*Bu yazı Robbie Collin ismi ile The Telegraph’ta yayınlanmış olup Türkçeye Fırat Çakkalkurt tarafından çevrilmiştir.
2015’in Aralık ayıydı ve Londra’nın batı yakasında bir otel odasındaki heyecanı bir buz kıracağıyla yontabilmek mümkündü. Quentin Tarantino, kendisini Rezervuar Köpekleri günlerinden bu yana destekleyen Bob ve Harvey kardeşlerin kurduğu Weinstein Şirketi’nden küçük bir basın sözcüsü filosu ile birlikte kente gelmişti. Weinstein ailesinin üç üyesi, Tarantino’nun son filmi olan The Hateful Eight’in bu yılki adaylıklarda ne kadar başarılı olduğunu görmek için bekliyorlardı ve listeler açıklandığında, film üç adaylık elde etmişti: en iyi yardımcı kadın oyuncu (Jennifer Jason Leigh), en iyi özgün müzik (Ennio Morricone) ve en iyi senaryo. Weinsteinlar rahatlamış görünüyorlardı.
Birkaç dakika sonra koridorun sonundaki bir odada yönetmenle buluştuğumda sonuçtan oldukça memnundu. “Senaryomun cırlayacağını düşünüyordum,” dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Tarantino senaryolarının yapmayacağı tek bir şey varsa, o da cırlamaktır. Çünkü hem perdede hem de kişisel olarak onu yansıtan asıl şey her zaman gümbürdemek olmuştur. Kanepenin ucunda oturuyordu, vücudu gemi başı gibi öndeydi ve kelimeler düzensiz bir şekilde taklalar atarak ağzından çıkıyordu.
The Hateful Eight’in beklenildiği gibi Altın Küre seçici üyelerini ikiye böldüğünü anlatıyordu yönetmen. Şimdiye kadarki en popüler iki filmi olan ve tarihi eğip büken haşarı çocukları Inglourious Basterds ve Django Unchained’in ardından, Tarantino bu kez daha sert, karamsar ve insanın kemiklerini kırarcasına saldırgan; ama yine de coşkulu bir biçimde güzel bir işle geri dönmüştü (Film, ekran boyunca yayılan ve sıra dışı kompozisyonlar oluşturmaya izin veren, ama artık pek kullanılmayan bir görsel format olan Ultra Panavision 70 ile çekildi).
Film, Agatha Christie’nin The Iceman Cometh adlı oyununa ve John Carpenter’ın klostrofobik korku filmi The Thing’e eşit derecede borçluydu. Ayrıca The Hateful Eight’in Tarantino hayranları arasına yeni katılanlar için ciddi bir sinir testi; sadık can yoldaşları için ise bir nirvana olduğunu söylemek gerek.
Öncelikle film yaklaşık üç saat uzunluğunda – hatta Road Show versiyonu giriş, ara ve ilave sahneleriyle yedi dakika daha uzun sürüyor. Ve filmin isminin de ima ettiği üzere özdeşlik kurabileceğiniz bir karaktere burada rastlamıyorsunuz. Bunun yerine, film şüpheli işlerin döndüğü bir dağ yolu istasyonundaki sekiz adamla birlikte size açık büfe kötülük sunuyor. Uzun yıllar öncesinin meselesi olan Amerikan İç Savaşı ırkçı ve ulusal kinle köpürmüştü. The Hateful Eight’in sekiz adamından biri olan ve Samuel L. Jackson’ın canlandırdığı Binbaşı Marquis Warren Birlik için savaşmakta ve paltosunun cebinde Abraham Lincoln’den bir mektup taşımaktayken, Walton Goggins’in canlandırdığı Güney Karolinalı şerif ve Bruce Dern’in canlandırdığı aksi General karakterleri ise yenilginin acısını yaşayan Müttefik askerleridir.
Gerilimli ırk ilişkileri Tarantino için yeni bir şey değil. Yönetmen, 60’lar ve 70’lerde Los Angeles’ın South Bay bölgesinde büyüdü ve kendisi üç, annesi Connie yirmi yaşındayken annesiyle birlikte Tennessee’ye taşındı. Buraya geldiklerinde siyahlara karşı ayrımcılık ve polis şiddetiyle kıvılcımlanan altı günlük 1965 Watts isyanının ertesiydi. (Hukuk fakültesi öğrencisi olan ve aktör olmak isteyen babası Tony henüz o doğmadan evi terk etmişti.)
Tarantino, çocuk yaşta ve sonrasında Manhattan Beach’te Video Archives isimli kiralama dükkânında çalışırken seyrettiği binlerce film arasından çocukluğunun western filmlerini “alaycı” ve “sert”; hatta “kendince anti-Amerikan” diye tarif ediyor. McCabe ve Mrs. Miller modern Amerika’nın yönetim mekanizması konusunda The Parallax View ve All the President’s Men gibi paranoyak bir bakış açısına sahipken, Soldier Blue ve Little Big Man Vietnam Savaşı korkularını sınıra taşıyordu. Ona göre western filmlerin özel bir durumu vardı: Bu filmler “yapıldıkları dönemin Amerika’sı hakkında, modern zamanla uğraşmayan diğer türlerin neredeyse tümünden” daha çok şey söylüyorlardı.
Bu bakımdan, Tarantino The Hateful Eight’e son yılların ırk sorununu yansıtacak bir biçimi kasıtlı olarak vermiş. “Kanunu temsil eden kelle avcıları”, barakanın sembolik olarak “kuzey” ve “güney” diye ikiye ayrılması ve “sınır adaletinin” gizli tehlikeleri hakkında Tim Roth’un canlandırdığı güler yüzlü celladın yaptığı konuşma gibi detaylar üzerinden git gide büyümekte olan çalkantıyla “ilişki kurmayı” amaçlıyor yönetmen.
“Ama yapım süresi boyunca, geçtiğimiz bir buçuk yıl içerisinde bu olaylar yaşanmaya devam ettiği için film, konuyla bizim düşünemeyeceğimiz kadar çok ilgili oldu,” diyor; özellikle de 18 yaşındaki Michael Brown’ın 2014’ün Ağustos ayında, Ferguson, Misouri’de beyaz bir polis memuru tarafından öldürülmesinin ardından devam eden huzursuzluk ile. Tarantino’yu en derinden yaralayan olaysa, Charleston, Güney Karolina’daki Mother Emanuel Kilisesi’nde yaşanan ve başpapazla birlikte ayine katılan üç erkek ve beş kadının, yönetmenin deyişiyle “kendisini Müttefiklerin isyan bayrağına sarmış üstüncü bir puşt” tarafından öldürüldüğü toplu katliamdı.
Tarantino, haberlerde duyurulan olaylar dolayısıyla kariyeri boyunca kendisini ilk defa senaryodaki bir replik üzerinde oynama yaparken bulduğunu söylüyor. Böylece filmin başlarındaki Şerif’in tiradı “Zenciler korkuyorsa, beyaz insanlar güvende demektir,” diye değişmiş ve daha sonra bu replik Binbaşı tarafından şık bir biçimde “Siyah halkın güvende olduğu tek zaman, beyaz halkın silahsızlandığı zamandır” diye cevaplanmış oldu. Aslında Goggins’in canlandırdığı karakter İç Savaş sırasında kendi öldürdüğü siyahlara atfen “Güney Karolina’daki beyaz insanlara kendilerini güvende hissedip hissetmediklerini sor,” diyordu, fakat bu replik amaçlanmamış bir tahrik taşıdığı için Tarantino tarafından senaryodan çıkarıldı.
Mother Emanuel katliamının ardından yaşananlar ise yönetmeni çok şaşırtmış. “İnsanlar birdenbire daha önceden konuşmadıkları şekilde İç Savaş’taki güney ittifakını konuşmaya başladılar,” diyor. “Demek istediğim, ben Müttefik bayrağının Amerikan Swastika’sı olduğunu düşünmüşümdür hep. Ve şimdi, insanlar onun hakkında konuşup onu yasaklıyordu. Artık o bayrağı lanet olası plakalarda, kahve fincanlarında ya da başka bir şeyin üzerinde görmek kabul edilemezdi. Ve halk Bedford Forest (Müttefik Generali ve Ku Klux Klan Baş Büyücüsü) gibi insanların heykellerinin parklarda bulunmasını sorgulamaya başlıyordu. Yani bana sorarsanız, bu kahrolası bir zaman meselesiydi.”
Tarantino’ya göre, günümüz Amerika’sı “İç Savaş’tan bu yana ilk kez bu kadar ayrışmış durumda.” Geçtiğimiz Ekim ayında New York’ta polis şiddetine karşı düzenlenen İsyan Et mitingine o da katılmış. “Amerika’daki siyah insanlara polislerin silahsız siyahları öldürmeleriyle ilgili ne düşündüklerini soracak olursanız, bunun yeni bir şey olmadığını söyleyeceklerdir,” diyor. Ona göre, şu an bu durumu acil hale getiren şey, şiddetin “daha önce görmediğimiz şekilde kaydedilmesi ve insanlara televizyonlardan sunulması oldu. Hatta şiddet, ulusal bilinç ve ulusal haber medyasının tam olarak içine işlemiş durumda ve ilginç bir biçimde, bu Vietnam Savaşı’nı televizyondan seyretmekten çok da farklı değil.” Tarantino’nun bu mitinge katılımı, polis sendikası başkanlarının öfkeli tepkisiyle karşılandı ve polisler The Hateful Eight’in dünya prömiyerini protesto etmekle tehdit ettiler yönetmeni. Gerçi bu protesto gerçekleşmedi, ama yine de New York’ta düzenlenen filmin galasında, mitinge katılan destekçiler kırmızı halı boyunca sıralanarak önlemlerini aldılar.
Üç yıl önce Django Unchained’in basın turu sırasında Channel 4 News’te yayınlanan ve filmlerindeki şiddetle gerçek hayatta yaşanan cinayetler arasında bağ kurduğunda Krishna Guru-Murthy’nin şalterini indirdiği programdan bahsettiğim zaman ise Tarantino’nun tüyleri diken diken oldu. Bu konuda “Savunma hattına geçmeyi reddediyorum,” sözüne kesin olarak sadıktı; “Çünkü bunu 90’larda yaptım ve artık yoruldum. Düşüncelerim hala değişmedi,” diyordu. Bununla birlikte, apaçık bir karşı örnek de verdi. Guru-Murthy’yi kastederek “Ona istediği şeyi vermeyecektim,” dedi. “Benim düşüncemi destekleyen şeylerden birisi şuydu: Söz konusu sanayileşmiş toplumlar olduğunda, son 25 yılın en şiddet dolu sineması Japon sinemasıdır ve hepimizin bildiği üzere Japonya şiddetten en uzak ülkedir. Tam da bu işte.” Kısacası şiddet ve kültür tartışması yönetmenin kafasını fazlasıyla meşgul ediyordu; özellikle de sinemayla ilgili olarak.
Kesin olan tek şey vardı; o da The Hateful Eight, hiçbir surette Django Unchained 2: Silahlı ve Efsanevi değildi. Django-öncesi dönemde, genel geçer bilginin western filmlerin Amerika dışında pek başarılı olamadığı ve “başrolde bir siyahın bulunduğu filmlerinin kolayca unutulduğu yönünde olması bakımından, Tarantino da bu filmin, Django’nun yakaladığı yarım milyar dolarlık gişe başarısına ulaşabilmesini “kesinlikle hayal edemediğini” söylüyor. Öyleyse, neden böylesine heyecan doluydu? Tahmin edebileceğiniz üzere kendisinin bir teorisi var. Tarantino “Amerika’nın diğer ülkelerde yaşanan utanç dolu olaylara ilişkin filmler yapmakta çok hızlı davrandığını, ama kendi utançlarıyla ilgili filmler yapmakta geç kaldığını” düşünüyor. Ona göre ABD’nin “ilk günahı” sayılabilecek iki tarihsel dönem var: Sinemada “kısıtlı sayıdaki örnekler haricinde, Amerika’nın büyük bir çabayla kaçındığı” iki konu olan köle ticareti ve 19. yüzyıl başlarında Amerikan yerlilerinin Yerli Bölgesi diye adlandırılan bir bölgeye zorla yerleştirildikleri Gözyaşı Yolu vakaları.
Bu kısıtlı örneklerden biri şüphesiz ki Django’dur ve 2014 yılında en iyi film dalında Oscar kazanan Steve McQueen’in 12 Years a Slave’i ise bir diğeridir. Bu ödül kesinlikle çok yerinde bir ödüldü ve kendince devrimci bile denilebilirdi. Peki, Tarantino kendi filminin sonrakiler için alan yarattığını düşünüyor olabilir miydi? Sanırım sohbetimiz boyunca yaşanan toplam sessizlikten daha uzun bir süre durakladı ve sonunda “Evet, sanırım benim diyeceğim şey de ‘alan yaratmak’ olurdu. O ormanda devasa büyüklükte yabani otlar vardı ve biz de bir pala kullanarak işe başladık. Böylece küçük bir patika açmayı başardık,” dedi. Bunu, “Django’dan bağımsız olarak zaten filmini çekecek olan” McQueen’in lehine söylemiyordu. Onun düşüncesi, “daha fantastik ve tür tabanlı” hikâyesiyle seyircinin biraz olsun yumuşamasına yardımcı olduğu yönündeydi.
“Bence insanlar Django’yu seyretmiş olmasalardı; McQueen, tarihsel filmiyle seyirci karşısına çıktığında bu kadar büyük gözlerle seyredilmez ve bu kadar iyi anlaşılamazdı.”
Özgün link için: http://www.telegraph.co.uk/film/hateful-eight/quentin-tarantino-interview/
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.