Ladri di Biciclette (1948): Otorite Hırsızları

Ladri di Biciclette (1948): Otorite Hırsızları

Share Button

Hırsızlık nedir? Hırsız kimdir? Bir insan ne zaman hırsız olur? Bir de insan neden bisiklet çalar? Üstelik bu yetişkin biriyse…

Yukarıda sıralanan sorular “Bisiklet Hırsızları” filmini izlemeden önce, filmin adından hareketle filmde işlenebilecek olduğu düşünülenlerle filmin gerçekte işlediği arasındaki uyumsuzluğa dikkat çekmek için sıralandı. Fakat bu uyumsuzluk filmin tam da başarısını ifade etmektedir. Nedir bu başarı? Hırsız ve bisiklet isimlerinin aklımızda oluşturduğu ilk sanının filmden sonra dumura uğratılmasıdır. Hırsızlığın kategorik bir suç ve bisikletin çocukluğa has bir oyuncak/araç olmaktan çıkması; şüphesiz bir sanatçının, bizim şeylerle evveliyette kurduğumuz ilişkinin sarsılmasının başarısını ifade eder. Sanatçı ya şeyleri ya da şeylerin zihnimizdeki imgelerini değiştirmekle iş görür dersek, sanatçının kendine atfettiğinin ötesini yüklemiş olmayız sanatçıya. Halihazırda şeyi olduğu haliyle sunmak ve imgelerimizi bize geri sunmak zanaatkârın ya da pazarlamacının işi olabilir.

Peki “Gerçekçilik” bağlamında ortaya serilen ve “Yeni İtalyan Gerçekçiliği” yaklaşımının bir ürünü olarak izlenen bir filmin şeyi ve temsillerini oldukları hâllerden farklı sunması bir çelişki değil midir? Gerçekçilikten olanı olduğu haliyle işlemeyi anlarsak, evet ortada bir çelişki vardır. Fakat gerçekçiliği olanın değil olması gerekenin ifadesi olarak alırsak böylesi bir çelişki ortadan kalkmış olur. Öyle ki, film bizim öncesinden kabul ettiğimiz anlam, değer ve düşüncelerimizin tekabül ettiği yeri sorunsallaştırarak, orada bir odak değişikliği yaratıyor.

Filmimizin kahramanı Ricci (Lamberto Maggiorani), henüz filmin başında iş bulma kurumu tarafından görevlendirilmiş bir memur tarafından, istihdam edilecek iş kollarına eleman toplarken çağrılmasıyla ekrana girer. Belediyenin düzenlemiş olduğu afişleri şehrin belli yerlerine yapıştıracak bisikletli bir işçi aranmaktadır. İşe alınacak kişinin bisiklet sahibi olması özellikle vurgulandığı için kahramanımız bisikleti rehin alındığı hâlde bisikletinin (var) olduğunu söyler. Mutlu haberi çeşme başında kovaya su dolduran eşine buruklukla anlatır çünkü bisiklet onu düşündürmektedir. Eşi, kadınsı bir fedakârlık örneği göstererek üstesinden gelir durumun. Bisiklet alınır ve ertesi gün iş başı yapılacaktır. Fakat bu mutluluk uzun sürmez ve bisikleti, Ricci’nin afiş yapıştırdığı sırada çalınır. Ve bisikletinin ardına düşer. Bu peşinden gidişe tanıklık, aynı zamanda dönemin İtalya’sında kurumların halet-i mealini vermektedir. Bisiklete ulaşma uğruna Ricci, sırasıyla polis-işçiler-pazar-kilise denkleminin içine düşer. Polis, elbette ki yapacak onca önemli işi arasında ekibini bir bisikletin peşine yollayamayacaktır. Bisikletini bulma konusunda yardımına sığınacağı işçi arkadaşlarının pazarda bisikleti arama çabaları da boşa çıkar. Fakat, kahramanımız hiç yılmadan aramayı sürdürür. Gelişen olaylar sırasında bir sonraki durağı kilise olur. Kilise ki dönemin çaresizliğinin üzerini nasıl bir iki yüzlülükle örtüldüğünün mekânı olarak sunulur. Bütün sefaletin dışında, orada bir ihtişam arz edilmektedir. Bisikletini bulmaktan başka bir derdi olmayan fani kahramanımız sürekli birilerince uyarılmakta, susturulmakta ve hatta kilisenin ve söylemin dışına itilmektedir.

Kahramanımız, arayışı boyunca yanında bulunan oğlu Bruno (Enzo Staiola) -ki mükemmel bir oyunculuk performansı sergilemektedir- ile yaşadığı tadsız bir olayın telafisini yapmak için oğlunu restorana götürür. Götürdüğü restoranda yan masada oturanlar ve yedikleriyle sınıfsal çatışma olanca kusursuzluğuyla sergilenmektedir. Gözlerimizin içine sokmadan bir babanın, ailesine ve çocuğuna daha iyisini verebilmek için içine girdiği mücadelenin çetinliği ve bu yolda yalnız oluşunun zorluğu, o mekanda her şeye rağmen mutlu görünmeye çalışmasıyla açıkça ifade edilir.

Restorandan çıkıp, artık vazgeçip evlerine döneceklerken, bisikletini çaldığını düşündüğü kişiyi görür ve peşinden gitmeye başlar. Evine varıncaya kadar peşler zanlı genci. Kalabalık toplanır ve ahali her ne pahasına olursa olsun genci kahramanımızın eline bırakmamakta kararlıdır. Polis de gelir ama nafile. Bisiklet gencin evinde bulunmaz ve kanıt olmadığı için de hakkında davacı olsa bile bir sonuç alamayacağı yönünde telkinde bulunur polis. Mağlubiyetini ya da adalet denen şeyin tecelli etmekten uzak olduğunu fark ederek uzaklaşır oradan. Son çare, madem böyle bir dünya ben de çalmalıyımı deniyor; lakin malı çalınan olarak ona bisikletini bulmakta yardımcı olmayan hayat, yitirdiğine başka yoldan sahip olmak üzere hamle yaptığında da yardım etmez. Bisikleti çalarken bisiklet sahibinin ardından “Hırsız!” diye bağırmasıyla çevredeki insanlar onu peşler. Ama o bağırdığında, onun bisikleti çalındığında hiçbiri orada yoktu. Kalabalık tarafından hırpalanırken çocuğunun onu koruması, çocuğunun gözünde düştüğü onur kırıcı yer de işin cabası.

Suçlu yaratan kişiler mi, yasalar mıdır? Aslında film boyunca bizim Antonio Ricci ekseninde gözümüze iliştirilen basit bir polisiye vak’asından çok, yeni toplum düzeninde tesellilerimizin artık bulunmadığıdır. Her şey maddîleşmiştir ve tek gerçek budur. Zaten kahramanımız da buna uygun eylemektedir. Söz gelimi, filmin başında iş bulduğunu söyledikten sonra Maria’nın (Lianella Carell) kahine gidip kehaneti doğru çıktığı için para ödemek istemesini anlamsızlık ve hurafelere inanmakla suçladığı hâlde, filmin sonunda çaresiz kalınca tekrar kâhine gitmesi böylesi bir çaresizliğin ürünüdür. Kâhin ona sadece gelecekte değil bütün ömrü boyunca geçerli olabilecek bir hakikati fısıldar/haykırır: Onu ya şimdi hemen bulacaksın ya da asla bulamayacaksın. Öyle değil midir? Aradığımız şeyi ya hemen şimdi buluruz ya da asla bulamayız. Aradığımızı şimdi bulamazsak, gelecekte bulsak bile o aradığımız şey olarak kalır mı? Nitekim adam aradığını kısa süre sonra bulur ama edinemez. Adamı yakalamış olmak bisikletine ulaşacağı anlamına gelmiyor. Bisiklete ulaşsa bile (bu defaki başkasına ait olsa da) sorunlarından kurtulmaya yetmeyecektir bu.

Bisiklet normal şartlarda hayatta bir yere ulaşmak için insanların kullandığı bir araçtır. Kabaca ifade edecek olursak: bir yere ulaşmak isteriz, bunun en zahmetsiz yolu bisiklet gibi araçlar kullanmaktan geçer. Bisikleti rehinken, bunun derdinde olmayan kahramanımız, sonrasında çalışmaya başlamasının koşulu haline gelince önemsemeye başlaması da bu tezimizi güçlendiren bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Peki adam çalışmak için araç olarak gördüğü bu bisikletin peşine düşmektense neden yeni bir iş aramıyor? Peşine düştüğü şey bisikletle peşine düştüğü şeyi kurtarma çabasıdır artık. Bisikletin kendisi değil, bisikletle yitirdiğinin peşine düşmüştür. Bir araç olmaktan çıkıp, amaca dönüştüğü vakit Ricci’nin trajedisi başlamaktadır.

Film toplamda üç günlük zaman diliminden oluşmakta. İlki umudun bisiklete bağlandığı, ikinci bisikletin umudu kendisiyle götürdüğü ve üçüncüsü bisikletin de umutların da artık adama geri dönemeyeceğinin ifade edildiği… Hayat, geçmişten şimdiye getirdiğimiz yükler, gelecek hayaliyle şimdikilerden bir kısmını attıklarımız ve geçmişten şimdiye ne halt kalmışsa gelecekten de onun beklenebileceği gerçeği. Tek tesellimiz bisiklet sahibinin, çocuğun suyu hürmetine kahramanımızı bağışlaması ve şikayetçi olmaması. Bir de bütün bunlar üzerine kodesi boylamak vardı. Bütün bunlar üzerine müşteki olarak bulunulmak istenen bisiklet davasında zanlı olarak huzura çıkmak vardı. Neyse ki olmadı. Filmin de mutlu sonu bu (mu?).

Neden gerçek, umutsuzluk; gerçekçilik, nihilizmle eş görülür? Aslında gerçekliğe doğru her harekette umut bellediklerimizin hiçliğe karşılık geldiğini fark etmek ilk anda umutsuzluğa yol açıyormuş gibi gelse de, gerçekte umudun gerçek olandan beslenmesinin kof hayallerden kurtulmak, sorunun asıl kaynağını bulmak gibi bir yol da açıyor. Özellikle günümüzde, modernitenin bunca eleştiriye maruz kaldığı bu iklimde, rasyonel olanı yeniden düşünmektense geleneksel ve hurafî olana meyletmeyi salık veren anlayışların tekrar revaçta olmasının bir sebebi de umudun aşina olduğumuz yerlerden aranabileceğinin dayatmasında gizlidir. “Bakın, görüyorsunuz ya bize modern olarak sunulanlar artık işlevsizdir!” diye modern öncesine ikna edilmeye çalışılıyoruz. Oysa modern öncesinin filmdeki kâhinin yaptığı türden bir totolojiyi geçmeyecektir: aradığını ya hemen bulacaksın ya da asla bulamayacaksın. Yani tefekküre dal, kaderinde varsa senindir yoksa asla senin olmamıştır. Tabi, biz böyle düşünürken muktedirler kapalı kapılar ardından her türlü dünyevî sefahatlerini sürdüreceklerdir. Şayet Tanrı sevdiği kuluna eşeğini kaybettirip yeniden bulduruyorsa, iktidar da itaatkâr kılmak istediği vatandaşına bisikleti bir günlüğüne verip onu oyun dışı kılar. Bundan sonrası ya ilahi adalete teslimiyet ya da kendi gücünle üstesinden gelmektir. Kendi gücünle üstesinden gelmek istediğin zaman da iktidarın yapı ve kurumlarıyla çatışmadan önce, çoktan itaatkâr kılınmış başkalarını aşman gerekecek. Bu da kendi mahallesini diğer hepsinden kusursuz gören yığınlardan oluşan topluluğa karşılık geliyor ve bu da literatüre toplum olarak geçmiştir. Umut topluma rağmen, itaatkâr kılan yapılarla derinden ya da yüzeyden mücadele etmekten beslenebilir. Bu mücadelenin kendisi asla toplumsallaşamaz, toplum yararını barındırsa bile. Çünkü Platon’dan beri biliyoruz ki mağaranın duvarından yüzünü mağaranın dışındaki güneşe çevirebilecek yüreklilikte olanlar, öncelikle mağarayı ve mağaradakileri mutlak kabul etmişler tarafından engellenirler. Gerçekçiliğin görünür olanın ötesinde oluşu da bu sebepledir.

De Sica işte tam da bunu başarmış olmakla, tam da bunlar üzerine yeniden düşündürmüş olmakla üzerine düşeni yerine getirmiştir. İktidara karşı gelmek kadar, iktidara karşı olduğu iddiasındaki yapıların da özünde tahakküm kurma biçimini sürekli kıldığının farkında olmadan girişilecek her mücadele iktidarın kimlerden oluşacağını değiştirmekten öteye geçmez. Aslolan ilişki biçimini değiştirmekten geçer ki kahramanımız buna ulaşamamış olsa da buna cüret ederek “Kahraman” olduğunu ilan etmiştir. Gerisi hem filmin hem de yönetmenin düşünsel patikasının izleyicileri olarak bize kalmıştır. Bunun ne olacağı da “Bisiklet Hırsızları” gibi bir filmde verilemeyeceği gibi, böyle bir yazıya da konu olamaz. Hayatın kimi aşamalarında, belki, görülebilir ve (ona göre) eylenebilir.

Konuk Yazar: Ramazan KURT

, , , , , , , , ,

2 comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir