Kimi eserler kendi başkahramanlarını bir mikrokozmos olmaktan öteye taşırlar, bu başkahramanlar birer yankı gibi bulundukları evreni yineler duruma gelirler. Evren, eserlerin başkahramanları ile bütünleşen bir konuma gelir ve söz konusu bu bütünleşme evrenin yansıtıldığı göz olan ekran için bir dönüşüm inşa eder. Artık estetik, başkahraman ile var olur. Bunun örneklerini birçok yerde görebiliriz.
Örneğin Mad Men’de tüm evren Don Draper’dır ve Draper’ın hareketlerinin tümü için dizinin estetiği kurgulanmış, evren Draperca aktarılır hale gelmiştir. Ya da No Country for Old Men’de (2007), The Neon Demon’da (2016), Drive’da (2011), Enemy’de (2013), There Will Be Blood’da (2007) gördüğümüz üzere eserin geçtiği evrenin tüm hatları bir yankı gibi başkahramandan akar. The Neon Demon’da evren sahneleşir, Enemy’de ise bölünür. Bu bağlamda It’s Such a Beautiful Day (2012) için de yönetmen Don Hertzfeldt’in tüm filmi başkahramanının algısı, varlığı ve zamanı ile yarattığı, örnek verdiğim filmlerin yolundan gidip karakterinin anlatılabileceği o biricik damarı ortaya çıkardığı söylenebilir.
Bill, ömründeki tüm anların gerçekliğini neredeyse baştan inşa etmeye çalışan bir hastalığa yakalanır; beyni, yaşadıklarına yeni bir anlam kazandırmak için çılgınca bir çağrışım dünyası yaratır. İlginç olay şey Bill’in hastalığının içeriği değil, Hertzfeldt’in filmin tüm gidişatını Bill’in deneyimine denk gelecek biçimde kurmasıdır. Nasıl ki Bill, geçmişinin bir parça çaresizlik ile yaşamın akışına tutunmaya çalışan beyni, dolayısıyla bilinci tarafından çabucak örüldüğünü ve uydurulduğunu fark edemiyorsa seyirci de filmin neredeyse aynı çaresizlikle örüldüğünü anlayamaz. Film, Bill’in dünyasını Billce anlattığını hemen söylemez; art arda gelen sahnelerin estetik bir yanılgı olduğuna seyirci inandırılır, öyle ki neredeyse bir tekrar gibi işleyen estetik, seyirciyi de bir şekilde Bill’leştirir.
Bill, anılarını toparlayamaz ve bir kopuş şeklinde ömrünü görür; seyirci ise iki sahneyi birbirine bağlı şekilde hiçbir zaman görmez. Anlar, kopuk birer fotoğraf-resim gibi ayrık kalırlar. Bill bulunduğu mekana atılmış gibi yürür, yaşadığı her şey bir tür yeniliği içerir. Seyirci, Hertzfeldt’in sesi muhteşem kullanışı ile görüntüden önce bir ses ile karşılaşarak sahneye dahil edilir. Bill nereye geldiğini ve olanların bu hale nasıl geldiğini bilemez. Ömrünü olağanüstü hikayelerle bezemiş bir kurban gibidir, bir hastadan daha çok yalnız bir insandır. Seyirci, Bill neye inanıyorsa ona inanır ve bir parça güldürünün içinde olduğuna kanar. Bu şekilde Hertzfeldt yalnızca bir saat içinde kopuk, dağınık gibi gözüken bir mikrokozmos inşa eder; bunu o kadar Billce yapar ki izleyici eninde sonunda Bill ile özdeşir.
It’s Such a Beautiful Day, baba ile bir araya gelmeden bir sevdayı unutmaya ve en sonunda ölüme kadar narin, biricik bir drama işleyecek gibi gözükürken bir kez daha gerçekliği çözmeye karar verir. Seyirciyi Bill’in ölümünü kabul etmeye götürürken insanın çözülüşünü de işlemeye başlar. Bill ölmezse ne olur? İnsan sona ermezse zaman nedir? Bill’in sağlıklı olmasını, babası ve sevgilisi ile konuşabilmesini ve ölmemesini istemek ne kadar insancadır? Bill, Bill olmayı bıraktığında yaşamdan geriye ne kalır?
İşte, Hertzfeldt için o güzel günün niteliği tam burada belirir, güzel gün Bill’in herhangi bir günü değildir; ne akıl sağlığının yerinde olduğu anlardadır ne de sağlıksız kabul edildiği anlarda. Bill’in o güzel günü öldüğü gündür. Bill kendisi olarak yaşamış ve ölmüştür; yol bittiği anda her şey anlamlanmış, Bill öldüğü anda bir günü bitirerek yaşamıştır. Bill’e acımak, ölümden kaçmak, anılara güvenmek gibi tüm rahatlama anları filmin sonunda çözüldükçe yeni bir gerçeklik de örülür: İnsanlık, tüm korkusuyla bir Bill’dir. Her şey korkmuş bir bilinç gibi işler, zamanı doldurur, zamanı var eder, zamanda sürer; oysa sonsuzluk bir yokluktur ve Bill’in güzel bir gününü kabul etmemek, bir tür ulaşılmazlık anlamına gelir. Yol ancak sona erdiğinde yola dönüşür; zaman, tükendiğinde anlam kazanır; insan, ölerek yaşar. Hertzfeldt It’s Such a Beautiful Day filminde böylece güzel bir günü işlemiş olur.
Hacettepe Üniversitesinde Siyaset Bilimi bölümünde yüksek lisans eğitimi almaktadır; kendi blogunda amatör olarak başladığı film incelemelerini yine bir amatör olarak Cineritüel’de sürdürmektedir.
bu tarz önerebileceğiniz ve en az bunun kadar etkileyici olan flm önerebilirseniz sevinirim