Konuk Yazar: Ömer Şentürk
CERN’deki gibi bir teknolojimiz olsaydı ve Avrupa Sineması’nı atomlarına ayırabilseydik, elimizde kalması muhtemel parçalardan biri realizm olurdu. Bu düşünceme destek oluşturmak için 30’lu yıllarda Jean Vigo, Marcel Carné, Jean Renoir gibi Fransız yönetmenlerin çektikleri filmlerden bahsetmem yeterli. Ancak 40’lı yılların sonunda ve 50’lerin başında İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının etkisinden bahsetmemek hata olur: Rosellini’nin Savaş Üçlemesi ya da De Sica’nın Bisiklet Hırsızları (The Bicycle Thieves, 1948) ve Umberto D (1952) filmleri… Avrupa sineması ve edebiyatı her zaman realizm için biçilmiş kaftan olmuştur. Son 20 yıllık sürece baktığımızda ise Belçikalı yönetmenler Jean-Pierre Dardenne ve Luc Dardenne’in kotardıkları kesinlikle yadsınmamalı.
“Bu kulağa fazla klişe ve genel gelebilir, ancak ilgilendiğimiz şey en basit haliyle insan varoluşunun imkanları.” Jean-Pierre Dardenne’in ikilinin filmografilerini özetleyen bu sözleri, 9 Şubat 2006 tarihli The Guardian röportajından. Bir başka deyişle Çocuk (L’enfant, 2005) ile Altın Palmiye kazandıktan 9 ay sonra. Beşinci uzun metrajları ve ikinci Altın Palmiye ödülleri… Dardenne kardeşlerin oluşturduğu bu yalın ve ‘’natüralist’’ filmografi, başarılarını sağlayan en önemli etmenlerden biri.
Dardenne kardeşlerin beyazperde macerası 1978 yapımı Le chant du rossignol isimli belgesel ile başlamıştır. Belçika’daki Nazi direnişini konu alan belgeselin, yönetmenlerin ileride çekecekleri uzun metrajlarla tek bağlantısının Belçika’da geçiyor olduğunu söylemek yanlış olmaz. İlk kurgu yapımlarının bu belgeselden bir farkı olmadığını söyleyebiliriz; ilk belgesellerinin üzerinden sekiz yıl geçmişti ve Dardenne kardeşler bu sekiz yıllık sürece dört belgesel daha sığdırmıştı. İlk kurgu eserleri Falsch (1987), Naziler tarafından katledilen Yahudi bir aile hakkındaydı. Bu filmi ve belgesellerini düşününce aradaki konu benzerliğinin, yönetmenlerin filmografileri boyunca sürdüğünü söyleyebiliriz. Yönetmenler, 1978’de başlayan sinema serüvenleri boyunca asla belgeseli ya da kurgusal filmi bırakmadılar ancak çektikleri her kurgusal film, bir belgeselin dışavurumuydu. Gustave Flaubert’in gazetede gördüğü Madame Bovary haberi veya Emile Zola’nın Germinal’’i yazmak için madenlerde geçirdiği süre gibi. Bu durum, Dardenne kardeşler filmografisini tek bir sıfatla açıklamamıza yardımcı oldu: “provokatif”.
Dardenne kardeşlerin dünya sinemasına açıldıkları film olan 1996 tarihli Söz (La promesse), filmografilerinin en tipik örneği. Igor’un babası ile kendisi arasında yaşadığı dilemmalar aracılığıyla Dardenne kardeşler bize dünyayı 15 yaşındaki bir çocuğun gözünden çizerken; ahlak, sorumluluk, göç ve mülteci gibi kavramları ele alırlar. Söz filmi burada bir Dardenne kardeşler yapımının anahtar kelimelerini bize topluca sunuyor. Sonraları filmografilerini sıkça meşgul edecek olan baba-oğul ilişkisine yaklaşımı ile dikkatleri üzerine çeken film, daha sonra da sıkça göreceğimiz Olivier Gourmet’nin ve Jérémie Renier’in oyunculuklarıyla da adından söz ettirmiştir.
1999 yılında Rosetta ile seyirci karşısına çıkan yönetmenler, üçüncü uzun metrajlarıyla Altın Palmiye kazanmayı başarmışlardır. Filmografilerindeki tutarlılığı en basitinden Söz ve Rosetta arasında görmek dahi mümkündür. Yaşamın zorluklarına karşı çabucak ayakta kalmayı öğrenmesi gereken fakir Rosetta’nın hikayesini anlatır Dardenne kardeşler. Filmlerindeki o provokatif, rahatsız edici bir şekilde durağan tavrı Rosetta ile iyice hissettirmeye başlarlar seyirciye. Igor için babası ile yaşadığı sorunlar neyse Rosetta için de sefalet ve yalnızlık kavramları aynı durumu teşkil etmektedir. Dardenne kardeşler içinse insan, incelenmesi gereken bir varlık olarak yaşamını sürdürmektedir.
Filmografileri içerisinde yönetmenlerin amacına en uygun film olduğunu düşündüğüm 2002 tarihli Oğul’da (Le Fils), sinemalarındaki baba-oğul ilişkisinin de dolaylı ancak en doğru şekilde iletildiği kanısındayım. Oğlunun katiliyle aynı yerde çalışmaya başlayan boşanmış bir baba ile bizi baş başa bırakan yönetmenler, neredeyse tüm filmlerinde kullandıkları omuz kamerasını burada da başarıyla kullanıyorlar. Durağanlığın yanında özellikle baba karakteri üzerinden aktarılan gerilim hissi ile Dardenne kardeşler filmografisinde ön plana çıkan Oğul, toplumsal sorunları bir kenara atıp bizi bir baba ile baş başa bırakması sebebiyle Balzac’ın Goriot Baba’sını da hatırlatmıyor değil.
Şaşırtıcı bir biçimde “3 yılda bir uzun metraj film, ara süreçte de yapımcılık ve belgeselcilik” mottosuyla kariyerlerinin başından itibaren belirli bir prensip yakalayıp bu doğrultuda devam eden yönetmen kardeşler; Oğul, Çocuk ve Lorna’nın Sessizliği (Le silence de Lorna, 2008) ile kariyerlerinin en verimli dönemini yakaladılar. Bu süreçte her filmiyle Cannes’dan isimlerinden bahsettirerek dönen Dardenne kardeşler, Çocuk ile ikinci Altın Palmiye’lerini kucakladıktan sonra Lorna’nın Sessizliği ile de “En İyi Senaryo” ödülüne layık görüldüler. Bu durum, 1978’de sinemacılığa atılan yönetmenlerin başarılarının tescillenmesini ve dünya çapında “büyük sinemacılar” olarak kabul görmelerini sağladı. Çocuğunu satan bir babanın gözünden yaşanılanları seyirciye kendilerine has tarzlarıyla (özellikle omuz kamerası kullanımı, neredeyse bütün sekanslarda baba karakterinin bulunması bu tarzın en büyük belirtileri) gösteren Dardenne kardeşler; Belçika vatandaşı olmaya çalışan Lorna’nın hikayesini de yine bu tarzları ile seyirciye aktarmayı başarabilmişlerdir. İnsan ticareti, dolandırıcılık gibi konuları ele alışlarında ön plana çıkan üslupları, bir suçlu belirlemektense herhangi bir kişiyi suçlu kılan etmenleri sorgulamaktan ileri gelmektedir.
Lorna’nın Sessizliği’nden sonra belgeselci kimliklerine bir süre ara veren yönetmenlerin bu kararı, uzun metraj filmlerine de kısa sürede yansır. Rosetta’daki veya Lorna’nın Sessizliği’ndeki toplumsal atmosfer 2010’lı yıllara gelindiğinde Bisikletli Çocuk (Le gamin au vélo, 2011), İki Gün, Bir Gece (Deux jours une nuit, 2014), Meçhul Kız (La fille inconnue, 2016) gibi yapımlarla yerini bireyselciliğe bırakır. Toplumun çaresizliği, bireyin çaresizliğine dönüşmeye başlar. Bu dönüşümü görmek için yazıp yönettikleri uzun metraj filmleri incelemek zorunda değiliz; yönetmenler, yüksek bütçeli Pas ve Kemik (De rouille et d’os, 2012) gibi filmlerde de yapımcı olarak görevler üstlenmeye başlarlar. Filmografilerinin çoğunda etkisini gösteren baba-oğul ilişkisi, Bisikletli Çocuk ile bir kez daha ön plana çıkacaktır; ancak bu sefer olaylar çocuğun açısından gösterilecektir. Dardenne kardeşler olayı bir kez daha Emile Zola’yı andırır bir biçimde “natüralist” bir tavır ile ele alacaklardır.
Filmografilerinin son iki halkasını oluşturan İki Gün, Bir Gece ve Meçhul Kız filmlerini kendi içlerinde bir bütün olarak düşünebiliriz. Doğrusunu söylemek gerekirse bu tür “ikili bütünlükler”e Dardenne kardeşler sinemasında sıkça rastlamak mümkün. Çocuk, bebeğini satan bir baba hakkındaysa Bisikletli Çocuk da 12-13 yaşlarındaki oğluyla iletişimini kesmek isteyen bir baba hakkındaydı. Sefalet içinde bir göçmen hayatı sürdüren Rosetta ile vatandaşlık alabilmek için elinden gelen her şeyi deneyen Lorna’nın yaşadıklarını bağdaştırabilmek de son derece mümkün. İşinden olmamak için 24 saat boyunca arkadaşlarından yardım dilenen Sandra (İki Gün, Bir Gece) ile engel olabileceğini düşündüğü bir ölümden dolayı kendisini sorumlu tutan ve vicdan azabı çeken Jenny Davin (Meçhul Kız) arasında kurulabilecek bağ ile Dardenne kardeşler izleyiciyi çeşitli dilemmalara sürüklemeyi başarmakta. Bu sorunların özellikle de toplumsal ve bireysel organizmaları irdeleyebilmesiyle ön plana çıkması ve etik kavramına getirdiği perspektif ile seyirciyi filme bağlayabilmesi yönetmenlerin “provokatif” bir sinema evreni yaratabilmesinin en büyük sebebi.
Fabrizio Rongione, Jérémie Renier ve Olivier Gourmet gibi oyuncularla çalışmaları, kendilerine has kamera kullanımları, istisnalar harici müzik kullanmamaları, ana karakterin neredeyse bütün sekanslarda bulunması, filmlerinin çoğunu doğdukları yer olan Liege’de çekmeleri ve benzeri maddelerle kendilerine has provokatif bir sinema evreni yaratmayı başarmış Dardenne kardeşler, her ne kadar yalın üslupları “yetersiz” gibi görünse de ele aldıkları konular ve bu konulara yaklaşım biçimleri ile belki de kendilerinden başka hiçbir yönetmenin başaramayacağı bir metot oluşturmayı başarmışlardır. Birbirini asla tanımamış ve tanımayacak olan Rosetta ve Lorna’nın yaşadıklarının benzerliği, baba-oğul ilişkisini konu alan filmlerindeki tutarlılık ve ele aldıkları sorunları en yalın halleriyle seyirciye aktarabilmeleri dünya sinema kamuoyunda gösterdikleri başarının temelini oluşturmaktadır. Gözlem ve yaratım yetenekleri ile Grimm kardeşleri anımsatan Dardenne kardeşler, natüralist masalları ile karşımıza çıkmaya devam edecekler.
Not: Bu yazı ilk olarak Galatasaray Üniversitesi Sinema Kulübü fanzini Noir’da yayımlanmıştır.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.