Ezel (2009): Ramiz Dayı’ya “Yamuk Bakmak”

Ezel (2009): Ramiz Dayı’ya “Yamuk Bakmak”

Share Button

Popüler kültür eleştirisi denince ilk akla gelen düşünürlerden biri de hiç şüphesiz Slavoj Zizek’tir. 3-4 Aralık’ta Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bölümü ile Encore Yayıncılık tarafından ülkemize gelen Zizek, Post-İdeolojik Dünyada İdeolojiler üst başlıklı konuşmasında, günümüz popüler kültürüne işlemiş örtük ideolojilerden söz etmişti. Biz de günümüzde Popüler Kültürün, Zizek’in yaptığına benzer olarak, medyada işlenen popüler kültür konuları ve imgelerinin ideolojik arkeolojisini yapıp bir türden yapı bozumunu yapmaya çabalayacağız. Zizek’in, Lacan’dan miras aldığını defalarca belirtmekten kaçınmadığı “…ile okumak” yöntemini biz de ülkemizdeki Ezel dizisini ve Ömer/Ezel karakterini “Zizek ile okuyarak” bir analize tabi tutacağız. Bu dizilerde işlenen konuları ve yaratılan imgelerin örtük ideolojik arka planını ve derinindeki amacın nasıl işletildiğini ortaya sermeye gayret edeceğiz. Biraz da olsa, bize masum gibi görünen yapıtların derinden verdiği mesajlarla algılarımız ve davranışlarımız üzerinde yaratma olanağı bulunan tahribata bir farkındalık yaratarak bunun sakıncalarından kaçınmanın yolunu bulmaya çalışmak ve ortaya çıkarmak bu metindeki en temel gayemizdir.

Öncelikle, Zizek’in popüler kültür eleştirisinin popüler olanı dışladığı ya da olumsuzladığı yönünde bir yanılgıya düşmemek gerekir; onun karşı çıktığı popüler kültürün ideolojik aygıtlarla sömürülüyor oluşudur. Bunun tehlikesini de örtüklüğünde görmektedir. Dolayısıyla denebilir ki: Zizek, popüler kültürün derininde gizlenmiş ideolojiyi aşikâr kılarak, popüler kültürün bu yönlü sömürüsünün önüne geçmeyi tasarlamaktadır. Bir filozofun popüler olanı fenomen olarak alıp işliyor oluşu pek aşina olduğumuz bir yöntem değildir. Zizek’in ironik biçimde popülaritesini borçlu olduğu bu metodolojisi aktüel olanın felsefi bir yorumu olarak okunabilir. Bu noktada Zizek’in aynı nesneye/olguya bakarak farklı sonuçlar çıkarabiliyor oluşunda, muhakkak ki durduğu yerin ve baktığı pencerenin farklılığı değil sadece; aynı zamanda kullandığı araçların özgünlüğü de önemli yere sahiptir. Onun en sık kullandığı aracın ne olduğuna Yamuk Bakmak eserinin önsözünde Lacan’a yönelik söyledikleriyle açıklık getiriyor: “Lacan’a böyle ‘yamuk bakmak’, ‘düzgün’ bir akademik bakışın çoğunlukla gözden kaçırdığı özellikleri saptamayı mümkün kılıyor” (Zizek 2004: 8). Zizek doğrudan bakmanın gözlerin odaklanmasıyla var olanı göstermeye yeterli olacağını; fakat yamuk bakmanın izleyiciye/gözlemciye örtük olanı göstermekte fayda sağlayacağını düşünür. Bu anlamda ülkemizde popüler kültürün kendine özgülüğünü de dikkatlerimizden kaçırmadan kültürümüzün popüler kısmına örmek olacak Ezel dizisiyle kendimizle ve kültürümüzle hesaplaşmanın yollarını arayacağız.

Son dönemde çekilen filmlerde psikanalizin kullanılmaya başlanması yeni olmamakla beraber, sıklaşmaya başlanması gözle görülebilir bir olgudur. Burada karakter ile özdeşleşmenin kurgulanışında klasik sinemada olduğu gibi doğrudanlık değil; dolayımlılık esas niteliğini oluşturmaktadır. Ezel karakteri kimi zaman duygularını kontrol edebilen güçlü bir karakteri yansıtıyorken; kimi zaman -ve hatta çoğunlukla- masum bir çocuğu temsil etmektedir. Yılmaz Güney’in dayak yediği sahnelerden birine izleyicilerin sandalyeleri ekrana fırlatarak tepkilerini gösterdikleri dönemleri çoktan geçmişte bıraktık demek ki. Ezel bize bir bireyin sahip olabileceği bütün yönleriyle sunulmaktadır. Ezel’in de rakiplerinden güçlü olmasını sağlayan istikrarlı tutumu değil; aksine içinde barındırdığı bu çocuksu yönüdür. Yani gücünü güçsüzlüğünden almaktadır. Ömer-Ezel-Ramiz Dayı üçlemesi psikanalizin üçlü ruhsal aygıtına bir gönderme olarak okumak çok da fazla zorlama olmasa gerek. Ezel’in Ali-Cengiz oyununa gelerek kaybettiği, Ömer’in dürtüleri ile Ramiz Dayı’nın öğütleri birbirleriyle çatışmaktadır sürekli. Ezel yaşamında ihtiyacını hissettiği bu enerjiyi de aralarındaki bu gerilimden almaktadır.

Karakterlerin seçimindeki özen her ne kadar kurguya ve olay örgüsüne taşınamamış olsa da; bu yönüyle dahi memleket insanına daha yakın bir duygudaşlık kurulmasına sebep olmuştur. Ezel öyle bir karakterdir ki ne zaman ne yapacağı bilinmez. Yaptığı her şey bir bütünlük taşımaktadır. Taşranın masum diyarında yetişip, taşranın raconuna ters de olsa taşralığın bünyesinde barınan, kalleşliğin en acımasızına tanık olmuş birinin başarı(!) merdivenini hızla tırmanmanın dayanılmaz hafifliğidir, izleyicinin kendini böylesi bir ritme kaptırması.

Lipovetsky her ne kadar günümüzün Hiper-Modernite’nin temel dinamiklerinden biri olan “anı yaşa” sloganına dikkatleri çekse de; bırakın post moderniteyi özümsemeyi, modernizmin sıkça tartışılan rasyonalitesinden bihaber memleketimiz gençlerinin popüler olanla kurduğu bu ilişki de modernizm öncesi döneme göndermeler taşımaktadır. Modernizim öncesi kurumlarının tahakkümünden kurtulamayıp, Hipermodernitenin nimetlerinden nasiplenmeye çalışan bir toplumun kültürü de sarkacın salınımı gibi bir oraya bir buraya gidip-gelecektir. Bunun teknik boyutları düşünülmüş olsa gerek ki: bu hususlar kendi içinde çelişik – yamuk bakmadıkça- görünmemektedir. Ramiz Dayı’nın ve annesinin söylediklerini ne reddedebilen ne de kabullenebilen kişinin, eylemlerinin tek dayanağının kendi aklı ve iradesi olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu da zaten hedef kitlenin nasıl algılandığına bir göndermedir. Böylesi bir varsayımla yola çıkan yapımcılar bizlere her zaman bir yol göstericinin ihtiyacına dem vuracaklardır.

Ramiz Dayı’nın Dostoyevski ve Shakespeare’den de yer yer alıntılar yaparak ettiği tavsiyelerin cazibesi sadece ne söylendiğini değil; nasıl söylendiğini de estetize eden bir diğer husustur. Buradan da günümüz fenomenlerinin “Ne”lik ile yetinmeyip “Nasıl”lığa da bir göndermeyi içinde barındırdığının ifadesini bulduğunu söyleyebiliriz. Sadece güçlü olmak, zengin olmak değildir amaç; bu yüceltilerin de yüceler tarafından kabulü gerekir. Yani güçlü ve zengin olup, zayıf ve fakirlere yüce görünmek yetmeyip; güçlü ve zenginlere de güçlü ve zengin olduğunu kabul ettirmek gerekmektedir. İkinci türden olanı, birincisine nazaran daha az maddiyatla ilişkilendirilmektedir. Her ne olursa olsun günümüzde amaçların hiç biri kişiye aşkın olanın iması değildir artık. Din, ideoloji, etnik yapı gibi bireyleri bir arada tutan üst değerler yerini anın zamansallığında ortaya çıkan arzunun tatminine bırakmıştır artık. İsim böyle konulduktan sonra da günümüze kadar kullanıla gelen “Amaç”ın da amacından saptığını ya da boyut değiştirdiği gözler önüne serilmektedir.

Dizinin Facebook’taki yansımasına gelince… Facebook’ta kurulan hayran gruplarının tarifsiz ve tanımsız çeşitliliğine en son “Cansu Dere gibi sevgilim olacağına Ramiz gibi dayım olsun” eklendi. Başta çok masum olarak görünse de (ki gerçekten de bu niyetle kurulmuş olabilir; ama kimilerinin yaptığının aksine, biz edimlerin sadece niyetinin ne olduğuyla yetinmeyip, sonuçlarıyla da ilgileneceğiz) popüler kültürün dayandığı bu son nokta üzerinde durulmaya değerdir.  Facebook’taki gruplaşmaların örgütlenişini ifade etmek yerinde olacaktır. Eskisi gibi belli amaç veya idealler etrafında toplanmış kişilerin örgütlülüklerini bir çatı altında toplama devri kapanamaya yüz tutmuştur. Bu platformda örgütlenme belli konularda fikri olmayan ya da karşı fikirde olanların grup içinde eritilerek topluluğa dâhil etme yöntemi, yerini öncesinde hali hazırda bir takım insanların belli ön kabullerinden ya da öz niteliklerinden dolayı bir araya geldikleri alanlar haline gelmiştir. Dolayısıyla tek bir slogan insanları bir araya getirmeye yetmektedir. Yukarıdaki temenni ya da tespitin sloganlaştırılmış versiyonunun ışığı retinamızdan kaçmamaktadır. Öncelikle sloganın kendisine bakalım: “Cansu Dere gibi…” ve “Ramiz gibi…” Cansu dere kişinin dizideki karakterine değil; gerçekliğine işaret iken, Ramiz tam da buradaki haliyle kabul görmektedir. Gerçek olan Cansu Dere ile değil; kurgusal olan Ramiz ile ilişki kurulmak isteniyor oluşu, sadece gerçeğin yerine konmak istenen kurgusala değil partnerin yerine konan Lacancı anlamıyla “Babanın Adı”na da bir göndermedir.

Gelelim bir diğer Lacancı teori ya da Zenon paradoxlarından biri olan tavşanın, kaplumbağayı yakalayamayacak oluşuna: Lacan’da  “object petit a” ile tanımlanan arzulayan öznenin arzu nesnesiyle kurduğu ilişki olarak tanımlanan eksikliğin giderilemeyecek olgusuna. Brecht’in de “istediğinizin peşinden giderken hızlı koşmayın; ona yetişeyim derken onu geçebilirsiniz” diyerek uyardığı bir olguydu bu. Ezel, Eyşan’a neredeyse her bölümde ulaşır; ama bir türlü kavuşamazlar. Tam yakaladım derken, elden kaçmaktadır. Bu kavuşmanın gerçekleştirilemiyor oluşu her zaman Eyşan’la ilgili de değildir üstelik; Ezel’de vazgeçmektedir kimi zaman. Kavuşamamalarındaki etkenlerden biri olarak ortaya konabilecek “Yapımcılar, kavuşmaları durumunda eserin büyük bir boşlukla karşılaşacağı ve dolayısıyla devamını ilgi çekici hale getirebilmelerinin zorluklarının farkında oluşları” yargısı bu bağlamda bizi ilgilendirmemektedir. Ortaya konan bir arzu nesnesi var ve buna ulaşılmıyor oluşu filmin temel dinamiğidir. Yaşamımızda da sürekli önümüze ulaşılmaz nesneler koyarak, yaşayabilmemiz için gerekli enerjiyi elde ediyor değil miyizdir? Hegel’in söz konusu istemeler bağlamında “insan” olduğunda, onu diğerlerinden farklı kılan etken olarak “isteme”nin kendisini istiyor oluşuyla açıkladığı: nesne değil, arzunun kendisidir arzulanan. Böylelikle Ramiz Dayı üst-beninden kurtulabilse de Ezel’in id(Ömer)’i izin vermemektedir kavuşabilmelerine. Yapımcıların biz masum ama saf izleyicilerden beklediği de aslında tam da bizim bu beklentilerimize karşılık olabilme ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Bir anlamda kendi beklentilerini, bizim beklentilerimize cevap olabilmek üzerine kurmuş durumdadırlar. E böylelikle, üretim de böylesi bir ihtiyaca karşılık olmak iddiasıyla tüketilebilir hale geliyor. Tüketiyoruz birbirimizi, ürettiğimiz meçhul olsa da…

Zizek’in Starbucks’tan yola çıkarak ortaya koyduğu ideoljik tespit dizimiz için de uygunluk taşımaktadır. Zizek’in Boğaziçi Üniversitesinde yapmış olduğu konferansta işaret ettiği boyutu şöyleydi: “Starbucks’tan kafeinsiz kahve alan biri sadece kafeinsiz kahve tüketiyor değildir; Starbucks’ta kahve alma sınıfını da alıyordur. Kapitalizmin kendini sunuşu da günümüz gerçekliğine uyum sağlamaktadır. Kapitalizm uzun zamandır ihtiyaca karşılık gelecek üretimler yapmak yerine; üretileni pazarlayabilmek için ihtiyaç üretmeye başlamıştır. Bu noktada bizi tüketmeye ikna edebilmek için bilincimize seslenen kapitalizm yerini bilinçdışımızı tahrik ederek nesneye yönelmemizi sağlıyor. Hatta nesneye yönelmek de söz konusu değildir artık; nesne bize yönelmiştir hali hazırda, bize düşen onu reddetmemektir. Bunu fark etmiş olan yurdum yapımcıları da popüler kültürün şimdiye dek tükete tükete bitiremediği olgularını, biçimini değiştirerek tekrar önümüze koymaktadır. Kişiyi sormaya ve sorgulamaya teşvik etmeden ve hatta mümkünse buna engel olmanın yolu bizim yerimize sormuş ve sorgulamış olanın cevaplarıyla sağlanıyor. Ramiz Dayı arada inzivaya çekildiği mağarasından, hiç beklenmedik zamanda ortaya çıkmaktadır. Olayların içinde yer almasa da olayların çözümünü bilmektedir. Kafaların allak bullak olduğu ve gerilimin tavanlarda cirit attığı anda ortaya çıkıp “vahiyler düzmektedir”. Onunla ilgisiz görünen ve hatta düşman olduğu sanılanların bir anda dayılarına arka çıkmaları, ne yapacağını bilmekten aciz olanların sığınağı haline getirmektedir Ramiz’i. Ki zaten dayılığını da buna borçludur ya da borçluyuzdur. Ramiz’in entelektüel görünümüne rağmen insanlar arasında uzlaşı üzerinde değil; haklı olana hakkını vermek yönünde etki ediyor oluşu temel bir ihtiyaca karşılık gelmektedir: insanlar haklı olduğuna ikna olunsun ve hakkını yiyenle uzlaşılsın istemiyorlar; haklarının iadesini ve onların o duruma düşmesine sebep olanların kendi durumuna gelsinler istiyorlar.

Zizek’in de ortaya koyduğu biçimiyle “ideoloji şayet ki hayatımızın her alanına bu kadar geniş bir alanına yayılmışsa, bunları ortaya koymak tek başına yeterli midir?”sorusuna Marx’ın da çok önceleri verdiği yanıtla anlam kazanıyor: Dünyayı anlamak yetmiyor; onu değiştirmeli. Peki nasıl?

Burada değişimden kastedilen artık dış dünya değil; kişinin kendisidir. Değişimin her türlüsü bir sabir ve bir değişkeni gerektiriyorsa şayet. Kendimizi sabit kılıp bütün dünyayı değiştirmek gibi saçma bir uğraş içine girmektense kendimizi değiştirmekle başlamalıyız işe. Kapitalizmin en temel meşruluk zemini “alan memnun, satan memnun ve bunların her ikisinden de payını fazlasıyla alan devlet daha bir memnun” gibi bir iddia ile tepkilere karşı bağışıklık kazanıyor oluşu ilk defa ortaya atılmış bir tespit değildir. Fakat Zizek’in Matrix filminde Neo’ya kırmızı ve mavi haplar arasında seçim yapmaya zorlayan(!) Morpheus’a getirdiği “Üçüncü hapı istiyorum itirazı” yerinde ve zamanındadır. Nietzsche’nin İyinin ve Kötünün Ötesinde durana işareti sebepsiz değildir: “Bir şey kendi karşıtından nasıl kaynaklanabilir ki? Hatadan hakikat nasıl doğar örneğin? Ya da aldanma isteminden hakikat istemi?…” Toplumun dualizm içinde verilen kodları arasındaki bir seçim, özgürlüğe ne kadar işaret olacaksa; bunlardan herhangi birini seçmek, o kadar mutlu edecektir. İşte Zizek’in özgürlüğü ve iradeyi aradığı kısım olan bu an bizleri “Hayır bana sunulmuş olanlar arasında seçim yapmak değil; sunulmuş olanları alıp-almamak arasında seçim yapmalıyım diyebilmeliyiz.” Ömer’e yapılanların kabul edilemez oluşu, Ezel’in her yaptığını kabul edilebilir kılınıyor bu dizide. Fakat bizim Ezel gibi olmazsan Ömer olmaya mecbursun diyalektiğini reddedip filmde bize sunulmayan üçüncü kişiye ulaşmalıyız.

KAYNAKÇA

-ZİZEK, Slavoj. Kırılgan Temas, çev: Tuncay BİRKAN, Metis yay., İstanbul, 2006.
-ZİZEK, Slavoj. Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş, çev: Tuncay BİRKAN, Metis yay., İstanbul, 2004.
-LIPOVETSKY, Gilles, Hypermodern Times, Polity press, Cambridge, 2005.
-The Pervert’s Guide to Cinema. Presented by Zizek.
-NİETZSCHE, Friedrich. İyinin ve Kötünün Ötesinde, çev: Ahmet İNAM,  Yorum yay., 2001.

Konuk Yazar: Ramazan KURT

, , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir