetini parçalanmış olarak bulur. Yarışmaya eski püskü kıyafetlerle devam etmek zorunda kalır. Gloria önce diğer yarışmacılardan kuşkulansa da partneri Robert Syverton, bu işin arkasında yarışmayı düzenleyen patronun olduğunu bilir ve patrona kıyafet meselesini sorar. Patron lafı dolandırmadan suçu kabul eder ve ekler: “Seyirciler; yoksulluk görmek istiyorlar.” Evet Gloria’nın şatafatlı elbisesi zenginleri tatmin etmiyordu; seyircilere biraz yoksulluk, biraz acı ve biraz da kaybeden insanların dramı lazımdı. Yoksa bu buhran çağında zengin olmalarının ne anlamı vardı!
Kendi benliğini kurmak için ötekine ihtiyaç duymak çoğu zaman Jacques Derrida’nın ikili karşıtlık dediği kavramsallaştırmayı haklı çıkaracak şekilde ötekinin aşağılanması ile mümkün olur. Amerikalı seks terapisti Brandy Engler; sürekli olarak porno izleyen erkek hastasını muayene ettikten sonra porno izleme eyleminin güç ve hakimiyet kurma ile ilgili olduğunu iddia eder ve erkeklerin porno izlemelerinin kadınları yönetme duygularından kaynaklandığını ileri sürer.(6) Çoğu zaman bu filmler kadınların sürekli olarak aşağılandığı ve erkeklerin/erkekliğin yüceltildiği, penisin kutsandığı, baskın olan tarafın erkek olduğu ve kadının sömürüldüğü filmlerdir. Sadece porno filmlerde değil kadın bedeninin metalaştırıldığı ve artık sinema dili olarak bakışımıza yerleşen birçok filmde durum aynıdır. Kamera temsil edilen bir özneyi çok fazla yakından gösterdiğinde (yakın planlar ve kesmelerle vücudun belirli bir yerine odaklandığında) öznenin temsil ettiği gerçeklik yerini sadece belirli bir imaja bırakır. Gemide (1998) filmindeki tecavüz sahnesini -ve tabii ki başka sevişme sahnelerini de hatırlayabiliriz- hatırlayalım. Kamera genel açıdan tecavüz edilen kadının memelerine ve bacaklarına kesme yaparak seyircinin gözünü kadının vücudunda gezdirir. Yakın planda gördüğümüz kadının kendisi değil artık vücudun belirli yerleridir. Temsil yerini açıkça bir imaja -hem de feminist açıdan bakıldığında pek de olumlu olmayan bir imaja- terk etmiştir. Kadın yerini kadınlıka bırakmış böylece özne ustaca erkeğin gözünde ve seyircinin bakışında nesneleştirilmiştir. Sahne şovlarının porno filmlerden bir farkı olmayan -cinselliğin sergilenmesi anlamında değil; imgeye ihtiyaç duymadan her şeyin açıkça sergilenmesi anlamında- Miley Cyrus’ın bu ikili karşıtlıkları ustaca kullanarak kadın-erkek arasındaki güç ilişkilerinden farklı bir şekilde ırksal ve fizyolojik farklılıklardan yararlanarak şovunu zenginleştirdiğini, siyah insanları ve cüceleri şovunun bir parçası yaptığını görüyoruz.(7) “Beyaz ve güzel Miley’in -aslında Brandy’nin hastası gibi korkak ve çekingen- yanında dans eden şu ucubeler”ı seyretme deneyiminin Batı’nın kendini tanımlama biçimlerinden birisi olduğunu ve çok eskilere ait bir seyirlik kültüre dayandığını söyleyebiliriz. Konuyu ırksal ve fizyolojik farklılıklar çerçevesinde Doğu-Batı eksenine çekerek Avrupa’nın ötekinin temsili üzerinden kendi ontolojik gerçekliğini nasıl kavradığını ve Avrupa iktidarının nasıl eril bir dil kurarak oryantalist bir retorik inşa ettiğini anlatmak istiyorum.
Seyretmenin İktidarı
Abdellatif Kechiche’in 2010 yapımı ve ödüllü filmi Vénus noire (Siyah Venüs) ve filmin hikâyesine konu olan Sarah Baartman’ın hayatı bize bu iktidar kurma biçimi ile ilgili epeyi malzeme vermektedir. Avrupa’nın tamamen Avrupa-merkezci bir yaklaşımla Sarah Baartman üzerinden bir öteki icat ederek kendi sömürüsünü ve ontolojik varoluşunu nasıl meşrulaştırdığını ve sonradan üretilen kültürel ürünlerle bu yaklaşımın nasıl yeniden üretildiğini ve süreğen kılındığını görmek mümkün.
Sarah Baartman 1789 yılında bir Hollanda kolonisi durumunda olan Ümit Burnu’nda doğmuştur.(8) 16. yüzyıldan beri bölgeye gidip gelen gezginler ve antropologlar bölgede yaşayan iki kabilenin -Hotantolar ve Boşimonlar- özellikleri üzerinde görüş birliği içindedir; “Her iki halkın da boyları kısa, tenleri koyu, vücutları kılsız, gözleri kısık ve şakakları çıkıktı.” (Badou, s. 24) Bu kabileler ile ilgili ünlü coğrafyacı Conrad Malte-Brun; “İnsan türünün inebileceği en aşağı konum. Davranışlarındaki ve yapılarındaki kararsızlık ruhlarındaki aykırılığı daha ilk bakışta dışa vuruyor.” demiştir. Sarah Baartman da Hotanto kabilesine mensup bir köledir ve çocukluğundan itibaren Hollandalı çiftçilerin hizmetinde çalışmıştır. (Badou, s. 35) Sarah’ın fiziki özellikleri bir kadın olarak hem kendi kabilesinden hem de hemcinslerinden farklı bir yapıya sahiptir ve bu çocukluk yıllarından itibaren onu diğer insanlardan farklı kılmıştır. Özellikle kalçalarındaki yağ birikintileri herkesin dikkatini çeker. (Badou, s. 44) Bernth Lindfors adlı İngiliz bir gözlemci 1810’da onu şöyle tanımlamış; “Vücudunda anormal çıkıntılar ve büyüklükler olarak göze çarpan özgün çizgileri, özellikle “üreme organları bölgesi”nin bu denli sivrilmiş ve sarkmış olması, dev boyutlara ulaşmış kalçaları, onun bir insandan ziyade bir şebek türüne ait olduğunun işaretidir.” (Badou, s. 19)
Sarah Baartman’dan önce de Hotanto kabilesinin kadınları gerek cinsel organlarının büyüklüğü gerekse kalça yapılarının farklılığı dolayısı ile Avrupalı gezginlerin dikkatini çekmiştir. “16. yüzyıl başlarından beri bölgeye giderek bu doğa fantezisine tanık olmak isteyen gezginler vardı. 1707’de François Leguat gerçeğe aykırı bir yorum yaparak kadının belinden dizlerine kadar inen bir etek tipi gördüğünü ileri sürdü. Levaillant da bu gezginlerden biri idi ve bir Hottanto kadınını çırçıplak soyarak resmini yaptı. Cinsel organını abartılı bir şekilde çizdi. (Badou, s. 45) Sonra bölgeye giden gezginler Hotanto kadınlarının eteklerini kaldırmak için birbirleriyle yarıştılar. (Badou, s. 48) Cinsel organlarının büyük oluşu Avrupalı doktorların da dikkatini çekmiş ve Hotanto kadınları üzerinde bölgede çeşitli gözlemler yapılarak farklı hipotezler ileri sürülmüştür. Fakat bunların çoğu Doğu’nun cinsiyetleştirilmesine ve ırksal ayrımcılığa indirgenerek bir öteki oluşturma gayretine bürünecektir. Örneğin Alman doğa bilimci Gustav Fritsch; Hotanto’ların cinsel organlarındaki bu sarkmanın mastürbasyonun kötü bir sonucu olduğunu ileri sürmüştür. (Badou, s. 48) Sarah Baartman’ın cinsel organının büyüklüğü de aşırı şehvetin belirtisi olarak yorumlandı. “Normal dişilik organından on santimetre kadar uzun olan Sarah’ın cinsel organı cinsel etkinliklerin de aşırı olabileceğini düşündürmekte idi.” (Badou, s. 35)
Sarah’ın bir gösteri malzemesi olarak Avrupalılara teşhir edilmesi ise 1810’ların başında efendisinin kardeşi olan Hendrick Cezear’ın aklına gelmişti. Daha önce böyle gösteriler yapmış olan Alexandre Dunlop aristokrat sınıfın daha önce böyle çok gösteri izlediğini ve fakat Avrupa’da yükselen burjuva sınıfının ilgisini de çekebileceğini ve bundan çok para kazanabileceğini söylemişti. (Badou, s. 62) Böylece Sarah efendisinin kardeşi tarafından İngiltere’ye götürülmeye ikna edildi. (Badou, s. 54)
1810 yılının 10 Eylül’ünde İngiltere’ye götürülen (Badou, s. 68) Sarah Baartman’ı bundan sonra zor ve sıkıntılı bir gösteri hayatı bekliyordu. 19. yüzyılda beyaz Avrupalılar kendilerinden farklı insanlarla sömürgeleri vasıtası ile tanışınca bu tuhaf yaratıklar (!) Avrupalıların ilgisini çekmiş ve “insan sergisi” adı altında ucubeler, yaratıklar, kendileri gibi ol(a)mayan zavallılar(!), sirklerde teşhir edilmiştir. İnsanlar, hayvanat bahçelerinde izleyicilere sunulmuştur. Bugün hala ziyarete açık olan Cincinnati Hayvanat Bahçesi’ne 1896 yılında daha fazla ziyaretçi çeksin diye Amerikan yerlisi Siyu kabilesinden yüz kişi getirilir ve hayvanat bahçesinde yaşayacakları evler kurularak teşhir edilir.(9) New York’taki Bronx Hayvanat Bahçesi’nde sergilenen pigme Ota Benga’nın hikâyesi ise en acı hikâyelerden biridir. Ota Benga, avlanmaya çıkar ve bir fil avlar. Sevinçle kabilesine dönüp av haberini vermek için koşar ancak kabilesindeki insanların ölü bedenlerini görür. Belçika hükümetinin köle avcıları, karısını ve çocuklarını katletmiştir. Ota Benga da yakalanır ve Samuel Phillips Verner adında bir iş adamı ve misyoner tarafından Amerika’ya getirilmiştir. 1904 yılında ‘Aziz Louis Dünya Fuarı’nda maymunlarla birlikte “insana en yakın ara geçiş formu” diye antropologlara, bilim adamlarına sergilenir. Ardından yine insan evriminin, “ara form”un bir örneği diye hayvanat bahçesinin maymun kafeslerinde sergilenir. Kimi insanların Ota Benga’ya yapılan işkencenin sona erdirilmesi gerektiğine dair baskılarının ardından salıverilir. Görüntüsünden dolayı çocuk sanılan Benga bir yetimhaneye gönderilir. Modern kıyafetler giydirilir ve ilkokula gönderilir. 1. Dünya Savaşı sırasında vatanı Kongo’ya geri dönmesi imkansızlaşınca intihar etmiştir. (A.g.y.)
Sarah’nın İngiltere macerası da aşağı yukarı böyledir. O da her beyaz ırktan olmayan insan gibi bir “hilkat garibesi” olarak gösteri dünyasının bir parçası olmuştur. Sarah kendi kabilesinin bir özelliği olan ama Batılının “normal” idrakinin dışında olan geniş kalçalara ve büyük bir cinsel organa sahipti. Irkının bir özelliği olan fiziksel yapısı para karşılığı gösteriye sunulmuş, aşağılanmış ve hor görülmüştür.
Hakkında yazılanlarda; Sarah’ın gösterilerini 60 cm yüksekliğinde bir platform üzerinde yaptığından söz edilmiştir. Gösteri sırasında; yanında sahibi bulunuyor; ona bir vahşi canavarmış gibi (oturması, kalkması, yürümesi yönünde) komutlar veriyordu. (A.g.y.) Sarah’ın bu insanlık dışı gösterileri sorunlara ve kamuoyunun tepkisine neden olmuş ve yasaklanmıştır. 1810’da mahkeme, Sarah’ın gösterilerinin insanlıkdışı olduğuna hükmetmiş ve gösterinin elebaşlarına uyarıda bulunmuştur; fakat herhangi bir yaptırımda bulunmamıştır. (Badou, s. 81) Bu olaydan sonra Londra’dan ayrılan Sarah; İngiltere’nin kuzey bölgelerinde dört yıl dolaştırılmış, gösteriler tüm canlılığı ile devam etmiştir. Bu arada vaftiz edilen Sarah, Hristiyan yapılmış ve 1814’te Sarah’ın Paris hayatı başlamıştır. (Badou, s. 82) Artık yeni bir efendisi ve daha kötü bir hayatı vardır.
Fransa’daki yaşam, daha önce başından geçenleri aratır niteliktedir. Bir hayvan (ayı) eğiticisi olan Regu, 15 ay boyunca Sarah’ı o zamana kadar yaşadıklarından çok daha ağır şartlar altında gösteri yapmaya zorlar. Değişik zamanlarda doğa bilimciler kendisini görmeye gelirler. Sarah, 1815’te Fransa’nın en önemli botanik bahçesi olan ‘Jardin du Roi’da bir dizi incelemelere ve bilimsel resimlemelere tabii tutulmuştur. Bu “incelemelerin” gerçekleştirilmesi esnasında orada bulunan Fransız hayvan bilimciler Frédéric Cuvier ve È.G. Saint-Hilarie, resimleme sırasında Sarah’ın soyunmaya ve çıplak resimlenmeye mecbur edildiğinden söz etmişlerdir. Sarah’ın farklı bedenine ilgi duyan Fransız doğa bilimciler, Sarah’ın evrimleşme sürecinde maymunlar ile insanlar arasında geçişi temsil eden halka olduğunu düşünmüşlerdir.(10)
Sarah Baartman tüm bu aşağılamalar ve hakaretler altında, 29 Aralık 1815’te (25 ya da 26 yaşında) öldü. (Badou, s. 116) Fakat Batı medeniyeti(!) Sarah’ın peşini öldükten sonra da bırakmadı. Sarah’ın iskeleti, (otopside çıkarılan) cinsel organları ve beyni, 1974 yılına kadar Paris’te İnsanlık Müzesi’nde sergilendi. Daha sonra sergilemeden vazgeçildi ve bir depoya kaldırıldı. Balmumundan üretilen modeli ise iki yıl kadar daha sergilenmeye devam etti. (Badou, s. 139) 1994 yılında Güney Afrika’da Afrika Ulusal Meclisi genel seçimleri kazanarak, Nelson Mandela’yı iktidara getirdi. Başkan Mandela, Fransa’dan Sarah’tan geriye kalanların ülkesine iade edilmesini talep etti. Fransız Ulusal Meclisi’ndeki uzun tartışmalardan sonra 6 Mayıs 2002’de Sarah’ın bedeninin parçalarının ülkesine iade edilmesine karar verildi. Sarah, 9 Ağustos 2002’de Güney Afrika’nın Hankey kentinin Vergaderingskop ismi verilen tepesinde (bir anıt mezarda) doğumundan 200 yıl sonra defnedildi. (Badou, s. 145)
Sarah Baartman, Avrupalıların diğer ırkları ötekileştirmesinde bir sembol olarak hala yaşamakta ve aşağılanma devam etmektedir.
Yukarıdaki fotoğrafta 2012 yılında Afrika’daki kadın sünnetlerini eleştirmek için toplanan bir grup aktivist Sarah Baartman suretinde bir pasta yapmış ve cinsel organının büyüklüğü ile ünlenen Baartman’ın genital bölgesinden kesilen parçalar İsveç Kültür Bakanı’nın eliyle kahkahalar eşliğinde Afrikalı bir kadına yedirilmiştir.(11)
Peki Avrupa kendini diğer ırklar üzerinden nasıl tanımlamıştır? Nazife Şişman, Hotanto Venüsü ile ilgili yazdığı makalede Avrupa’nın kendisini diğer ırklar üzerinden tanımlamasını şöyle izah etmiştir: “Avrupa’da 18. yüzyıl sonundan itibaren insan bedeni, kültürel ve sosyal tanımlamaların merkezinde yer almaya başlamıştı. Fizyoloji ve biyoloji, tıbbî açıdan ‘normal’i belirleme iddiasındaydı. Normali tanımlamak ise anormal üzerinden yapılıyordu. Bu çerçevede Hottento Venüsü, normalin tanımında araç olarak kullanılan bir ‘anormal’lik örneğiydi. Fuarlarda ve sirk alanlarında “hilkat garibeleri”nin teşhiri böyle bir döneme rastlar. 19. yüzyıl Avrupa’sında, özellikle İngiltere’de ‘normallik’ nosyonu önemli bir ilgi konusuydu. Bu, tıbbî bir norm ya da standart bir insan tipi anlamında bilimsel çevrelerde revaç buldu. Neyin anormal ya da patolojik olduğunu belirlemek, Avrupa tıbbının tekelinde idi. Tıbbî manadaki sapmalar ve anormallikler, birer teşhir ve gösteri unsuru olarak da işlev gördü. ‘Sapkınlık’a, ‘anormal’e olan bu kültürel ve bilimsel ilgi, öjenik fikri, yani genetik nitelikleri geliştirerek mükemmel insanı üretmek fikri ile yan yana gelişmiştir. Beyaz ırkın üstünlüğü iki şekilde ispatlanıyordu: Kara derililer insandan ziyade hayvana yakındı. İkinci olarak da evrime inanan Avrupa’nın yeni fizyologları için siyah ırk, beyaz ırkın vahşi ve ilkel döneminden kalmaydı.”(12) Bu dönemde ırksal farklılıklar antropolojinin de etkisi ile frenoloji (kafatası) bilimini ön plana çıkarmış ve ona itibar kazandırmıştır. Ünlü bir frenolog olan Franz Gall 18. yüzyılda insanların kafatasları üzerine yaptığı araştırmada beynin büyük/ağır olmasının gelişmiş olmasına delalet ettiğini ileri sürmüş ve kadavralar üzerinde yaptığı çalışmalarda beyazların beyninin siyahlardan, erkeklerin beyninin kadınlardan daha gelişmiş olduğunu iddia etmiştir.(13)
Bu fizyolojik üstünlük fikri sosyal Darwinizm ile birlikte sosyal ve kültürel alanlara da sıçramıştır. Charles Darwin’in; “Doğada güçlü olanın ayakta kalacağına” dair sözleri sosyal alanda da karşılık bulmuş ve güçlü ulusların ayakta kalacağı ve diğerlerinin yok olacağı ya da güçlülere hizmet edeceği gibi yanlış bir bilinç oluşturmuştur. Bu düşünce uygar Batılının yaptıklarına haklılık kazandırmıştır. Sosyal Darwinizm, Yeni Emperyalizm’in mottosu olmuş ve bu süreç “aşağı ırkların”, “üstün ırklar”a hizmet etmesinin, onları eğlendirmesinin meşruiyetini onaylamıştır. İnsan; evrim düşüncesi ile hayvandan üstünlüğünü kanıtlayıp onları istediği gibi kullanma hakkını kendinde gördüğü gibi ara formlar (aşağı ırklar/öteki insanlar) üzerinde de hak talep etmiş ve emperyalizm vasıtası ile bu hakkını(!) kullanmıştır.(15)
Bütün bu gelişmeler şüphesiz materyalist bir ilerlemeciliğe iman etmiş aydınlanma fikrinin ürünüdür. Aydınlanmanın hâkim fikri, toplumların çocukluktan yetişkinliğe geçişe benzer bir ilerleme yaşadığıydı (Şişman,N., “Hottentot Venüsü ve Condoeezza Rice”) yani tarihsel materyalizmdi. Avrupa’nın çocukluk dönemini temsil eden vahşi Afrika’nın ‘medenî’ Avrupa’nın vesayetine ihtiyacı vardı. İlkel insanlar yarı şeytan, yarı çocuk olarak kabul ediliyorlardı. Bu vesayetin meşruluk kazanmasında aşırı cinsellik de çok önemli bir rol oynamıştır. “Hotanto’ya Venüs isminin verilmesinden de anlaşılacağı üzere Afrikalı kadın, aşırı cinsiyetleştirilmiş bir şekilde sunulmaktadır. ‘Yarı şeytan’lık da bununla alakalıdır. Fakat, Baartman’ın aşırı cinsiyetleştirilmesi, kendisine verilen isimle sınırlı kalmamıştır. Üreme organları fizyologlarca incelenmiş ve anatomik yapısının aşırı cinselliğe yol açtığı şeklinde ‘bilimsel’ bir tespit de yapılmıştır. Kolonyalist ve oryantalist söylemle ilgili son dönemlerde yapılan çalışmalar, ötekinin yani Doğunun hem dişilleştirilmesi hem de aşırı cinsiyetleştirilmesinin bu söylemin temel özelliği olduğunu ortaya koymaktadır.” (A.g.y.) Batı; sömürgeleştirdiği topraklara meşruiyet kazandırmak için Doğu’yu cinsiyetleştirmiştir. Doğu ile ilgili fantezilerin hep çıplaklık ve çok kadınlılık ile ilgili olmasının sebebi de bu olsa gerektir. İlkel insanların çıplak dolaşmaları, harem kültürü, çok evlilik Batı’nın normlarına göre hem sapkınlık hem de baştan çıkarıcılıktır. “Bu çizilen tipoloji, çok çalışkan, kendinden fedakârlık eden ve özünde aseksüel olan 19. yüzyıl Avrupa burjuvasının aksine, aşırı cinsel ve ayartıcıdır. Bu müzmin cinsellik müptelalığı, ‘öteki’nin kendi kendisini yönetebilmesine engel teşkil ediyordu ve kolonileştirmenin gerekçesini oluşturuyordu.” (A.g.y.) Batılı bilinç hem sömürgelerinin meşruiyetini kuruyor hem de kendi yurt ve kimlik algısını ötekinin üzerinden inşa ediyordu.
Bu Avrupalıların kendilerini güvende hissetmelerinin bir yoluydu. Şimdi de üretilen kültürel ürünlerde öteki algısı devam ettirilmekte Sarah Baartman’a bakış aynı şekilde devam etmektedir. Bir internet sitesinde gördüğüm fakat ressamını öğrenemediğim yukarıdaki resimde (15) Sarah Baartman cinsel organını bir tarikat grubuna teşhir etmektedir. Ressam Sarah’ı bize arkadan gösterir. Üstelik ayna vasıtası ile izleyici ile göz teması kurması mümkünken bunu yapmayarak ve Sarah’ı bize perde arasından göstererek bizi dikizci konumuna sürükler ve bizi beyazların ayinine davet eder. Sarah’ın gölgesine dikkatlice baktığımızda kükreyen vahşi bir hayvan ile karşılaşırız. Böylece karaderililer ile vahşi hayvanlar arasında kurulan benzeşim devam ettirilmiştir. Bu olağanlaşmış temsiller bizim egemen/bağımlı ilişkisini sorgulamamızı engelleyerek olması gerekenin olduğuna bizi ikna eden statükocu bir bakış açışı kazandırır. Bu olgu bize hatırlatılarak olgunun devam etmesi sağlanır. Hall; siyah insanların kültürlerinin “doğa”ya indirgendiğini hatırlatarak köleliğin sabitleştirildiğini ve bu farklılığın Batılı bilinçte sonsuza kadar bir güven oluşturacağını söyler. (Akt. Kırel, s. 335) Ötekinin doğa ile özdeşimi Kürtlerin Beyonce’u olarak takdim edilen, Kuzey Iraklı Kürt şarkıcı Helly Luv’un peşmergelerle Kuzey Irak’ta çektiği klipte de açıkça görülebilir. Klip; bir özgürlük hareketinin desteklenmesinin takdimi gibi sunulur oysa daha çok oryantalist bir metindir. “Risk it All” adını taşıyan şarkıda(16) Luv; “Silahlarınızı havaya kaldırın / Artık beklemek istemiyorum / Hepsini riske etmek istiyorum / Bunu kendi başıma yapamam / Bunu üstleneceğiz.” der. Şarkı sözleri oldukça devrimcidir ama Helly Luv tam da Batılının öteki algısını beslercesine birden aslanlarla poz vermeye başlar, çölde dans edip zihnimizdeki tüm oryantalist figürleri tek tek sergiler. Hall’ün aktardığına ek olarak şunu söyleyebilirim: Batılı bilinç sadece siyah insanları değil kendi doğusundaki tüm ötekileri doğa ile özdeşleştirerek bir retorik kuruyor.
Kechiche’in güya Baartman’ın hatırasını canlı tutmak için yaptığı film de bu statükocu bakış açısını bize hatırlatıp köleliğin devam ettirilmesini haklılaştırmaktan öte bir şeye hizmet etmiyor. Batı’nın Doğu algısı kültürel ürünler üzerinden sürekli inşa ediliyor ve Batı’nın müdahale hakkı, aydınlatma fikri meşrulaştırılırken; batılı insanın kendini güvende hissetmesi sağlanıyor. Mesela; 1990’lardan beri İran Sineması’nın Batılı festivaller aracılığıyla dünyaya yayılmasının ardında böyle bir üretimin olduğu söylenebilir. Konu ile ilgili aydınlatıcı makalesinde Serpil Kırel; “İran filmlerinin Batı tarafından büyük bir beğeniyle ve sempatiyle karşılanıyor olmasının ardında, Batı’da eski bir hastalık olan gizli bir Doğu’ya “sömürgeci fantezi” alışkanlığı denebilecek bir “üstten bakış”ı harekete geçirerek bakma alışkanlığının etkisi olduğu söylenebilir. Yani yaygın “beklenti”ye göre Doğu, Doğu kalmalıdır. İran filmleri de aslında Doğu’nun Doğu kaldığının birer kanıtıdırlar! Örtülü kadınlar, kadının toplumsal konumu, örtük cinselliği, erkek egemen bir kültürün her anlamda öykülerde ortaya konuluşu, İslam dininden kaynaklanan ve daha çok kadının toplumsal varlığında ve temsilinde odaklanan kamusal alandaki sıkışmışlık olgusu olarak kısaca sayabileceğimiz özellikler bu filmlerde temsil edilen Doğu’nun alışıldık görünümleridirler. Bakışın sömürgeleştirilmesi olarak ele alınabilecek bu durumda Doğu, anlattığı öykülerle de öykü anlatma biçimiyle de aynı Doğu’dur.”(17) demiştir.
Burada dikkat etmemiz gereken kavram sömürgeleştirilmiş bakıştır. Zira bu bakış egemen iktidarlar tarafından bize öğretilmiş ve çoğu zaman yadırgamadığımız bir bakıştır. “Baskı kurmak, yalnızca ilişki içinde olmanın tersine herhangi bir kültürel denkliğe tahammül etmez. Baskın olanlar, kendilerini ahlaki ve tarihi olarak haklı görmeye ve sistem içinde üretilen iktisadi artığın esas sahibi olarak hissetmeye ihtiyaç duyarlar.”(18) Bu yüzden bu bakışı inşa ederler. Bu sömürgeleştirilmiş bakış sadece “Doğu” olarak anılan yer için geçerli değildir. Batı’nın Balkanlara bakışı da yine kültürel metinler üzerinden inşa edilen bir bakıştır. Slavoj Zizek iki popüler Balkan filmi olan Underground (Yeraltı, 1995) ile Before the Rain (Yağmurdan Önce, 1994) için şöyle der: “Bu iki film, Batılı liberal çokkültürcülüğün nihai ideolojik ürünüdür: Bu filmler Batılı liberal bakışa, tam da bu bakışın Balkan Savaşı’nda görmek istediği şeyi sunar: yoz ve ruhsuz Batı hayatının tersine, zamandışı, akıl sır ermez, mitik ihtiraslar döngüsü.”(19)
Modern kolonyalist kültürün; normatif, homojen, Avrupa-merkezci evrenselcilik anlayışına dayanan hiyerarşik kültüründe bu bakış çok belirgin iken kültürel rölativizme önem veren, heterojen, evrensel normların terk edilerek tikel değişkenlerin önemsendiği, kültürel farklılığın öne sürüldüğü, çokkültürlülüğün savunulduğu ve artık sanatçının bir etnograf kimliğine büründüğü post-kolonyalist, post-modernist kültürde bu bakışı yakalamak oldukça zor hale geldi. Oysa dikkatli izlenildiğinde Batı dışında üretilen metinlerin bile “kendi kendine oryantalizm” ürettiğini görmek hiç de zor değil. (20)
SONUÇ:
Shakira; 2012 yılında Paris’te verdiği konserde(21) 2010 Dünya Kupası için söylediği Afrika’nın yerel bir dansının adını kullandığı “waka waka” şarkısını söylemeden önce konser alanına kurulan dev ekranlarda Afrika’nın yoksul kesiminden çocuklar; hayallerini söylerler. Üstü başı dökülmüş, yoksul çocuklar; okula gitmek istediklerini, devlet başkanı, mühendis, mimar olmak istediklerini, gitar çalmak istediklerini söylerler. Sonra binlerce kişi hep bir ağızdan “waka waka” şarkısını söyleyip eğlenir. Batılı bilinç hala kendini güvende hissetmek için bir ötekine ihtiyaç duyuyor ve Afrikalı yoksul çocuklar Parisli züppeler(!) için bir umut kaynağı haline geliyor. Çünkü Afrikalı yoksulların hayal ettikleri şeyleri onlar çoktan yapmış oluyorlar.
İsveç Kültür Bakanı’nın katılımı ile kadın sünnetini eleştirmek için toplanan bir grup aktivistin “Sarah Baartman’lı pastası” kadınlar için bir hak arayışından çıkarak ırkçı bir söyleme dönüşüyor. Sarah Baartman suretindeki pastanın genital bölgesini dilimleyip afiyetle yiyen beyaz kadınlar kendi cinsel organlarını güvende hissediyorlar.
Üretilen kültürel ürünler de Avrupa-merkezci bakış açısını değiştirmeyecek şekilde düzenleniyor. 2010 yılında yapılan ve Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü kazanan Sarah Baartman filmi “Black Venüs” de egemen/bağımlı ilişkisini bize yeniden hatırlatan bir başka seyire dönüşüyor. Walter Benjamin; “Kim kültürden bahsediyorsa hükmetmekten bahsediyordur.” demektedir. Birilerinin üzerinde hakimiyet kurmak ise bir iktidarın varlığı ile mümkündür. İktidarın; egemen/bağımlı ilişkisini süreğen kılmak için merkezdekiler tarafından üretildiğini ve “ötekileri” de bu merkeze eklemlemek yahut dışlamak üzerine inşa ettiğini hatırlamalıyız. “Öteki” hegemonik ideolojinin/başat/baskın olanın icat ettiği bir şeydir ve bu hegemonya, kültürel ürünlerde egemen/bağımlı ilişkisinin yeniden üretimi ile “madun”a/”alt tabaka”ya tekrar tekrar hatırlatılması ile kalıcı olabilir.
Kaynakça:
1) http://www.hayalperdesi.net/nedenfilmcevaplar/tumu.aspx
2) Hal Niedzviecki, Dikizleme Günlüğü, Ayrıntı yayınları, İstanbul, 2010, s. 209
3) Hasan Aksakal, “Seyirlik Bir Eğlence” Olarak Savaş, Bibliotech Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl:5 Sayı:15, Kasım 2011, s. 54
4) Akt. Serpil Kırel, Kültürel Çalışmalar ve Sinema, Kırmızıkedi Yayınları, 1. Basım, 2010, İstanbul, s. 329
5) Film için bakınız: http://www.imdb.com/title/tt0065088/?ref_=nv_sr_1
6) Dr. Brandy Engler&David Rensin, Divanımdaki Erkekler, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 2013, s. 196
7) http://www.nydailynews.com/entertainment/music-arts/miley-cyrus-stage-act-exploit-people-article-1.1706695#bmb=1 sitedeki makalede Miley Cyrus: “Biz cüceleri kendilerine özel ve seksi hissettiriyoruz.” demiş; fakat şovun bir parçası olan Hollis Jane ile yapılan röportajda, Hollis; 2013 MTV video müzik ödüllerinden sonra ağlayip titrediğini ve bu dans tecrübesinden hiç hazzetmediğini belirtiyor ve “Bir şeyi gerçekten kendiniz yapmadan anlayamazsınız, bu dans bana sanki dekorun bir parçası olduğum meta gibi hissettirdi.” diye ekliyor. Hollis Jane doğrudan Miley Cyrus’ı suçlamasa da önemli bir mesaj veriyor, “Küçük insanların (cücelerin İngilizcedeki siyaseten doğru kullanımı) medyada bir şakadan ibaret olarak yer alması terkedilmelidir.”. Cyrus’ın MTV müzik ödüllerinde yaptığı dans epeyi tepki çekmiş ve Cyrus ırkçılıkla suçlanmıştır. Kia Makarechi yazdığı kısa ama etkileyici yazıda ( http://m.huffpost.com/us/entry/3817286/ ) “Siyahi insanların Miley’nin gösterisinde kullanılması ve siyahi kültüre ait twerking (kalça sallama) gibi ögelerin şovun bir parçası olması Miley’nin aslında artık vahşi (masum olmayan), tehlikeli ve yeni bir imaja sahip olduğunu vurguluyor. Miley’nin MTV video müzik ödüllerinde zenci kültürünü pervasızca kullanması rahatsızlık verici olmasının yanı sıra artık bir Disney starı olmadığını da gösteriyor, daha da önemlisi eğlence sektörünün ekibinin bu anlamdaki ahmaklığına ortak olmasını da ortaya koyuyor. Öyle ki, nasıl olur da kimsenin aklına Miley’nin dolgun zenci dansçıların popolarına vurması (tokat atması) ve onları birer et parçası gibi göstermesi bir hakaret olarak algılanmaz? Volture’dan Judy Rosen bu şovun ırkçı olduğunu söylüyor. Cyrus zenci ve ‘dağıtmış’ kültürü güçlü seks ögelerinin olduğu ve kadın bedeninin kullanıldığı sembolizme eklemlendirerek kendi yeniden doğuşunu yaratıyor: Tertemiz aile kızı Disney starından artık büyümüş bir hipster provakatörüne dönüşüyor.” (İngilizceden çeviriler için Behre Övgü Özalp’a teşekkürler.)
8) Gerard Badou, Hotanto Venüsü, Epsilon Yayınları, 1. Basım, 2003, İstanbul, s. 23
9) Mesud Ata, “Sarah Baartman: Uygarlığın Karanlığında Bir Afrodit”, http://yabanil.net/sarah-baartman-uygarligin-karanliginda-bir-afrodit/
10) Gürcan Banger, “Hotanto Venüsü”, http://www.duyguguncesi.net/?p=7248
11) Haberin tamamı için bakınız: “[News] Swedish minister of culture carves up racist cake of Sarah Baartman -World Arts Day” http://stolenfromafrica.com/2012/04/news-swedes-carved-up-a-sarah-baartman
12) Nazife Şişman, “Hottentot Venüsü ve Condoeezza Rice”, http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=22&makaleid=4157
13) V.S. Ramachandran, Sandra Blakeslee, Beyindeki Hayaletler İnsan Zihninin Gizemlerine Doğru, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, Birinci Basım, 2011, İstanbul, s. 32 (Ramachandran; kitabın atıf yapılan bölümünde Gall’in bilim tarihine bıraktığı ilginç ironiyi de ekler: “Gall öldüğünde insanlar onun beynini de tarttı ve ortalama bir kadın beyninden birkaç gram daha hafif olduğunu buldular.”)
14) Mesud Ata, “Sarah Baartman: Uygarlığın Karanlığında Bir Afrodit”, http://yabanil.net/sarah-baartman-uygarligin-karanliginda-bir-afrodit/
15) Resmin kaynağı için bakınız: http://blogs.24.com/jeanihess/files/2012/06/c98523ba-cf31-4a25-af29-d27715ef6472.jpg
16) https://www.youtube.com/watch?v=33Zd1c4QDIs (şarkının klibi için bakınız)
17) Serpil Kırel, İran’da Sinema: İran Sineması ve Üretim Dinamikleri ve Anlatıya Etkileri Üzerine Bir Değerlendirme, Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması kitabı içinde, Es Yayınları, İstanbul, 2007 s. 408-409
18) İmmanuel Wallerstein, Avrupa Evrenselciliği İktidarın Retoriği, Aram Yayınları, İstanbul, 2007, s. 45
19) Slavoj Zizek, Çokkültürcülük ya da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı, Çağdaş Sanat ve Kültüralizm kitabının içinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s. 70 (Burada Zizek’in işaret ettiği şey oryantalizme benzer bir adlandırma ile kavramsallaştırılan “Balkancılık”tır. Balkancılık üzerine teferruatlı bir çalışma yapan Maria Todorova’nın Balkanları Tahayyül Etmek kitabı konu ile ilgili epeyi malzeme vermektedir. Todorova’nın ortaya koyduğu olgu bu makale boyunca anlatmaya çalıştığım şeye çok yakındır: Herkesin bir Doğusu vardır. )
20) Nuri Bilge Ceylan’ın böylesi bir üretime hizmet ettiğini anlatan yazı için bakınız: Kürşat Saygılı, Kış Uykusu (2014): Nuri Bilge Ceylan Sineması Üzerine Yaz Notları, https://www.cinerituel.com/2016/03/kis-uykusu-2014-nuri-bilge-ceylan-sinemasi-uzerine-yaz-notlari.html
21) Konserin bu bölümü için bakınız: Shakira New Songs 2012 Waka Waka (This Time for Africa Official Songs 2012 In Paris) 1080p [HD] 2012, http://www.youtube.com/watch?v=3J-0AwKevXo
22) Film için bakınız: http://www.imdb.com/title/tt1401643/
23) Theodor W. Adorno, Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi, İletişim Yayınları, İstanbul, 6. Baskı, 2011, s. 121
Not: Bu yazı daha önce Dipnot Dergisi’nin “İktidar” sayısında yayınlanmıştır.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.
Ellerinize,kaleminize,emeğinize sağlık.Çok iyi bir yazı